Yazar: Harald Suermann, Bonn üniversitesinde profesör olup ilgi alanları Doğu Hıristiyanlığı ve İslam’ın erken dönemi, Maruni kilisesi tarihi ve günümüz Doğu Hıristiyanlığı tarihi olup bu konularda yayımlanmış birçok makalesi bulunmaktadır.
Giriş
Hıristiyan ve Yahudi kaynaklarında İslam’ın erken dönemine dair göndermeler onun iç gelişmesinden ziyade dışarıdan diğer dinler tarafından nasıl algılandığına dair veriler sunar. Unutmamak gerekir ki Yahudi ve Hıristiyanların erken İslam hakkında verdiği bilgiler bu iki dinin İslam’ı nasıl algıladıklarını gösteren yorumlanmış bilgilerdir, yoksa doğrudan yorum konusu olan İslam’ı bir aynada yansıtır gibi yansıtmaları söz konusu değildir. Makalenin yer aldığı bu kitabın konusu genel olarak İslam değil münhasıran Kur’an olduğu için M. 690 yılından öncesine ait Hıristiyan kaynaklardaki Kur’an ile ilgili göndermeler üzerinde durulacak, bu alandaki çalışmalara katkıda bulunmaya çalışılacaktır.
Hıristiyan, Yahudi ve Zerdüştlerin erken dönem hakkındaki yazılarına dair yapılmış birçok çalışma mevcut olup bunların en kapsamlısı Robert G. Hoyland’ın “Seeing Islam as Others Saw: A Survey and Evaluation of Christian Jewish and Zoroastrian Writings on Early Islam”[Erken Dönem İslam’ına Dair Hıristiyan, Yahudi ve Zerdüşt Yazıları]( Princeton,1997) adlı eseridir.
İslam’a İlk Hıristiyan ve Yahudi Tepkiler
Arap fetihlerine kadar Yahudi ve Hıristiyanlıktan farklı, kutsal kitabı olan yeni bir tektanrıcı dinin ortaya çıkması çok fazla dikkat çekmemiş olabilir. İslam’ın zuhurunun dikkat çekici sonucu ise [bölgede] mevcut siyasi ve sosyal düzenin çökmesi olmuştur. Bu çöküşün önemi şuradan gelmektedir: Hıristiyanlar Roma imparatorluğunu İsa’nın yeryüzüne ikinci olarak dönüşünden önceki son imparatorluk olarak görüyorlar ve bu imparatorluğun yıkılışını küresel bir kaos ile sonuçlanacak olan “Dünyanın Sonu” olarak görüyorlardı. Yahudiler de Roma imparatorluğunun sonunu Yahudi imparatorluğunu yeniden inşa edecek olan Mesih’in dönüşünün işareti olarak kabul ediyorlardı.
Yahudi ve Hıristiyanların Arap istilasına olan tepkilerini anlamak için, Filistin bölgesinin Araplardan önce Persler tarafından istila edildiğini ve bir süre Perslerle işbirliği yapan Yahudilerin kontrolüne geçtiğini unutmamak gerekir. O zaman Yahudiler bunu bekledikleri Mesih’in gelişini sağlamak için, İsrail imparatorluğunun yeniden restorasyonunun bir işareti olarak görüyorlardı. Ancak imparator Herakliyüs’ün Pers imparatorluğunu hezimete uğratması, Perslerle işbirliği yapmış olan Yahudilere karşı sert tedbirlerin alınmasına, zorla vaftiz edilmelerine ve Kudüs dışına sürülmelerine yol açmıştı. İşte Arap fetihleri Yahudiler arasındaki bu mesihçi beklentileri tekrar canlandırdı, zira Roma/Bizans imparatorluğunun çöküşü, İsrail imparatorluğunun yeniden kurulmasına yol açacak bir gelişme idi. Dolayısıyla Yahudiler İslam’ın bu apokaliptik yönü ile ilgileniyorlardı, İslam’ın öğretisi onları pek ilgilendirmiyordu. Bu gelişmeler karşısında Hıristiyanlar ise farklı bir yorum geliştirdiler ve bütün bu olan bitenlerin, Hıristiyanların işledikleri günahları sonucu olduğunu ve Tanrı’nın Hıristiyanları cezalandırmak için Müslümanları gönderdiği şeklinde yorumladılar. Olaylara Hıristiyanların bu bakışında da Arap istilacıların dinlerinin bizzat bir önemi yoktu.
“Doctrina Jacobi” Hıristiyanlarla Yahudiler arasındaki bu tartışmalar konusunda fikir verebilecek niteliktedir. Burada vaftiz edilmiş bir Yahudi’nin şöyle dediği nakledilmektedir:
“Candidatus [Filistin’deki Bizans ordusu komutanı Sergios](MHK) Müslümanlar(Saracens) tarafından öldürüldüğünde ben [Filistinde eski bir liman olan]Kaysariyye’de idim ve [Hayfa yakınlarındaki] Sykamina[Tell es-Semek]ya doğru tekneyle yola çıktım. İnsanlar candidatus (Bizans ordu komutanı) öldürüldü diyorlardı ve Yahudiler sevinçten uçuyorlardı. Ve Peygamberin zuhur ettiğini ve Saracen(Müslüman)larla geldiğini ve o Peygamberin Mesih’in, gelmesi beklenen İsa’nın, gelişini ilan ettiğini söylüyorlardı” (S.136-138).
Yazarın dönemin olaylarına ışık tutması amacıyla aktardığı bu metnin, Müslümanlar için ayrı bir önemi vardır ki, o da bu metnin Hz. Peygamber’in zuhuruna ve İslam’ın ilk dönemine dair – İslam kaynakları dışında – yabancı kaynaklar tarafından yapılmış olan göndermeler olmasında yatmaktadır. Bu gibi nakiller aynı zamanda bizlerin İslam tarihi konusunda sadece İslami kaynaklara başvurma tembelliğinden kurtulmamız ve İslami kaynaklar dışındaki kaynaklara da yönelmemiz bakımından önemli bir mesaj taşımaktadır.
İslam’a Dair Beyanlar
Arap fetihlerinin Yahudi-Hıristiyan kurtuluş teolojisine dair tartışmalardaki yeri yanında, Yahudi ve Hıristiyan metinlerinde İslami öğretiye ve uygulamalara dair çeşitli beyanlar da yer almaktadır. Bilhassa Hıristiyan kaynaklar İslam’ı Hıristiyanların aşina oldukları kavramlarla tasvir etmekte ve İslam’ı ya Kitab-ı Mukaddes bağlamına yerleştirmekte ya da sapık Hıristiyan fırkaları tarihine eklemlemektedir. İslam’ın çeşitli veçhelerini ele alan bu gibi beyanlar parçalı bir görünüm arz etmekte ve bu kaynakların hiç biri bu yeni dine dair kapsamlı bir tablo sunmamaktadır. Bilakis bunlardan kronikler İslam’ın tarihi gelişimine odaklanırken, mektuplar ya da dini vaaz ü nasihat türü metinler ahlaki ve manevi yönlere odaklanmaktadırlar (s.138-139).
Doctrina Jacobi
İslam hakkındaki en eski metinlerden birisi daha önce de işaret ettiğimiz Doctrine Jakobi adlı metindir. Bu metnin yazarı, Kaysariyye’li Abraham adlı bir şahıstan aldığı mektuptaki bilgilere dayanmaktadır. Abraham kendisini Peygamber ilan eden Arap peygamberin kılıçla silahlanmış olduğu için sahte bir peygamber olması gerektiğini söylemektedir. Muhtemelen bu ifadeler Muhammed’in askeri baskınlarına işaret etmektedir. Abraham Arap Peygamberle karşılaşıp onu görmüş olan, ancak isimlerini vermediği kişilerden aldığı bilgileri aktarmakta ve bu bunların Arap peygamberin hakikatı değil kan dökmeyi getirdiği iddiasını teyit ettiğini söylemektedir. Bu bilgiler arasında Muhammed’in Cennet’in anahtarlarına sahip olduğunu iddia ettiği de yer almaktadır. Bu iddia ne Kur’an’da ne de – en azından benim bilgilerime göre – muteber hadis kaynaklarında yer almamaktadır. Metnin yazarı muhtemelen Muhammed’i yeni bir Kurtuluş Doktrini iddiasında bulunan biri olarak tasvir etmektedir. Makalenin yazarı, buradaki “Cennet’in anahtarlarına sahip olma” ifadesinin muhtemel menşeine dair bazı yorumlar yapmakta ve bunun Patristik literatürden ziyade İslami menşeli bir ifade olabileceğini söylemektedir (s.139-140).
Babil’in Çocuk Azizleri Üzerine Vaaz
Anonim olarak aktarılan bu vaazın kesin olarak tarihi bilinmemekle beraber Mısır’ın istilasından hemen sonrasına ait olması muhtemeldir. [Mamafih bu vaazın Irak’ta MS. 640 yıllarında Yahudi ve Müslümanların Hıristiyanlara yaptıkları baskı ve zulümlere tarihi bir referans olmak üzere yapıldığı da ileri sürülmekte ve kaynak olarak “Seeing Islam As Others Saw It: A Survey and Evaluation of Christian, Jewish and Zoroastrian Writings on Early Islam (Studies in Late Antiquity and Early Islam) Robert G. Hoyland,p.121” gösterilmektedir.
Bkz.:www.revolvy.com/main/index.php?s=Homily%20on%20the%20Child%20Saints%20of%20Babylon] (MHK). Bu metinde Müslümanların uygulamalarından sadece namaz ve oruç’tan bahsedilmiş olması, muhtemelen bu ikisinin Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanlarda ortaklaşa bulunmasından ileri gelmiş olsa gerektir (s.140).
Patrik I. John İle Bir Arap Kumandan Arasında Geçen Diyalog
Göründüğü kadarıyla bize ulaşan en eski diyalog olan bu Süryanice metin, İslami öğretiye dair bize bilgi veren en eski Hıristiyan kaynaklı malumat sayılır. MS. 648 öncesine ve muhtemelen MS.644(Mayıs) tarihine ait bu metin çok erken dönemden itibaren Müslümanlarla Hıristiyanların birbirleriyle karşılaşıp dini konularda konuştuklarını göstermesi bakımından kayda değerdir. Bu metinde, ne tartışmada rol alan Müslüman kumandan kendi inançları konusunda kapsamlı bir bilgi vermekte, ne de onun inançları Hıristiyan perspektifinden sunulmaktadır. Mamafih sordukları – mesela sonuçta gerçek tek bir kutsal kitap olması gerektiği sonucuna yol açan “bütün vahiylerin birliği” ve İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğu görüşünün reddi gibi – sorulardan Müslümanların Hıristiyanlar hakkında bazı kesin kanaatlere sahip oldukları sonucu çıkarılabilir (s.141).
Sahte Sebeos Ermeni Tarihi (The Armenian History of Pseudo-Sebeos)
“Patrik I. John İle Bir Arap Kumandan Arasında Geçen Diyalog” adlı metinden kısa bir süre sonrasına ait [MS. 655 veya 661 tarihine ait olması muhtemel olan, ancak doğum yeri ve tarihi bilinmeyen](MHK) Sebeos adlı birine ait bir Ermeni tarihi Arap fetihlerine ve Muhammed’e dair oldukça geniş bilgi vermektedir. Yazar bu bilgileri Müslüman esirlerden aldığını ileri sürmektedir. 42. Bölümde Muhammed ele alınmaktadır. Yazarın İslam’ın kökenleri konusunda oldukça iyi bilgi sahibi olduğu anlaşılmaktadır. Uzunca bir metinde İsmail oğullarından Mahmet(Muhammed) adlı bir tüccarın çıktığı ve kendisinin Tanrı’nın emri ile doğru yolu göstermek üzere gönderilmiş olduğunu söylediği belirtilmektedir.
Metinde verilen bilgilerin bir kısmı gerçekten de doğru görünmektedir, zira Muhammed gerçekten de tüccar idi, tek tanrıcılığı tebliğ edip puta tapıcılığı kaldırmıştı. Leş yemek, içki içmek, yalan söylemek ve zina etmek gibi konularda yasaklayıcı hükümler getirmişti. Muhammed’in İbrahim ve Musa’ya göndermede bulunduğu da ifade edilmekteydi. Bu metnin MS. 670 yılına ait olduğu yönündeki değerlendirme göz önüne alınacak olursa, bu tarihte yazarın İslam konusunda nasıl olup ta bu kadar çok bilgi sahibi olabildiği hususu oldukça şaşırtıcıdır. Bildiğim kadarıyla bu yazarın sunduğu malumatın bir benzeri çağdaş Hıristiyan kaynaklarının hiçbirisinde mevcut değildir. Sebeos’un Filistin’in istilasına dair verdiği bilgiler de tarihi gerçeklerle uyuşmaktadır. Mesela MS. 634 yılında yapılan Ecnadeyn savaşında Bizans ordusunun komutanının Herakliyüs’ün kardeşi Theodoros olduğu yönündeki bilgiler tamamen doğrudur. Filistin’in – kendilerini İbrahim soyundan geldiğini kabul eden Araplar tarafından – fethedilmesini de yazar, Tanrı’nın Filistin’i İbrahim’in zürriyetine bahşedeceğine dair vadine bağlamaktadır.
Patricia Crone, Michael Cook, Moshe Gil, John Wansborough, Sydney Griffith ve Averil Cameron gibi bu metnin tarihi gerçekliğini ve inandırıcılığını sorgulayanlara mukabil makalenin yazarı, bu metnin toptan reddinin savunulacak bir şey olmadığını, zira metinde inkarı mümkün olmayan birçok tarihi detaylardan bahsedildiğini, bunun da Sebeos’un muhtemelen çağdaş tarihi kaynaklara ulaştığını gösterdiğini ifade etmektedir.
Bütün bunların ışığında Sebeos Yahudilerle Arapların yakın ilişki içerisinde olduğu dönemde Yahudilerin Mabed(Temple)i yeniden inşa etmeye teşebbüs ettiklerine dair iddiası da inanılmaz görünmemektedir. Mamafih Araplar buna izin vermediler ve Mabed’in yeri olan tepeyi kendi ibadet mekanları haline getirdiler. Tabiatıyla Sebeos’un bahsettiği bu mekanın daha sonra el-Aksa camiinin inşa edileceği tepe olduğu muhakkaktır(s. 141-144).
Anastasius Sinaita
[Sina’lı Anastasios( Anastasius Sinaïta) VII. yy ikinci yarısında Sina dağı manastırında yaşamış bir rahip ve keşiş idi. Geleneksel anlatıma göre İskenderiye doğumlu olduğu söylense de büyük ihtimalle Kıbrıs’taki “Amathos”ta doğmuştur. Araplar MS. 649’da adayı istila etmeden adadan ayrılmış ve Filistin’e geçmiş, oradan da muhtemelen MS. 660 civarında Sina dağı manastırına gelip yerleşmiştir. Bkz. : https://www.anastasiosofsinai.org/anastasios.html](MHK).
Anastasios’un yazıları ağırlıklı olarak sapık Hıristiyan fırkalarına dair olsa da, arizi olarak İslam’dan da bahsetmektedir. Bu bağlamda o İslam’ı , [İsa’nın tek bir ilahi iradesi ve hem ilahi hem insani tabiatı olduğunu kabul eden VII. yy sapık Hıristiyan fırkası olan] monotheletism veya monothelismin yayılmasına karşılık ilahi bir ceza olarak görmektedir. Dolayısıyla onun İslam’a yaklaşımının savunmacı/özür dileyici bir yaklaşım ürünü olduğu söylenebilir.
Anastasios “Viae Dux” adlı eserinin girişinde Müslümanlarla Hıristiyanlar arasındaki tartışmalardan bahseder ve Müslümanların Hıristiyanlık hakkındaki – Hıristiyanlıkta iki tanrı olduğu, Tanrı’nın bedensel olarak İsa’yı doğurduğu ve Hıristiyanların yaratılmış olan(Haç)a taptığı gibi – yanlışlarını düzeltmeye çalışır. Eserinde Müslümanların enkarnasyon ve ilahi tabiat konularını bedensel organlar, evlilik ve cinsel ilişki ile ilişkilendirdiklerini söyler.
Anastasios herhangi bir Müslüman yazardan/metinden herhangi bir alıntıda bulunmasa da, İslam’a, daha önce zikredilen yazarlardan daha aşina olduğu görülmektedir. Yine o – Griffith’e göre 690 yıllarında yazılmış olan – “Interrogationes et Responsiones” adlı eserinin 80. sorusunda Şeytanın Adem’e secde etmediği için kovulmasının, Yunanlılara ve Araplara ait bir mit/efsane olduğunu söylese de, aslında bu bir Hıristiyan yazar tarafından bilinen spesifik bir Kur’an ayetine dair somut en eski delil olarak önem arz etmektedir. O zaman için Müslümanların Hıristiyanlara yönelik itirazlarıyla ilgisi bulunmayan ve gündelik hayattaki gözlemlerden elde edilmesi mümkün olmayan böyle bir bilginin, muhtemelen yazılı kaynaklara dayalı detaylı bilgilerin mevcudiyetini belgelemektedir(s. 144-145).
Makalede sunulan bu detaylı bilgilerin daha da detaylı ve derinlikli olarak incelenmesinin İslam’ın erken dönemine ve Kur’an’ın ortaya çıktığı şartlara dair – İslam kaynakları dışında – fevkalade önemli ipuçları sunabileceği, sadece buradaki örneklerden bile kolaylıkla anlaşılmaktadır. Bu ise ilahiyat camiasının İslam araştırmalarında klasik Arapça kaynakların dışındaki bu gibi – İslam’ın erken döneminin çağdaşı olan – pek çok İslam dışı kaynağa da yönelmelerinin ilmi bir gereklilik ve sorumluluk olduğunu gözler önüne sermektedir.
Bu makalede bahsedilen, İslam’ın erken dönemiyle çağdaş olan İslam dışı kaynakların asıl önemi ise, aşırı septiklerin ve revizyonistlerin İslam’ın yazılı kaynaklarına dair kuşkucu tavırlarıyla ilgilidir. Zira onlar genellikle arkeolojik, paleografik vb. nesnel bulgular dışındaki, bu gibi yazılı İslam tarihi kaynaklarının tarihin gerçeklerini sunma adına bir değeri olmadığını ısrarla ileri sürmektedirler. İşte bu gibi yaklaşımların iddialarını değerlendirmede, Müslüman olmayanlara ait bu gibi dokümanların daha da anlamlı hale geleceği kuşkusuzdur. Bu bağlamda makalenin yazarının bu gibi dokümanları değerlendirmede sergilediği titiz ve tarafsız tutum, Müslüman İslam araştırmacılarına da örnek olabilecek düzeydedir.
Tercüme: MEHMET HAYRİ KIRBAŞOĞLU