- Üniversitelerimiz konusundaki en büyük sıkıntı, ideolojik fanatizmin ve dogmatik eğilimlerin olumsuz etkilerinden arındırılamamış olmasından kaynaklanmaktadır.
- Önemli bir diğer sıkıntı üniversitelerin bilimsel bilgi üretme konusundaki yetersizliğidir. Daha önceki YÖK başkanlarının kamuoyunu yönlendirmek için yapılan bilimsel faaliyet ve yayımların sadece “kantite”sine dikkat çekmeleri, “kalite” konusunda suskun kalmaları aslında durumu açıkça gözler önüne sermektedir. Dünya üniversiteleri arasında Türkiye üniversitelerinin dikkat çekici bir ağırlığından söz etmek ne kadar mümkündür? Her biri kendi alanında dünya çapında parmakla işaret edilen ilim adamları yetişmedikçe, ülkemizde bilimsel faaliyetlerin başarılı olduğundan dem vurmak fevkalade aldatıcıdır.
- Bu durumun ortaya çıkışında motivasyon ve oryantasyon yetersizliği yanında sistemik problemler de vardır ki, bunların başında ciddi ve gerçekçi bir performans ölçümünün olmayışı, bu sebeple üniversitelerin birer tembelhaneye dönüşmüş olması gelmektedir. Zira sistem gereğince üniversiteye intisap eden bir kimse, mesela 40 yaşında doçent olduktan sonra, emeklilik yaşı olan 67’ye kadar tam 27 yıl hiçbir araştırma yapmasa, tek satır kalem oynatmasa, derslere de asistanlarını soksa, maaşını tıkır tıkır alabilir, kimse de ona bu konuda hesap sormaz. Böyle bir sitemin, akademik camiaya yakışmayan bir tür sömürü ve vurgun düzeni, bir tür saltanat olduğunu söylemek abartı olmasa gerektir. Aslında bu eleştiri bütün devlet memurlukları için de eşit şekilde geçerlidir ki, temel problem de devlet memurluğunun bir tür saltanata dönüştürülmüş olmasıdır.
- Bu durumun önüne geçmek için mutlaka akademik ve idari kadroların, performans ölçümüne dayalı olarak belli sürelerle anlaşmalarının yenilenmesine dayalı, çalışanın mükafatlandırıldığı, çalışıp üretmeyenin işine son verilebildiği bir sisteme geçilmesi gerekmektedir. Tabiatıyla mevcut şartlarda rekabete ve performans ölçümüne dayalı bir sistemin ülkede yürütülebilmesi için, teşvik unsurlarının artırılıp güçlendirilmesi şarttır. Aksi takdirde üniversitelere öğretim elemanı bulmak ta güçleşecektir.
- Üniversitelerde hasbelkader akademik kadroya geçmiş olan, ama aslında araştırmacılık ve bilimsel zihniyetle alakası olmayan, malumu ilam, hasılı tahsili ilim zanneden, popülizm yapan, akademik ünvanlarını makam mevki, nüfuz ve çıkar elde etmek için kullanan, azımsanmayacak sayıda eleman olduğu kimseye gizli değildir. Bu gibilerin tasfiyesi için, başlangıç olarak öğretici ve araştırmacı ayrımına gidilebilir, ehil olmayanlara araştırmacı bilim adamlığı değil sadece ders vermekle yükümlü öğretim elemanı(lecturer) statüsü tanınabilir. Bilimsel araştırma yapabilecek ve bilgi üretebilecek olanlar ise asıl akademik kadrolarda, maddi ve manevi teşvik unsurlarının güçlendirilmesi suretiyle üretime yönlendirilebilir.
- Akademik çalışmaların (özellikle Y.Lisans ve doktora tezlerinin savunmalarının) geniş kitleler huzurunda gerçekleştirildiği, hatta radyo ve televizyonlarda yayımlandığı pek çok İslam ülkesiyle mukayese edildiğinde ülkemizde tez savunmalarının genellikle kapalı kapılar ardında ve kamuoyunun gözlerinden uzak bir şekilde gerçekleştirilmesi, pek çok iltimas, kayırma ve usulsüzlükleri de beraberinde getirmektedir. Bu sebeple en azından tez savunmalarının mutlaka görüntülü kayıt altına alınması, şeffaflığın sağlanması, kalitenin yükseltilmesine katkıda bulunacaktır.
- Özellikle doktora tez yönetmeliklerinin âmir hükmü olan “orijinalite” şartı maalesef sık sık göz ardı edilmekte, bir konuda bir kitap yazmakla tez yazmak karıştırılmakta, bilinenlerin bir araya getirildiği derlemeler bilimsel tez muamelesi görmekte, maalesef bu durumu savunmakta tereddüt etmeyen akademisyenler üniversitelerimizde kol gezmektedir.
- Lisans ve doktora programları için gerekli şartlar, eğitim süreci, yeterlilik, tezlerde bulunması gereken standartlar ve tez savunma esasları bakımından da üniversiteler arasında dağlar kadar fark vardır. Bu durumun düzeltilmesi için mutlaka temel konularda standart birliğinin sağlanması cihetine gidilmelidir.
- Bilimsel kalitenin düşük olmasının bir diğer sebebi de akademik kurulların formalite icabı yapılan toplantılara dönüş(türül)müş olmasıdır. (Mesela fakültemizde yapılan akademik kurullarda okunan akademik faaliyet raporlarının parmak kaldırıp indirilmesi suretiyle oylamakla yetinilmesi dışında, ciddi olarak tartışıldığını ben hiç görmedim.
- Bazı üniversitelerimizde(mesela Ankara Üniversitesi) bir merkez kütüphanesinin bile olmaması, kütüphanelerin mesai saati sonunda kapatılması, araştırmacı ve öğrencileri araştırmadan uzaklaştırmaktadır. (Mesela A.Ü.İlahiyat fakültesi öğrenci ve hocaları, İslam’a dair pek çok İngilizce kitap ve makaleyi, ya ODTÜ ya da BİLKENT merkez kütüphanelerinden temin etme cihetine gitmektedirler). Halbuki 20 yıl önce Suudi Arabistan’da bile, çalıştığım üniversitenin merkez kütüphanesi 24 saat açık tutulmaktaydı. Ülkemizde de bu tür bir uygulamaya acilen ihtiyaç vardır.
- Üniversitelerimizin büyük ölçüde Batı yönelimli olması, Batıda geliştirilmiş metot ve teknikleri, modelleri ve şablonları ülkemiz gerçeklerini göz ardı ederek aynen uygulamaya çalışmaları, daha doğrusu kopyalamaları da, sağlıklı sonuçların elde edilmesini engellemekte, üniversitelerin ülke kalkınmasına ve meselelerin çözümüne katkıda bulunmasına mani olmaktadır.
- Bu bağlamda Batı yönelimlilik, ülkemiz üniversitelerinin, komşumuz olan pek çok ülke üniversiteleri ile tanışmasına, işbirliği yapmasına da engel olduğu söylenebilir. Nitekim mesela günümüz Rusya’sı, İran ve komşu diğer İslam ülkeleri ile olan akademik ilişki düzeyi fevkalade düşüktür. Halbuki bu ülkelerde ilmi açıdan fevkalade önemli bilimsel gelişmeler yaşanmakta, ülkemiz ise bunlardan habersiz bulunmaktadır. Buna mukabil aynı Batı, bu ülkelerle fevkalade sıkı ve sıcak ilişkiler içerisinde, hummalı bir faaliyet yürütmeye devam etmektedir. (Mesela Yemen’de bir cami restorasyonu esnasında buluna çok eski Kur’an elyazmalarının yaklaşık on bin pozluk arşivinin, buralara yüzyıllarca hükmetmiş Osmanlı’nın varisi olarak ülkemizde değil de Almanya’da bulunması, İslam Dünyasının baştan aşağıya Batılı araştırma merkezleri ile örümcek ağı gibi örülmüş olması, buna mukabil ülkemizin bu coğrafyada “yok” olması izahı mümkün olan bir durum değildir).
- Bu noktadan hareketle, ekonomik ve siyasi ilişkilerimizin giderek güçlendiği bu gibi “DOĞU” ülkeleriyle ilim, fikir, kültür ve sanat alanlarında da ilişkilerimizin süratle güçlendirilmesi, akıl-mantık gereği olsa gerektir.
- Bu ülkelerle son derece sıkı ilişkiler içerisinde olan gelişmiş “BATI” ülkelerinin akademisyen, entelektüel ve sanatçıları Arapça , Farsça ve Rusça başta olmak üzere bu bölge ülkelerinin dillerini ustalıkla kullanabilir oldukları halde, ülkemizde bu dilleri bu düzeyde bilen akademisyen, entelektüel ve sanatçının sayısının, bir elin parmaklarını geçmemesi anlaşılır gibi değildir. Bu bakımdan bölgemiz ülkeleriyle akademik, kültürel ve entelektüel ilişkileri geliştirebilmek için bu dillerin yaygınlaştırılmasının teşvik edilmesi gerektiği ortadadır.
- Bu süreçte yol alabilecek akademisyenlerin yurtdışı toplantılara katılması, faaliyetlere iştirak edebilmesi için gerekli maddi destek, akademisyenlere objektif olarak sağlanmalıdır. Bu amaca yönelik projelere destek verilmelidir.
- Başta İlahiyat Fakülteleri olmak üzere sık sık program değişikliğine gidilmesinin doğurduğu istikrarsızlık ve belirsizlik eğitim kalitesini fevkalade düşürmektedir. Mesela şu anda fakültemiz son sınıf öğrencileri içerisinde bir Kur’an ayetini bile doğru okumakta zorlanan ve harekelemekte güçlük çekenlerin sayısı çoğunluktadır. Zira İlahiyat eğitiminin temeli olan Arapça ve Farsça ve tabii Osmanlıca öğrenimi adeta bilinçli olarak zayıflatılmıştır ki, dünyada Arapça ve Farsça konuşup yazamayan İlahiyatçı akademisyenlerin bulunduğu tek ülkenin, ülkemiz Türkiye olduğu göz önüne alınacak olursa,durumun vahameti kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
- İlahiyat Fakülteleri program geliştirme çalışmalarında A.Ü.İlahiyat fakültesinin belirleyici, hatta tekelci rolü gözden geçirilmeli ve taşra fakültelerini dışlayan yaklaşımlar yerine, katılımcı bir yaklaşım egemen kılınmalıdır.
- Bilhassa Sosyal Bilimler enstitülerinin etkin ve etkili olup olmadığı tartışılmalı, verimi ve kaliteyi yükseltmeye yarayıp yaramadığı sorgulanmalıdır. Kanaatimce enstitüler müstakil binalarda, müstakil kadroları olan bağımsız birimler haline getirilmelidir.
- Üniversitelerde yapılan bilimsel araştırmaların genel kitlelere intikali, gerekenlerin yayımlanması ve kamuoyunun istifadesine arz edilmesi için çözüm arayışlarına girişilmelidir. Özellikle piyasa kitabı olarak yayımlanması mümkün olmayan, ama yayımlanmasında fevkalade yarar olan eserlerin yayımlanması için birtakım adımlar atılmalıdır. YÖK bu konuda öncü ve yönlendirici bir rol oynayabilir ve resmi ve özel sektörleri bu hedef yönlendirici bir işlev görebilir.