Ülke(leri)mizdeki entelektüel fakirleşme, çoraklaşma, sathileşme, kısırlaşma sürecinin giderek bir krize dönüşme eğilimine girdiği, bütün hızıyla yokuş aşağı yol aldığı bir dönemde bu sürecin kısa sürede tersine döneceğini beklemenin safdillik olacağı kanaatinden yola çıkarak, meselelere ve olaylara ters açıdan bakmaya, akıntıya kürek çekmeye, egemen ve yaygın yaklaşımları çekinmeden sorgulamaya “durun kalabalıklar burası çıkmaz sokak…” diye haykırmaya devam diyoruz, bu can bu bedende oldukça da haykırmaya devam edeceğiz.
Hemen her yerde, önce Sovyet Sosyalist Bloku’nun, buna bağlı olarak Sosyalizmin çöktüğü, ardından da tek kutuplu Kapitalist/Neo-Liberalist politikaların iflas ettiği söyleminin dillere pelesenk edildiği bir dönemde, herkesin ciddi bir endişe içerisinde, harıl harıl insanlığın geleceği konusunda yoğun bir arayış içerisine girmesi beklenirken, bu yönde ciddi olarak herhangi bir alternatif arayışına girilmemesi, yukarıda sözünü ettiğimiz krizin kapıda olduğunun açık bir göstergesidir.
Elbette Batı’da bir medeniyet krizin mevcudiyetinden söz eden entelektüeller hiç yok değildir. Bunlar içerisinde de bilhassa Roger Garaudy’nin ayrı bir yeri vardır. Yarım asrı aşan bir süredir yazdıklarıyla sürekli olarak, bıkmadan usanmadan önümüzdeki bu medeniyet krizine dikkat çeken ve sonuçta insanlığın yegane kurtuluş adası olarak “İslam” ın durduğunu ilan eden bu mümtaz şahsiyet ayarında memleketimizde bir tane olsun bir “mütefekkir” var mı? Peki bu günlerde vefatının seney-i devriyesini hatırlayıp sadece onu anmakla yetindiğimiz Bilge Kral Aliya ayarında bir mütefekkire sahip miyiz? O da olmadı – bendenizin Feylesûfu’l-Mukâveme(Direnişin Filozofu) unvanını hak ettiğini düşündüğüm – Mısırlı mütefekkir Hasan Hanefi çapında kimimiz var? Bir Ali Şeriati’miz var mı? İslami kesimin durumu bu olduğu gibi , Marksist, Sosyalist ya da Liberal cenahın durumu da farklı değil.
Bazılarımız bu topraklardan dünya çapında entelektüeller ne zaman çıktı ki, şimdi çıksın, diyebilir. Bu güçlü argüman karşısında bize söylenecek bir söz kalmasa da, bırakalım dünya çapında birinci sınıf entelektüelleri, bari en azından ikinci, üçüncü, dördüncü kalite entelektüellerimiz olaydı. Heyhât ki heyhât, spor olmaktan çıkıp bir eğlence ve hatta kumar aracı haline getirilmiş olan futbolda dünya çapında iddialı olmak için sarf edilen maddi-manevi çabalar, fazlasıyla düşünce dünyasında da ortaya konmadıkça “Dünya Fikir Ligi”nde birinci ligde oynamak şöyle dursun, ancak mahalle takımları ile boy ölçüşmemiz söz konusu olabilir.
Hadi entelektüel ve felsefi derinlikten vazgeçtik, peki yaşadığımız gündelik hayatta düşünce ve felsefenin bir yeri var mı, en azından bu konuda rasyonel adımlar atabiliyor muyuz? Ne gezer?
Önce çuvaldızı kendimize batırmak adına işe Siyaset ve Yönetim ya da İktisat alanından değil de üniversitelerden ve ilim-fikir alanındaki sivil-resmi müessese ve yapılardan başlayalım.
Üniversitelerin en temel sıkıntıları, ilmi iradenin değil de siyasi iradenin üniversitelerin geleceğindeki asıl belirleyici oluşu ( o kadar ki binası, yurtları ve diğer alt yapısı olmadan açılan, hiçbir öğrenim faaliyeti yapmaksızın maaş alan kadroların bulunduğu üniversitelerimiz bile vardır) üniversiteler üzerinde çok güçlü merkezi yönetim (YÖK) (halbuki mevcut hükümet YÖK’ü kaldıracağını vaat etmemiş miydi???), üniversitelerin yönetimlerinin geniş katılımcı bir anlayıştan uzak oluşu, pozitif bilimler alanındaki fakültelerin merkeze alınıp baş tacı edilmesine mukabil sosyal-beşeri bilimler alanındaki fakültelerin ikinci, üçüncü plana itilmesi, fakültelerde de katılımcı anlayışın egemen olamayışı, bu sebeple üniversitelerde hemen her kademede “seçim”in değil, “ tayin”in esas oluşu, fakülte, üniversite ve YÖK yetkililerinin bürokratik konularla uğraşmaktan ilmi-fikri meselelere eğilmeye vakitlerinin kalmaması, üniversitelerde her yer doçent ve profesör ile dolup taşarken “asistan” neslinin neredeyse tükenmek üzere oluşu, “asistan-araştırma görevlisi” kadrolarına dair düzenlemelerin onları teşvik edecek yerde caydırıcı nitelikte olması (mesela doktora sonrasında ilim adamlığı yolunda ilerlemek için bir garantisi olmayıp, kendini tezi biter bitmez kapıda bulması, maaşlarının fevkalade düşük olması, araştırma görevlilerinin fakültelerde adeta hizmetli gibi idari işlerde istihdam edilmesi, hatta mesela ilmi toplantılarda salonda bulunanlara mikrofon tutma gibi işlerde kullanılması, bazı hocaların onları fatura yatırmak, pazara göndermek, fakültedeki kitapların tozunu aldırmak gibi şahsi işlerinde kullanması bunlardan sadece bazılarıdır. Bu şartlarda yetişen bir asistanın gelecekte ne kadar özgür ve yaratıcı olabileceği ciddi bir meseledir.)
Üniversitelerde yapılan öğretim faaliyetlerinin muhtevasının da durumu içler acısıdır. Pek çok üniversite ve fakültenin “gelişmiş” birer liseden öteye geçemediği kimsenin meçhulü değildir. Öğretim üyeleri içerisinde, aynı kitabı ve ders notlarını yirmi-otuz sene aynen okutmaktan ya da yazdırmaktan öte bir şey yapmayanların sayısı hiç de az değildir.
Üniversitelerin araştırma imkanlarının yetersizliği de ayrı bir ıztırap konusudur. Pek çok üniversitemizin-mesela en eski üniversitelerin başında gelen Ankara Üniversitesinin- bir merkezi kütüphanesinin bulunmaması çoğumuz için hayli şaşırtıcı gelecektir. Fakülte kütüphanelerinin de tam bir bürokratik mantıkla mesai saati sonunda kapanıyor olması ayrı bir derttir. (Bu vesileyle pek çoğumuzun küçümseyici nazarlarla baktığı Suudi Arabistan’da, bundan yirmi beş yıl öncesinde bile merkezi kütüphanenin yirmi dört saat istifadeye açık olduğunu duyunca daha da şaşırabilirsiniz).
Ülkemizde üniversite camiasının dünyada önde gelen bir camia olmadığı herkesin malumu olduğu gibi, bu acı gerçek dün meclis başkanı tarafından yapılan bir konuşmada da “malumu ilam” kabilinden son olarak tekrarlanmıştır. Bu fevkalade acı durumun ortaya çıkışında, üniversite hocalarından itibaren silsile-i meratip ile cumhurbaşkanına kadar hemen herkesin sorumlu olduğu aşikardır. Ne var ki bu içler acısı durum yıllardır bilindiği ve her vesileyle tekrarlandığı halde, bugüne kadar bu “bilimsel geri kalmışlık”ın hesabının herhangi bir kimseye sorulduğunu ben şahsen duymuş görmüş değilim, duyan gören varsa da beri gelsin. Üstelik bu kabul edilemez durumun etik kurullardan ve “performans ölçümü” gereğinden söz edilip durulmasına rağmen devam etmesinin tek bir sebebi olabilir, o da “umursamazlık”.
Üniversite sistemindeki bu başıboşluğu daha iyi anlayabilmek için şöyle bir örnek vermek yeterli olacaktır. Bir asistan/araştırma görevlisinin otuz beş yaşında doçent olduğunu varsayalım. Üniversitelerde zorunlu emeklilik yaşının altmış yedi olduğu da göz önüne alınınca, bu durumdaki birilerinin otuz sene tek bir satır yazı yazmadan hatta derslere de asistanları sokarak tıkır tıkır maaşını alması mümkündür. Hele taşradaki bazı fakültelerde çift maaş alarak krallar gibi safa sürmesi de imkansız değildir. Bütün bunlar olurken kimse gelipte bu gibilere “yahu arkadaş sen ne yapıyorsun?” bile demez, hesap sormaz, hakkında işlem yapmaz. Zira üniversiteler bazıları için böylesi rahat bir “çiftlik”tir. Ama pek çok Batı ülkesinde tam aksine öğretim üyelerinin anlaşmaları üç-beş yılda bir yenilenir, tatminkar performans sergileyemeyenlere ise kapı gösterilir.
Çalışanlara gelince, bu performans ölçümü anlayışı gereğince, mesela çok çalışana çok, az çalışana az maaş uygulaması diye bir şey olduğunu ben duymadım, bilmiyorum. Bildiğim mesela ABD de, ayda beş-on bin dolar alan öğretim üyelerinin yanında yine ayda elli-altmış bin dolar alan öğretim üyelerinin de bulunduğudur.
Bunlara bir de üniversitelerin, kendilerine tahsis edilen bütçelere karşılık, ülke kalkınmasında en azından yapılan harcamalara denk bir katkıyı, sunup sunamadığı sorusunu da eklemek gerekir.
Şimdilik son olarak, üniversitelerimizde yapılan çalışmaların dünyaya tanıtılması yönündeki çabaların da fevkalade yetersiz olduğunu,vbunun da temel sebebinin öğretim kadrolarının yabancı dilde (Arapça, Farsça, Rusça,İngilizce, Fransızca, Almanca v.s.) yazıp çizebilecek, ilmi toplantılarda sunum yapıp müzakere edebilecek seviyeyi yakalamaktaki başarısızlıkları olduğunu da ekleyelim.
Tabiatıyla bu konuda söylenecek olanlar elbette bunlardan ibaret değildir. Üniversitelerimizin maruz kaldığı bu sağlıksız durumun teşhisi ve tedavisi için ciddi bir çaba içerisine girilmedikçe de bu olumsuzlukların tam olarak tespiti mümkün olamayacak, bu yapılmayınca da mevcut olumsuzluklar daha da artmaya devam edecektir.
Üniversitelerimizin genel durumu budur. Bir okuyucumuzun geçen yazıma dair yaptığı yorumda işaret ettiği “yeşil sarıklı ulu hocalar” neslinin devamı olması gereken İlahiyat camiasının durumunu ise inşallah gelecek yazımızda ele almaya çalışacağız.
Not: Elden geldiğince düzenli olarak haftada bir sizlerle buluşma niyetimizde samimi olmamıza rağmen, – rahatsızlanmış olmam sebebiyle- daha başta böyle bir gecikmeyle sizlerle buluşmuş olmaktan dolayı mahcubiyetimi de sizlere iletmek isterim.