Geleneğimize uyarak, ilk olarak buluşacağımız siz değerli okuyucularımıza , bundan sonra yazacaklarımı hangi zaviyeden kaleme alacağım hakkında fikir veren bir mukaddime ile “merhaba” demek istiyorum.
Memleketimizde yaygın olan etiketleme ve damgalama hastalığının farkında olan birisi sıfatıyla, muhterem okuyucularımıza yapacağım değerlendirme, tahlil ve tenkitleri takdim etmeden önce, açık ve net olarak nerede durduğumu ve hangi bakış açısına sahip olduğumu ileterek satırlarıma başlamam yerinde olacaktır.
Memleketimizdeki hiçbir siyasi partiye üye değilim, hiçbir dini cemaat ya da guruba da mensubiyetim yoktur. İlim ve fikir alanında da hiçbir mezhep, meşrep, fırka, akım ve oluşum arasında ayırım yapmam, her birisinin hakikat adına sahip olduğu pek çok şey olduğunu düşünürüm. Bir başka ifadeyle hakikatleri bulduğuna inanan, dolayısıyla kendi hakikatlerini ve doğrularını sorgulama, tenkid ve araştırma ihtiyacı hissetmeyenlerden değilim. İlmi ve fikri açıdan tenkid zihniyetinden ve eleştirel akıldan vazgeçmediğim gibi, siyasi açıdan da daima muhalif olmayı, muhalif kalmayı ve -inşallah- muhalif olarak ölmeyi tercih eden biriyim.
Buna rağmen aklım erdiğinden beri daha ziyade MYÖTB(Manisa Yüksek Öğrenim Talebe Birliği), MTTB(Milli Türk Talebe Birliği), Milli Görüş Hareketi ve AKP gibi dindar çevrelere yakın durdum. Talebelik yıllarımda mezkur talebe teşkilatlarında cemiyetçilik yaptıktan sonra, üniversitede ilim ve fikir alanında yoluma devam etmeyi tercih ettim ve bilinçli olarak aktif cemiyetçilikten kendimi çektim. Uzun yıllar sonrasında Prof.Dr. Mehmet BEKAROĞLU’nun Trabzon’da 1993 yılında düzenlediği “I.İslam Düşüncesi Sempozyumu”nda ilk defa sol, liberal, v.d. çevrelerle bir araya gelme tecrübesini yaşadım. Bu tecrübe beni, meselelere daha geniş ve çok yönlü bir şekilde bakmaya sevk etti. Nitekim daha sonraki yıllarda on yıl kadar LDT(Liberal Düşünce Topluluğu) çevresiyle beraber oldum, onlar sayesinde Liberalizm akımına dair fikir sahibi oldum, fakat Sorosçuluk yapılmasına karşı çıktığım için yaptığımız sert bir tartışmadan sonra, yollarımız ayrıldı. Ama bütün bu gelişmelere rağmen hala bir anlamda “fildişi kule”den inmiş sayılmazdım. Ta ki, bütün Müslümanların ve dünyanın gözü önünde “göz göre göre” Filistin’in ardından Bosna-Hersek de işgal edilinceye kadar. Bu işgal ve katliam üzerine dayanamadım ve BDG(Bosna Dayanışma Gurubu)’nda aktif görev aldım. Tam Bosna-Hersek yaramız biraz iyileşiyordu ki, bu defa Irak’ın işgali ile yüz yüze geldik. Irak’ın işgal edilmesi karşısında da yine dayanamadım ve elli yaşından sonra tekrar, ama bu defa sıkı bir cemiyetçilik yapmak üzere “sivil toplum” alanına döndüm, daha doğrusu kendimi DKG(DOĞU KONFERANSI GİRİŞİMİ) üyeleri arasında buluverdim. Doğu Konferansı benim yakından tanımadığım bir çevreyle, sol, sosyalist, Marksist v.b.kesimlerle de yakından tanışmamı, hatta ortak çalışma ve işbirliği yapmamı sağladı. Doğu Konferansı emperyalizme, sömürgeciliğe, küresel kapitalizme, işgal ve katliamlara, çevre karşıtı gelişmelere karşı mücadele etmek gibi bir ortak payda etrafında toplanan “vicdanı ölmemiş” entelektüellerin hareketi olduğundan, tabii olarak İslam Dünyasındaki benzer eğilime sahip çevrelerle işbirliğine gitmiş, bu da bana ülkemizdekine ilaveten İslam Dünyasındaki diğer mezhepleri (Şii /İmami, Zeydi, Nusayri, Dürzi) sol, sosyalist, Marksist, Troçkist çevreleri, hatta direniş yanlısı “Hıristiyan(Mesîhî)” çevreleri ve bu çevrelere mensup entelektüelleri, aktivistleri tanıma imkanı bahşetmişti.
İşte bir yandan bütün bu farklılıkları tanımaya ve bu farklılıkların sunduğu sınırsız imkanları keşfetmeye, öte yandan ise teori ile pratik, düşünce ile eylem etkileşiminin önemini kavramaya yol açan bütün bu tecrübeler sayesindedir ki, “fikirde eleştirel, eylemde muhalif” çizgiye olan bağlılığım her geçen gün giderek güçlenmekte, bu ise insana inanılmaz bir öz güven, sonu gelmez bir arayış duygusu ilham etmekte, bitmek bilmeyen bir dinamizm kaynağı sunarak, insanın daima ileriye bakabilme, umudu yitirmeme, asla boyun eğmeme azmini arttırmaktadır.
İşte böylesi bir halet-i ruhiyeye, böylesi bir bakış açısına sahip olmama rağmen, madde ve mânâ planında hayatı benim için anlamlı kılan şeyin “İSLAM” olduğunu, bu İslam’ın atalarımızdan devraldığımız ve bir mirasyedi gibi habire tükettiğimiz, üzerine bir şey eklemediğimiz, eksiklerini tamamlamadığımız, yanlışlarını düzeltmediğimiz, kabul edilmesi gerekenleri kabul, reddedilmesi gerekenleri reddetmediğimiz “müzelik” bir şey asla değildir. Yine benim İslam’ım, bilerek veya bilmeyerek, sömürgecilerin, emperyalistlerin, işgalcilerin, kapitalistlerin, hırsızların, yüzsüzlerin, ahlaksızların, kısacası gezegene ve insanlığa karşı bütün gelişmelerin ekmeğine yağ süren, onlara boyun eğen, hatta onlarla işbirlikçilik yapmaktan geri kalmayan bir “Karşı Din” asla değildir. Bu sebepledir ki bundan sonra sizlerle paylaşacağım düşüncelerimi “teopolitik” başlığı altında sunmaya çalışacağım. Çünkü İslam, nefsimizin, ailemizin, ülkemizin, bölgemizin ve bütün gezegenin geleceğini konuşmak ve tartışmak anlamında “Siyaset”in ta kendisidir; Allah’ın yeryüzüne ve bütün insanlığa yönelik projesinin adıdır İslam. Bu bakımdan sizlere “Din” ile “Siyaset” in kesiştiği bir yerden meselelere yaklaşacağımı, politik bilincin dini bilinç ile iç içe, hatta aynı şey olduğunu vurgulamaktan asla geri durmayacağımı, dolayısıyla İslam’ı sulandıran, onu cebini doldurmak için bir rant ve meşhur olmak için bir reyting aracı olarak gören medya vaizleri veya başını deve kuşu gibi kuma sokmuş olan hayız-nifas uleması ile uzaktan yakından bir ilgim olmadığını da bilmenizi isterim.
İşte böyle düşünen mütevazi bir ilim ve fikir yolcusunun memleket, ümmet ve beşeriyet meselelerine dair kanaatlerini sizlerle paylaşma imkanı sunan “FİKİR ZAMANI” gönüllülerine ve zamanın fikir ve eylem zamanı olduğuna inanan siz değerli okuyucularına en derin hürmetlerimi sunar, birlikteliğimizin hayırlara vesile olmasını Cenab-ı Hak’tan niyaz ederim.