BEGIN TYPING YOUR SEARCH ABOVE AND PRESS RETURN TO SEARCH. PRESS ESC TO CANCEL

DİRENİŞ, ANTİ EMPERYALİZM, HALKLAR ARASINDA DAYANIŞMA VE ALTERNATİFLER

 

 

BEYRUT ULUSLAR ARASI FORUMU

– Gazze’yi Savunmak: Uygulamaya Yönelik Adımlar-

Beyrut, 16-18 Ocak, 2009, UNESCO Salonu

 

Düzenleyenler:

CCSD(el-Merkezu’l-İstişârî li’d-Dirâsat ve’l-Vesâik)(Beirut) (Araştırma ve      Dökümantasyon Danışma Merkezi – Beyrut)

The National Gathering to Support The Choice of Resistance(Lebanon) (Direniş Milli Cephesi –  Lübnan)

The International Campaign against American and Zionist OccupationCairo Conference) (Amerikan ve Siyonist İşgale Karşı Uluslar arası Kampanya –  Kahire Konferansı)

The  International Forum Against Imperialism(Calcutta – India Conference)  ( Emperyalizme Karşı Uluslar arası Forum – Kalküta- Hindistan Konferansı)

The Stop War Campaign(London)  (Savaşı Durdur Kampanyası  – Londra)

Toplantıyla ilgili genel nitelikteki değerlendirmeleri şöylece özetlemek mümkündür:

  1. Açılış konuşmalarında, Latin Amerika, ABD ve Avrupa ile Asya ve Afrika’dan gelen delegelerle, İslam Ülkeleri’nden katılımcıların tam bir yön ve hedef birliği içerisinde oldukları dikkatlerden kaçmamıştır.
  2. Bilhassa Latin Amerika ile Arap ülkelerinden gelen delegeler arasında sıkı bir dostluk ve samimiyet ilişkisi de hemen göze çarpıyordu.
  3. Toplantının yıldızı Latin Amerika ve Latin Amerika’lı liderler Hugo Chavez ile Evo Morales idi.
  4. İslam ülkelerinden gelen heyetlerin arz ettiği çeşitlilik te dikkat çekici idi: Solun her rengi, Arap Milliyetçileri, İslami hareketler, Şii-Sünni kesimler, sendikalar, medya mensupları, üniversite gençliği, araştırma merkezleri, kadın teşkilatları, yardım dernekleri, Filistinle dayanışma dernekleri, İslam Ulema Birliği, Kızılhaç, Yeşilay, Lübnan’ın çeşitli belediyeleri, siyasi partiler, politikacılar ve bağımsız entelektüeller.
  5. Batı’dan katılımların yoğunluğu da dikkat çeken hususlar arasında yer alıyordu.
  6. Konuşmalarda meseleler sadece işgaller karşısında direniş çerçevesinde değil, bilakis çok daha geniş ve derinlikli olarak, değerler, dünya görüşü, hayat felsefesi ve tarzları çerçevesinde, küresel ölçekli meseleler düzeyinde ele alınmış, ağacı görüp ormanı görememe hatasına karşı bilinçli bir tavır sergilenmiştir. Nitekim İngiliz aktivist Alastair Crooke’un “bir düşünce, yaşayış ve eylem tarzı olarak Direniş”ten söz etmesi de böyle kapsamlı ve derin bir bakış açısının ürünüydü.
  7. Kadınların yoğun katılımı ve katılımcıların çeşitliliği de sevindirici bir başka husus idi.
  8. Açılış oturumunun en önemli yönlerinden birisi ise, “İsrail’i destekleyen kendi hükümetlerine karşı mücadele etmek” gereğini vurgulamakta tereddüt etmeyen Yunanistan heyeti’nin performansı idi. Zira geniş bir katılım gerçekleştiren komşumuz Yunanistan’dan gelen heyet, bilhassa Yunanistan yönetiminin fosfor bombalarını İsrail’e gönderdiklerini kendilerinin ortaya çıkarıp engellediklerini –ancak bu bombaların başka kanallardan İsrail’e ulaştığını – açıkladığında salon bir anda hareketleniverdi. Mamafih komşularımızın performansı bununla da sınırlı değildi; zira Yunan delegasyonundan Karambelias, Batı’da bireycilik ve özgürlük anlayışının, sınırsız cinsel özgürlük, hatta “subyancılık (pedofili)” noktasına kadar vardığı şeklindeki ağır eleştirisinde, “Direniş”in siyasi boyutları kadar, ahlaki değerler boyutlarının da farkında olduğunu göstermiş oluyordu.
  9. Başta DOĞU KONFERANSI delegasyonu olmak üzere Türkiye’den katılan sivil kuruluşlar dışında, Türkiye’nin Lübnan elçisinin veya elçilikten bir yetkilinin bu toplantıyı izlemeye bile değer görmemesi, Türk Dış işlerinin bilinen “monşer” tavrının hala değişmediğini göstermesi bakımından da oldukça anlamlıydı.
  10. Açılışın ardından ikinci günkü ilk oturum Gazze’ye tahsis edildi ve bu oturumda Ali el-Hameneî, Ahmedînijâd, Hugo Chavez gibi liderlerin mesajları okunurken, mesela ülkemizin esamisinin bile okunmamış olması, Türkiye’nin resmi düzeyde hala bu gibi platformlarda “yok” olduğunun son bir göstergesi olarak tarihe geçmiş oldu.

Bu oturumda okunan el-Hameneî’nin bildirisinde, Arap yönetimlerinin “Arap hainler” şeklinde açık ve sert bir dille eleştirilmesi kadar, el-Hâmeneî ve Ahmedînijâd’ın mesajlarına yönelik alkışların çok güçlü olmaması, buna mukabil Hamas temsilcisi Usame Hamdân’ın konuşmasına çok daha güçlü bir alkış desteği verilmesi de kayda değer bir başka nokta idi.

Hamas temsilcisinin, ABD’nin köleleştirme siyasetinin “ortak ve  müttefik” adları altında sürdürüldüğünü, aslında ortada bir ittifak veya ortaklıktan ziyade gerçekte bir köleliğin söz konusu olduğunu söylemesi karşısında, ülkemiz başbakanının kendisini ısrarla ve övünerek “BOP stratejik ortağı ve eş başkanı” olarak nitelendirmesinden dolayı başımızı önümüze eğmekten başka yapacak bir şeyimiz kalmadı.

Gelelim asıl üzerinde durulması gereken konuya,yani bu toplantıyı önemli kılan hususlara :

Elbette bu toplantıyı önemli yapan, yukarıda işaret edilen geniş katılım değildir. Onu önemli yapan belirlenen hedefler ve bu hedeflere ulaşma konusunda tam bir fikir ve eylem birliğinin sergilenebilmiş olmasıdır. Üstelik bu başarı, bölgesel, etnik, ideolojik, dini, v.b. inanılmaz farklılıklara rağmen hayata geçirilebilmiş bir başarıdır. Zira bölgeleri, kültürleri, etnik kimlikleri, din, mezhep, meşrep, dünya görüşü ve ideolojileri arasındaki farklılıklar bu insanların aynı “insani hedefler etrafında” bir araya gelmelerine, dahası birbirlerine kenetlenmelerine engel olamamıştır. Peki bu inanılması hayli zor olan bu birlik ve dayanışma ruhunu oluşturan temel faktör neydi? Bana göre bunun tek bir cevabı vardır: Bu insanlar tek kutuplu, maddeci, kapitalist, hedonist, egoist, emperyalist “egemen dünya” ya karşı   insanlığın, değerlerin, ahlakın ölmediğini haykıran özgür, muhalif, eleştirel ve direnişçi vicdanları temsil ediyorlardı. Roger Garaudy’nin ifadesiyle “gezegeni ve insanlığı bir  felakete, bir yok oluşa sürükleyen küresel güçler”e karşı mücadele veren,“insanlık davası”nın erdemli erleriydi. Ancak etkileyici olan, bu kadar farklı kesimlerin belirlenen hedefler ve izlenmesi gereken stratejiler konusunda, hemen hemen ciddi hiçbir ihtilaf ve gerginlik yaşanmadan, neredeyse tam bir uzlaşma sergilemeleri, hatta karşılıklı sevgiye, empatiyi aşıp sempatiye varan bir duygusallığa kadar işi vardırmalarıydı. Elbette aynı günlerde Gazze’de yaşanan katliamın doğurduğu duygu patlaması da “insan” olanları bir mıknatıs gibi bir araya topluyor, onları birbirine adeta yapıştırıyordu.

Bu sebepledir ki İslami kimliğe sahip olmayan “batılı dostlar” bile, sözlerine “ es-selamu aleykum” diyerek başlamaktan kendilerini alamıyorlardı. Hatta pek çok Batılı dost, Hüsnü Mübarek gibi işbirlikçi Arap liderlerini, tam bir Ortadoğulu direnişçi ağzıyla, aynı dili kullanarak  yerden yere vuruyordu. Alman katılımcılardan birisi Hamas’ın attığı her roketi “Glory” kelimesiyle adeta takdis ediyor, İranlı mütefekkir Dr.Ali Şeriati’nin “Şehitler tarihin köşe taşlarıdır” sözünü hatırlatırken, Gazze, Ortadoğu, Irak ve İslam Dünyası’nın kültürüyle de tanışık ve barışık olduğunu gözler önüne seriyordu.

Hemen herkesin omuzlarında ya Filistin atkısı ya da örtüsü vardı. Hugo Chavez’in resimleri, posterleri, konuşmalarına dair broşürleri Venezüella Anayasası İslam ülkelerinin temsilcileri tarafından kapışılırken, aynı şekilde Filistin, Hizbullah, Hamas, İran, Humeyni ile ilgili dökümanlar Latin Amerika, Hindistan, Amerika ve Avrupa’dan gelenler tarafından kapışılıyordu.

Şii-Sünni çatışmasını tahrik etmek isteyen emperyalistleri ve onların işbirlikçilerini  çatlatırcasına Şii-Sünni dayanışması sergileniyor, Şii karşıtlığı yapan ulema “din tüccarı” olarak damgalanıyor, bu dayanışmayı tescil etmek üzere “2006’da Lübnan zaferi ile “birliği keşfettik”; 2009 da Gazze’de bunu tekid ettik” sözleriyle düşman çatlatılıyordu.

Nâsır’ın kendilerine “Yemen’in bağımsızlığının Filistin’in bağımsızlığından geçtiğini”  öğrettiğini vurgulayan Yemen delegesi hanımefendi ise “Biz, Gazze Sünni değil Mesihî (Hıristiyan) dahi olsa onu destekleriz” diyebilecek bir anlayışa doğru yelken açıyordu.

ABD delegelerinden bir bayan,”Amerika’da ilk defa halkın Gazze katliamını kınamaktan çekinmediğini” biraz da sevinerek ve gururla dile getiriyordu. İngiltere’den gelen bir bayan ise, “Bu toplantının bir önemi de benim gibi, emperyalist bir ülke(İngiltere)nin bağrından gelen  birinin direniş uğrundaki tecrübelerinin burada paylaşılmasıdır” diyerek, toplantının bir başka özelliğine işaret etmiş oluyordu.

“Savaşı Durdur” koalisyonu temsilcisi ise, İngiltere hükümetinin İsrail’e silah satışını durdurması için yaptıkları ve yapacakları çalışmalardan ve gösterilerden söz etti. Hindistan temsilcisi de benzer şekilde, kendi hükümetinin ABD ve İsrail ile olan dostluğunu yerden yere vurmaktan çekinmiyordu.

İtalya’dan bir delegenin dilinden ise “Siyonizm sömürgeciliktir, her sömürgecilikte sadizm vardır, Siyonizm’de bu sadizm zirveye çıkmıştır” şeklinde son derece sert eleştiriler dökülüyordu. Bazı Avrupalılar ise, Siyonist politikalarla Apartheid politikaları arasında benzerlikler olduğunu, hatta Siyonist politikaların daha da kötü olduğunu dile getiriyor, bir başkası ise eleştirisinde “Nazi Siyonist” tabirini kullanmaktan çekinmiyordu. Bu bağlamda Filistinlilerin psikolojisinin, bir diğer katliam kurbanı olan Kızılderililerinkine çok yakın ve benzer olduğu da dile getiriliyordu.

Beyrut’taki Küba büyükelçisi ise “Beyrut Arap Direnişinin merkezidir” şeklindeki sözleriyle direnişi taçlandırıyordu. Bir başkası Ortadoğu’da olan bitenler konusunda Avrupa’nın beyninin yıkandığını, bu beyin yıkama sürecinin bir parçası olarak Gazze katliamı konusunda “Kötü çocuklar (Hamas) iyi çocuklara (!) roket atıyorlar!” sözleriyle gerçeklerin tersyüz edildiğini, Gazze davasını destekleyenlere medyada ambargo uygulandığını açıkça itiraf etmekten çekinmiyordu. Öte yandan Avusturya’lı bir katılımcı, İslamofobia’nın Batı’da bir gerçek olduğunu, keza Siyonizm’in Avrupa’da – bu toplantıdaki gibi rahatlıkla – eleştirilmesinin mümkün olmadığını, Siyonizm’e karşı en güçlü silahın herkese açık “Demokratik Bir Filistin” olduğunu, böyle bir Filistin’in Avrupa’daki anti-siyonist mücadeleye en büyük destek teşkil edeceğini dile getirdi. Bu suretle Batı’nın Filistin davasına destek olması kadar, Filistin’in de bu davada Batı’ya destek vermesinin söz konusu olduğunu dile getirmiş oldu.

Hatta bu meseleyle ilgili olarak, “Arap-İslam-Avrupa Direniş Ekseni” tesisinin gerekliliğinden veya “Doğu Akdeniz-Ortadoğu- Güney Amerika Dayanışması”ndan söz edenler bile oluyor, bu gibi talepler alkışlarla karşılanıyordu.

Sıkı sosyalistler de aynı birlik ve kardeşlik duygusu içerisinde, SSCB’nin çökmesinin sosyalizmin çöktüğü anlamına gelmeyeceğini, bizzat Hz.Peygamber’in ölümünün onun mesajının sonu anlamına gelmeyeceği şeklindeki İslami argümanlar üzerinden termellendirmekte zerre kadar tereddüt göstermediler.

Yine bu sebepledir ki, toplantıya katılanların kahramanları bir yanda Hizbullah ve Hamas’ın liderleri, öte yandan da Hugo Chavez Frias ve Evo Morales idi. Toplantının bir başka dikkat çeken yönü, sanıldığının aksine Batı’dan katılımın zayıf değil, beklenenden kat kat yoğun olmasıydı. Elbette Latin Amerika’nın, bilhassa Venezüella’nın ağırlığı açık bir şekilde görülüyordu. Ama Kıta Avrupa’sı dahil Batı, bu toplantıda asla bir “azınlık” değildi.

Toplantının bir başka olumlu yönü ise kadın katılımcıların sayısının dikkat çekici boyutlarda olmasıydı. Hatta bir Filistinli genç bayanın “ Biz kadınlar olarak sadece savaş kurbanı olmak istemiyoruz, biz silah eğitimi almak ve erkekler gibi şehit olmak istiyoruz” sözleri, toplantıya nasıl bir havanın hakim olduğunu yeterince açıklayıcı olsa gerek. Aynı genç bayanın “el-Fetih”in- Batılılaşmış aydınlarımızın oryantalist kullanımıyla “Fatah” değil-  gençlik tabanının olmadığı eleştirisini dile getirmesi ve “el-Fetih”in yeniden yapılandırılması gereğinden söz etmesi, bölgedeki muhtemel gelişmeler konusunda sanki şimdiden bizlere birtakım ipuçları sunar gibiydi.

Toplantıda benim üzülmeme yol açan tek konuşma, Ebû Ğurayb hapishanesinde işkence görenlerden olduğu söylenen Iraklı delegenin, bu toplantıda Irak işgalinin gündeme gelmemesinin fevkalade üzücü olduğuna dair haklı eleştirisiydi. O kadar haklıydı ki, Iraklı direnişçilerin her gün 60-70  operasyonu “Gazze” adına yaptıklarını duyunca ortada söyleyecek bir söz kalmadı.

Bütün bu olumlu yönlerine rağmen, toplantıda, üzerinde durulması ve tartışılması gereken birtakım sıkıntılı yaklaşımların mevcudiyetine de işaret etmek gerekir. Tartışılması gereken konuların başında ise, küresel bir tehdide, yani gezegenin ve insanlığın karşı karşıya bulunduğu tehdide karşı mücadelenin de küresel ölçekli olması gerektiği halde, bu mücadelenin alanını daraltma anlamına gelebilecek, dar bölgesel ve etnik yaklaşımlar gelmektedir. Üzülerek belirtmek gerekir ki, Münir Şefik gibi Filistin’li bir İslam entelektüelinin bile “birlik”e vurgu yaparken, “Arap birliği” veya “Marksist Birlik” gibi  dar kapsamlı, dolayısıyla sonuçta parçalayıcı olabilecek birlikleri gündeme getirmesi kaygı verici bir yaklaşım olarak değerlendirilebilir. Bilhassa Irak Direnişi’nin Baasçı kanadının, tamamen etnik ve mezhebi temele dayanarak İran’a yönelik bir linç girişimine başvurmaktan çekinmemesi, mesela Türkiye’nin Ortadoğu’ya girme çabalarına birçok Arap devletinin  “Arapçılık” refleksiyle tepki göstermesi, Kuzey Irak’ta Kürt etnik temeline dayalı bir devlet kurulmasına (Türkiye, İran, Irak ve Suriye’nin) Türk-Arap-Fars etnik temelli tepkiler vermesi, bölgede daha kapsamlı ve kuşatıcı “birlik” arayışlarını gerekli kılmaktadır. Zannedildiği gibi burada bir “İslam Birliği” imasında bulunulmamaktadır. Zira İslam birliği, farklı etnik kimliklere sahip Müslüman toplulukları tek bir  İslam çatısı altında toplamak için elverişli olsa da, arap veya acem olsun, gayr-ı Müslim unsurları İslam birliği içerisine dahil etmek için elverişli değildir. Çünkü İslam Dünyası sadece Müslümanlardan ibaret bir dünya olmayıp, ekseriyeti teşkil eden Müslümanların yanında, azımsanmayacak bir Hıristiyan (Nasturî, Kıpti, Maruni, Süryani, v.b.),  Yahudi, Mecusi, Zerdüşt, Asurî, Keldânî unsurun, ayrıca İslam’ı bir din olarak benimsemeyen farklı ideolojilere mensup kesimlerin mevcudiyeti de bir vakıadır. Dolayısıyla Ortadoğu’da ve İslam Dünyasında birliğin sağlanması için en elverişli ortak zemin “İslam  Dini” kavramı değil, olsa olsa “İslam medeniyeti” kavramı olabilir. Zira “İslam” nitelemesini hak etmek ancak Müslüman olmakla mümkün iken, İslam medeniyetine mensup olmak için Müslüman olmak, hatta belli bir dine mensup olmak bile şart değildir. Ne var ki bu yaklaşımın da önünde aşılması gereken birtakım “psiko-sosyal” engellerin olduğu açıktır. Nitekim toplantıda sık sık kullanılan “Arap-İslam” terkibine yönelik olarak sorulan, “Müslüman olmayanların bu terkibin neresinde yer alacağı” sorusunun İran-Arap Diyalogu Forumu temsilcisi  Muhammed Sâdık el-Huseynî tarafından geçiştirilmesi, gayr-ı Müslimleri İslam Dünyasının bir parçası olarak görme konusundaki isteksizliğin üstesinden hala gelinemediğini gözler önüne serdiği gibi; henüz Arap-İslam merkezli bir söylemi gözden geçirmeye, buradan da İslam Dünyasındaki bütün “Direniş” unsurlarını,”Hılfu’l-Fudûl” mantığından hareketle, dini, ideolojik veya etnik kimliklerine bakmaksızın bir bütün olarak kabullenmeye hazırlıklı olunmadığını gösteren bir ipucu idi. Mamafih aynı Muhammed Sâdık el-Huseynî’nin kendisine sorulan yukarıdaki soruya cevap sadedinde “Belki Mişel Suleyman birçok Müslümandan önce Cennet’e girebilir!” şeklinde bir cevap verebilmiş olması,  Hırıstiyanlara karşı takınılan tavrın o kadar da dışlayıcı olmadığının bir göstergesi olarak ta kabul edilebilir.

Kuşkusuz bütün bu notlar bizlerin katıldığı ve siyasi yönü ağır basan oturumlardan edindiğimiz intibaları yansıtmaktadır. Elbette bu “Direniş ve Dayanışma” konusunun iktisadi, hukuki ve medya ile ilgili boyutlarının ele alınmadığı anlamına alınmamalıdır. Zira bu forumda mesele bütün yönleriyle ele alınmış, bilhassa mücadelenin ekonomik boyutunun önemi vurgulanmış, emperyalist ve Siyonist çevrelere sıkı bir ekonomik ambargo ve boykot uygulamanın zorunluluğu kesin bir dille ifade edilmiş, İsrail’e yardım eden ülkelere karşı büyük bir cephe oluşturarak, İsrail’in arkasındakilere karşı da mücadele etmek gerektiği ifade edilmiştir. Bu bağlamda Cem Somel hocamızın bir oturumda sivil biri gibi değil de bir diplomat ağzıyla konuştuğu için eleştirdiği Suriye’li bir milletvekili’nin, Amerikanlaştırma ile eş anlamlı olduğunu söylediği “Küreselleşme”ye karşı mücadelede insanımızı bilinçlendirmenin ve güçlü bir milli ekonominin önemine dikkat çeken konuşmasının ardından söylediği “Kendi ürettiğimizi yiyoruz, giyiyoruz ve hürüz !” sözü de bana üzerinde düşünülmeye değer bir tespit gibi geldi.

Forumun özellikle bizler, dolayısıyla ülkemiz açısından üzerinde durulması gereken önemli bir yönü, Türkiye’nin Ortadoğu politikaları konusundaki eksik, tek yanlı, hatta yanlış bilgilerin  İslam Dünyasında son derece yaygın oluşu, İslam Dünyasının entelektüellerinin bu durumun farkında olmaması, kendilerine gerekli açıklamalar yapıldığında ise bu durumu kabullenmemekte ısrar  etmesidir. Mesela Türkiye’nin Irak’ın  işgalinde topraklarını ABD’ne açmadığı çok sık  tekrarlanan ve bu toplantıda da dile getirilen bir husus  olduğu halde, 1 Mart’ta tezkerenin reddinden sonra 1 Eylül 2004 tarihinde resmi gazetede yayımlanan, aynı AKP hükümetinin Dışişleri bakanlığı tebliği sayesinde 7 hava ve 6 deniz üssünün ABD’nin askeri amaçlı kullanımına açıldığından hemen hemen hiç kimsenin haberinin olmaması dediğimizi doğrular niteliktedir. Keza İsrailli pilotların Konya askeri hava üssünde eğitim yaptıkları, Gazze katliamından dört gün önce İsrail ile 167 milyon dolarlık bir silah anlaşmasının AKP hükümeti tarafından imzalandığı, hükümetin iddialarını aksine Olmert’in Ankara ziyaretinde Gazze saldırısının gündeme geldiği ve bu hususun İsrailli yetkililer tarafından açıkça ifade edildiği neredeyse İslam Dünyasındaki entelijansiyanın tamamen  meçhulü olan gelişmelerdir. Mamafih bütün bu konulardaki bilgi kirlenmesini ortadan kaldırmaya yönelik çabaları dolayısıyla, bilhassa DOĞU KONFERANSI delegasyonunun toplantıda önemli bir işlev gördüğünü, dolayısıyla bu gibi toplantılara katılmanın ne kadar önemli ve yararlı olduğunun açıkça görüldüğünü de bu vesileyle ifade etmekte yarar vardır. Elbette forumun etkisi sadece toplantı salonlarındaki oturumlarla sınırlı değildi. Bilakis dört kıtadan gelen yüzlerce katılımcının birbirleriyle tanışmaları, bilgi alış verinde bulunmaları, Beyrut’taki radyo ve televizyonlardaki programlara yoğun bir şekilde katılmaları da bu forumun müspet sonuçları arasında zikredilmesi gereken hususlardır. Bu çerçevede DOĞU KONFERANSI  delegasyonu olarak bizler de, başta el-Menâr TV olmak üzere bazı kanallarda gerçekleştirdiğimiz programlarda, ülkemizdeki gelişmelere ve bilhassa Gazze işgali ve katliamı konusundaki resmi tavra dair objektif bilgiler vermeye çalıştıysak da, Türkiye’nin dış politikası konusunda İslam Dünyasında sözünü ettiğimiz bilgi kirlenmesi ve eksikliği sebebiyle, yaptığımız değerlendirmeler program sunucusu tarafından “hayli köşeli” olarak nitelendirilmekten kurtulamadı.

Bu vesileyle böylesi dev bir forumu  ciddi bir aksama olmadan başarıyla yürüten organizasyona heyetine  ve  Ğubeyri ve  Sayda belediye başkanlarına, ayrıca ülkemizden güçlü bir katılımın gerçekleştirilmesinde ilgi, destek ve yardımlarını esirgemeyen Doğu Konferansı Lübnan temsilcisi Prof.Dr.Muhammed Nureddin’e sergiledikleri sıcak ilgi ve misafirperverlikten dolayı ve nihayet bu foruma katılabilmemiz için heyetimize maddi destekte bulunan dostlarımıza  teşekkür borçlu olduğumuzu da belirtmek isteriz.

Toplantıyı özetlemek gerekirse, kanaatimce bazı delegelerin şu sözleri bu konuda söylemek istediklerimizi  ifade etmek için  yeter de artar niteliktedir: “Bu toplantı Gazze’deki askeri direnişin politik başarısının da bir sonucudur, çünkü bu toplantı bu kadar farklı kesimleri bir araya getirmeyi de başarabilmiştir”

“ Bu toplantı  (dıştaki) Uluslararası Direniş Cephesi ile (içteki) Gazze Direnişi arasında bağ kurma girişimidir.”