ESAM ÇARŞAMBA KONFERANSLARI
Sayın bakanım değerli dostlar zaten salonun büyük bir kısmı yakın dost çevremizden insanlar, önce ben teşrifinizden dolayı teşekkürlerimi sunarak sözlerime başlamak istiyorum, şeref verdiniz bizi dinleme zahmetinde bulunduğunuz için teşekkürlerimi sunuyorum. sizlerle birlikte düşüncelerimi paylaşma imkanını sunduğu için Esam’a ve saygıdeğer Arif hocama da teşekkürlerimi sunuyorum. Ele almak istediğim konu aslında akademik bir konu olmaktan ziyade İslam dünyası için ve biz Müslümanlar için var oluşsal önemi olan bir problem. Zaten ilahiyat mesleğini de benim icra edişimdeki temel sebep de aslında akademik bir endişeden, bir meslek edinmekten ziyade gençlik yıllarından itibaren bu yolda hizmet etmek üzere yönlendirilip yetiştirilmiş olduğumuzdan dolayıdır yani bir ideal için bu mesleği seçtik adım, adım bu mesleğe hazırlandık büyüklerimiz ağabeylerimiz hocalarımız tarafından ve ben Müslümanlığı yaşanması hayata geçirilmesi gereken bir hedef ideal olarak kabul eden ve bunu sağlıklı bir biçim de gerçekleştire bilmek için İslam konusunda bilimsel bilginin zorunlu kaçınılmaz olduğuna inanan ve bu noktaya gelmiş bir insanım bütün çalışmalarım, akademik düzeyde yapılan çalışmalarım bile aslında netice itibariyle yeryüzünde İslami bir var oluşun imkanlarını araştırmak ve imkan nispetinde bu var oluşu, İslami var oluşu gerçekleştirmek için katkıda bulunmaktır. Bu her Müslümanın tabii görevidir bu perspektiften yola çıkıldığında zaten İslam ve İslam birliği konusu her Müslüman için bir siyasi proje olmak tan önce dindarlılığının olmazsa olmaz temel bir parçasıdır, çünkü Kuranda pek çok ayet çok açık bir biçimde Müslümanlar arasındaki yegane bağın onları bir araya getiren bağın etnik, kültürel cins veya statü olmadığını, sadece ve sadece bu dinin ideallerine müştereken bağlanmanın yeterli olduğunu, Müslüman olmanın İslam kardeşliği ortak paydasında buluşmak olduğunu Kuran-ı kerim 1400 seneden beri zaten güçlü bir sesle haykırıyor bu noktada ilmi açıdan, düşünce açısından, akademik açıdan her hangi bir problem yok. Burada benim ele almak istediğim konu daha ziyade bunu müşahhas bir projeye dönüştürmek veya bu İslam birliğini, filen gerçekleştirilmesi mümkün olan bir hedef haline getirmek ve bu hedefe ulaşmak için İslam dünyasında acaba ne gibi gelişmeler var bu gelişmeleri sizlerle paylaşmak ve geleceğe yönelik müştereken ortak bir projeksiyon yapmak yani gelecekte hangi adımları atmamız uygun olur neler yapabiliriz bu konularda bir fikir jimnastiği yapmak bunu yaparken de sadece bir ilahiyatçı olarak sahip olduğum teorik bilgiyle değil de, Arif hocamın dediği gibi İslam dünyasıyla 1975 li yıllardan itibaren ilgilenen, yani 30 senedir aşağı yukarı şu veya bu oranda İslam dünyasında kısalı uzunlu süreler içerisinde bulunma imkanım olan biri olarak, ama özelikle son 2 yıl içerisinde bilhassa doğu konferansı girişimi çerçevesinde İslam dünyasının hemen hemen pek çok ülkesini gezme oradaki entelektüellerle irtibatta bulunma ve ortak bir takım projelerde yer alma ve bu suretle de İslam dünyasının şu anda karşı karşıya olduğu problemleri çözüm için fikir üretme sürecini bire bir yaşayan biri olarak hem intibalarımı hem o bölgelerdeki gelişmeleri de katarak bu konuyu ele almak istiyorum. Şimdi İslam birliği kuran-ı kerimde ilk defa temelleri atılmış bir ideal olmasına rağmen bu günkü İslam dünyasında algılanan şekliyle bir İslam birliği fikri aslında 19.yüzyılda Cemalettin AFGANİ ile başlayan ve sonra Sultan Abdülhamit Hanın da siyasi alanda Pan-İslamizm ideolojisini veya Pan-İslamizm idealini desteklemesiyle gelişen bir fikirdir. Aynı zamanda Osmanlının son döneminde ortaya çıkan üç hareketten bir tanesi. Osmanlı yıkılmaya maruz kaldığı zaman üç temel fikir akımı vardı; yıkılmadan kurtulmak için bir kısım kesimler Türkçülük yani Türk ortak paydasında birleşerek Osmanlı imparatorluğunu ayak kaldırmak gerektiğini söylüyorlardı bir kısmı İslamcılık projesinden yola çıkıyordu, bunun dışında Osmanlıcılık vardı. Benim burada üzerinde durmak istediğim İslamcılık başlığı altında ele alınacak olan ve Sultan Abdülhamit Hanın siyasi düzlemde Pan-İslamizim olarak, Cemalettin Afgani’nin de fikri ve entelektüel temellerde ele almaya çalıştığı bir harekettir. Bu hareket 19. ve 20. yüzyıldaki bütün İslami hareketlere aşağı yukarı damgasını vurmuştur, dolayısı ile bu noktada 20. yüzyıldaki İslam dünyasındaki gelişmelerin en temel karakteristiğinin ümmet fikri yani bütün Müslümanların birliği fikri olduğunu rahatlıkla söyleye bilirim. Ancak Afgani’nin ortaya attığı bu fikir çeşitli renklere bürünerek İslam dünyasında zaman zaman tezahür etmiş tecelli etmiştir. Bunlar bazen Hilafet hareketleri olarak ortaya çıkmıştır, bazen de İslamcılık hareketi olarak günümüzde olduğu gibi devam etmektedir. Yakın zamanlarda D-8 ler hareketi olarak ortaya çıkmıştır, daha yakın gelişme ise özellikle İran İslam devriminden sonra İslam dünyasında İran İslam devriminin Müslümanlara aşıladığı kendine duyulan özgüvenden dolayı Müslümanların tekrar birleşebilecekleri ve bir arada hareket edebilecekleri fikrini yeniden güçlendirmesiyle bu İslam birliği fikri tekrar güç kazanmıştır. Şimdi bu düşünce bu güne kadar ittihat-ı İslam düşüncesi veya Hilafet hareketi yada İslamcılık hareketleri olarak bunların en temel özelliği sivil hareketler olmasıdır. Sultan Abdülhamit Hanın projesini dışarıda bırakacak olursak –zira Sultan Abdülhamit Han her nekadar bu konuda bir takım ulemayı ve düşünce adamlarını da yanına almaya çalışmışsa da temelinde onunki siyasi bir harekettir -Cemalettin Afgani’nin veyahut da günümüzdeki İslamcılık hareketlerinin, hilafet hareketlerinin bunun içerisine hilafet hareketleri derken Hindistan-Pakistan bölgesindeki hilafet hareketlerini de buna katabiliriz, Hizbu’t-Tahrir ve benzeri kuruluşların bir ideoloji haline getirmeye çalıştığı hilafet hareketleri de buna katılabilir, bunlar sonuç itibariyle bütün Müslümanların bir arada olmaları ve siyasi, ekonomik, askeri kültürel işbirliği yaparak ortak hareket etmeleri gerektiği fikrini işleyen İslam dünyasındaki çeşitli hareketlerdir. Bu hareketlerin önünde dağılma sürekli bir engel oluşturmuştur, bir başka ifadeyle bu engel ulus devlet yapılarıdır. Çünkü İslam dünyası ve Osmanlı imparatorluğu parçalandıktan sonra bölgede birtakım suni sınırlar çizilerek bölgedeki devlet yapıları mümkün olduğunca küçük parçalar halinde bölünmüş ve ondan sonra bu ülkelerin, bu devletlerin bir araya gelmelerini engellemek için gerekli sürtüşme noktaları ortada bırakılmış ve bu İslam ülkelerinin birleşmeleri engellenmeye çalışılmıştır. Bugün gelinen noktada büyük orta doğu projesi ve benzeri projeler ise bu parçalanmış olan Osmanlı imparatorluğunu daha mikro düzeyde parçalama çabasıdır. Bu konuya daha sonra tekrar geleceğiz. İşte İslam ülkeleri arasında İslam konferansı gibi bir takım teşebbüslerin yapılmış olması ki İslam konferansı birleşmiş milletler modelinin İslam dünyası için geliştirilmiş bir örneğidir, ancak İslam konferansı örgütü ve diğer bir takım kuruluşların varlığına ve bu yönde sarf edilen çabalara rağmen İslam birliği henüz bu noktada müşahhas adımların atıldığı müşahhas bir projeye dönüşememiştir. Bunun da önünde iki temel engel vardır: birincisi bu İslam birliğinin siyasi iradeler eliyle gerçekleştirilmek istenmesinin getirdiği zorluklardır; zira bu İslam ülkelerinde Mağribten Endonezya’ya kadar bütün ülkelerde büyük ölçüde Batının çıkarlarını temsil eden veyahut da kendi saltanat çıkarlarını ön plana alan, bunun için de İslam ümmetinin menfaatlerini ikinci plana itebilen yönetimlerin varlığı ciddi bir engel oluşturmaktadır. Şimdi bakın Mağribten itibaren bütün ülkelere bakın hepsinde despotik yapılar ve yönetimler vardır. Fasda krallık vardı, kral vardı oğlu geldi yine kral oldu . Sonra geçin Cezayirde bir demokrasi tecrübesi yaşandı fakat bu yine Batı destekli baskılarla geriye püskürtüldü. Ondan sonra Libya var tek adam yönetimi, Tunus en az Türkiye’deki kadar baskıcı despot bir yönetim söz konusu, Mısır’da yine tek adam yönetimi var. Ürdün krallık, Irak tek adam yönetimi, Suudi Arabistan krallık, ondan sonra Suriye’de hala tek adam yönetimi var. Hafız Esat dönemindekinden nispeten daha iyi olsa da. Türkiye’de zaten belli bir ideolojinin egemenliğine dayalı bir tür oligarşik despotizim var. Yine milletin iradesini yansıtmayan ve milletin iradesine ipotek koyan baskıcı bir yönetim söz konusu idi İran’da, zira Şah vardı, Pakistanda şu anda askeri yönetimler var, Sudan ‘da her ne kadar demokratik bir yapı var ise de sonuç itibariyle uzun süre bir generalin, bir askerin yönetiminde Sudan daki yönetimin yapılandırıldığını unutmamak lazım. Dolayısı ile bu siyasi yapıların kendi çıkarlarını ön plana almalarından dolayı İslam birliğinin, Müslümanların bir araya gelip bir birlik oluşturmalarının önüne bizatihi kendileri engel teşkil etmişlerdir. tabii bu Milliyetçilik, kavmiyetçilik, bölgecilik, İslam birliğini gerçekleştirme önünde esas en büyük engeldir. Bunlar bu noktada özellikle İslam ülkelerinin bir araya gelmesini engellemek için dışarıdan içeriye sokulmuş olan bir takım ideolojiler veya düşüncelerdir. Bunlar içerisinde etnik temele dayanan bir yaklaşım özellikle Orta Doğu da Arapçılık/ Baas hareketi, ardından 1960-1970 li yıllarda sosyalizmin yükselen değer olduğu dönemlerde bu gibi ideolojiler İslam birliğinin önünde bir engel teşkil etmiş ve daha ziyade Arap birliği şu anda da bir Arap birliği kuruluşu var büyük ölçüde Arapların birliğini merkeze alan bir birliktelik çabası sergilenmiştir. Onun dışında İran kendi çevresinde Şii dünyasını merkeze alan bir yapılanma içerisine gitmiştir. Uzak doğuda da Hindistan – Pakistan Endonezya ve Malezya çerçevesinde de uzak doğuda da ayrı bir yapılanma yönüne gidilmiştir. Rusya da demir perde bloğunun çökmesi sonucunda Türk etnik temelinde bir birliktelik oluşturulması çabası sergilenmiştir ki bunlar özellikle Türki Cumhuriyetler dediğimiz Türkiye’nin ağabeylik rolüne soyunması ve bunları çekip çevirerek bir birlik oluşturma çabaları ki bunlarda daha sonra fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Türkiye nin ağabeylik yapma çabaları da geri tepmiştir ve sonuç itibariyle şu andaki Türki cumhuriyetler Türkiye nin yönetimine tavır alacak kadar son derece olumsuz gelişmeler sergilenmiştir bütün bunlar bu gelişmeler bir yandan işte sol ideolojiler vaaz hareketi gibi etnik temele dayalı bir takım yapılanmalar İslam dünyasındaki birliği engellerken öte yanda 11 Eylül sonrasında Müslümanlar arasında İslam birliği hedeflerini zedeleyecek bir takım farklı yeni ideolojilerin ortaya çıkması bu noktada bugüne gelinceye kadar İslam birliği hedefinin gerçekleştirmesine engellemiştir hem siyasi faktörler hem de ideolojik faktörler bunu engellemiştir. Ancak 11 Eylül hareketinden sonra İslam dünyasında insanlar özellikle sivil toplum kesimleri İslam dünyasının geleceğinin kendilerini yönetenlere teslim edilemeyecek kadar çok vahim ve öneli olduğunu fark ettiler ve bunlar bu tesbitin ardından Müslümanlar kendi aralarında bir işbirliği imkanın mümkün olup olmadığını araştırma noktasına geldi, bu noktada İslam dünyasında 11 Eylülden sonra öncelikle bir kere Afganistan, Irak, Lübnan ve Filistin’in ekseninde bütün Müslümanların bu noktada bir iş biriliği yapma noktasında özellikle aydın kesimlerinin bir araya geldiğini görüyoruz bunların bir araya gelişleri İslami hareketlerin İslami grupların bir araya gelmesinden ziyada İslam dünyasındaki genel olarak vicdani bir hareket olarak bütün grupların bütün kesimlerin bir araya gelmesi şeklinde olmuştur. Bu noktada İslam dünyası dediğiniz zamana Arif hocamın kısmen işaret ettiği İslam dünyası kavramının ne anlama geldiğini de masaya yatırmak gerektiği ortaya çıktı çünkü İslam dünyası dediğimiz zaman Mağribten Endonezya’ya kadar bir milyarı aşan bu nüfusun sadece Müslümanlardan ibaret bir yapı olmadığını onların içerisinde Hıristiyan mesela Mısırda yedi milyon Lübnan’ın büyük kesimi Hıristiyan nüfusunun bulunduğu ayrıca çeşitli dini etnik azınlık grupların İslam dünyasında bulunduğu ama bütün bunların aynı Müslümanlar gibi İslam dünyasının tek bir vücut halinde hareket etmesi gerektiğinde hem fikir olduğu özellikle 11 Eylül olaylarından sonra bu noktada Hıristiyanlıyla Müslüman’ıyla hemen hemen hepsinin aynı noktada bir araya geldikleri görüldü şimdi bu noktada bizim İslam dünyasında ümmetin birliği fikrini tartışırken önce ümmetin ne olduğu konusunda da net bir fikre sahip olmamız gerekiyor şimdi İran devriminde de Müslümanlar solla birlikte işbirliği yaptıklarını biliyoruz onun dışında bir çok İslam ülkesinde de İslami hareketlerin sol ile sol hareketler ile zaman zaman iş birliği yaptığını görüyoruz aynı şekilde günümüzde de Mısır gibi Cezayir gibi Tunus gibi Fas gibi ülkeler de İslami hareketlerin yine sistem muhalifi sol hareketlerle müştereken hareket ettiğini biliyoruz. Fas da mesela Adalet ve Kalkınma partisi belediye seçimlerinde sol partiyle iş birliği yapmış ve şu anda seçimi kazandığı birçok belediyede Adalet ve Kalkınma Partisi mensubu bir belediye başkanı yanında sol partiden birisi geldi terside olabilir. Tunus da aynı şekilde yönetimlerin despot yönetimlere karşı bu yönetimi değiştirmek amacıyla bütün muhalif gruplar ortaklaşa hareket etme noktasına gelmişlerdir. Tunus da mesela baş örtüsü konusunda biliyorsunuz çok ciddi bir takım gelişmeler oldu Türkiye dekine benzer hatta daha sert bir takım yasaklanmalara gidilmeye çalışıldı, buna karşın Tunus da sadece İslami kesim değil bütün İslami gruplar ve bunlara ek olarak bütün sol grupların oluşturduğu bir platform çerçevesinde bu özgürlüklerin temin edilmesi için mücadeleye girişildi ve halende bu platform devam ediyor. Mısırda aynı şekilde bir yandan Kifaye Hareketi içerisinde Mübarekin baskıcı yönetimlerine Kifaye hareketi içerisinde İhvancı hareketlerde yer alıyor. Aynı zamanda Marksist ve diğer sosyal sosyalist hareketlerde aynı kifaye hareketin içerisinde yer alıyor nitekim daha yeni bundan üç gün önce 28-29 unda Kahire de yine uluslararası Siyonist ve Amerikan emperyalizimine karşı beşinci direniş adında uluslararası sempozyum yapıldı. Orada da bir yandan sol işçi sendikaları sivil toplum kuruluşları öteki taraftan İhvanı Müslimin bütün kanatlarıyla hukuk barosuyla siyasi kanatlarıyla burada da yer aldı aynı şekilde Ürdün de yemen de keza Suriye de Pakistan da buna benzer bir takım oluşumlar söz konusu dolayısı ile İslam birliği fikrini eğer tartışacaksak bunu İslam dünyasının bir bütün olarak tartışmamız gerektiği sonucu ortaya çıkıyor yani sadece Müslümanların bir araya gelip bir birlik oluşturmaları tek başına yetmiyor bunun içerisine İslam dünyasında yaşayan yani İslam toplumlarının tabi üyesi olan Hıristiyan her mezhebiyle ortadoksuyla katoliğiyle ve ancak İslam dünyasını İslam medeniyetinin geleceğini önemseyen ve İslam dünyasının geleceği açısından Müslümanlarla aynı düşünen grupları veya cemaat dokularını bu sürecin içerisine dahil etmek gerektiği sonucu ortaya çıkmıştır. Bu çalışmalarda şimdi bu noktada bizim İslam birliğinin gerçekten gerçekleşmesi sahici bir imkan mıdır? Yoksa bir ütopya mıdır bu noktada biraz daha bu konuya yakından bakmamız gerektiği sonucu hemen önümüze çıkıyor bu noktada iki tane benim kanaatime göre İslam dünyasında ümmet projesi şu anda hayata geçirilmiş mi geçirilmek istenmektemedir eğer ümmet kelimesini bir ideal etrafında buluşmak, yani etnik dini veyahut da başka alt kimlikleri açarsak belli bir ideal etrafında toplanmak anlamında tanımlayacak olursak iki tane temel ümmetleşme çabası var bunlardan birisi Amerika Birleşik Devletleri etnik bakımdan toplama dini bakımdan farklılıklar içeren ve son derece hetorojen, Homojen olmayan bir yapıdır ancak Amerikan ideali etrafında bu topluluk birleştirilerek bu gün çeşitli eyaletlerden oluşan bir Amerika devleti oluşturulmuştur ve bu ideal etrafında bu insanların toplanması sağlanmıştır benzer bir çaba Avrupa birliği çabasıdır. Biliyorsunuz 50 senelik bir süreç içerisinde etnik bakımdan dini bakımdan katoliğiyle, Protestanı ile Ortodoksu ile etnik bakımdan Fransızı ile Almanı ile efendim çeşitli grupları bünyesinde barındıran ama ayrıca Avrupalılık ideali etrafında toplanan bir yapılanma söz konusu şimdi biz tamda bu gelişmeler olurken ve kendileri ümmet olmaya çalıştığı bir dönemde İslam dünyası için önerilen model ulus devlet modelidir etnik yapı temeli üzerine ve tek tip etnik yapı tek din tek kültür esası üzerine bir devlet yapılanması burada Arap ülkelerinde Arapçılık üzerine kurulmaktadır ve Arap olmayan unsurlar bastırılmaya çalışılmaktadır. Mesela Fas da Faslı bir berber olarak biliriz berber aslında Fas halkına Romalıların daha doğrusu Kuzey Afrika halklarının tamamı Romalıların taktığı bir isimdir barbar demektir. Fas, Tunus ve Cezayir bu bölgedeki yerli halkın orijinal ismi Amaziğlerdır. Mesela bu Amaziğlerin hakları kültürel hakları etnik vesaire hakları uzun yıllar baskı altında tutulmuştur. Tıpkı Türkiye’de Kürtlerin de etnik haklarının baskı altında tutulması gibi aynı şekilde Mısırda da mesela Kıptiler Arap değildir. Bunlar firavun neslinden gelenlerdir yani firavun ırkından gelen insanlardır ve çoğu ortadoks Kıpti dir. Bunlarda aynı şekilde baskı altına alınmış ve Araplaştırma politikalarına bunlara karşı şey yapılmıştır aynı hata ve aynı politika Sudan’da da Darfur’daki sıkıntının sebebi budur. Arap olmayan unsurlara ve Müslüman olmayan unsurlara bir yandan Müslümanlaştırma bir yandan da Araplaştırma politikaları uygulandığı için bunlarda daha sonra ulus devlet politikaları belli bir noktaya kadar geldiği için belli bir noktadan öte gidemediği için ister istemez Sudan içinde aynı şekilde Mısır içinde Fas için de Türkiye’de doğu sorununda olduğu gibi bir takım sıkıntılara yol açmıştır. Yani temelde de aynı şekilde daha önce kuzey ve güney olarak ikiye ayrılmıştır ama orda da bir yandan etnik olarak bir takım küçük gruplar söz konusu ama aynı zamanda etnik parçalanmaları ilaveten mezhep temelinde de bir takım parçalanmalara yol açılmıştır. Özellikle Yemen de Zeydilerle, Şafiler Sünniler arasında bir parçalanma gerilim yaşanmıştır, aynı şekilde yine Yemen de Sünniler içinde Şafiiler ve Selefiler arasında bir takım parçalanmalar yaşanmış ve şu anda da bunlar yemenin de birliği bakımından ciddi sıkıntılar doğurur hale gelmiştir. Öte yandan Irak da zaten Irak da ki hareketin Baascı bir hareket olduğu aslında Arap olma, Arapçılık hareketinden de öte Irak daki yerli etnik unsurları merkeze alan, azınlık yönetimi tıpkı Suriye’de olduğu gibi Suriye’de de Nusarilerin Sünni ekseriyete mukabil Nusarilerin egemen olduğu Irakta da tikrit merkezli Saddamın da doğduğu tikrit ağırılıklı ve Arap kökeni şüpheli olan ve Arap olma ihtimali zayıf olan etnik bir takım grupların hakim ekseriyet olan Arap unsura karşı yapılandırıldığı bir yapı söz konusu. İran’da da aynı şekilde Fars unsuru Türk unsuru ve Kürt unsuru özellikle bunlar sürekli devrim esnasında da problem olmuştur. Bugünde İran içerisinde problem olmaya aday bir veya bir takım çevreler tarafından problem olabilmesi için uygun zeminler hazırlanmaktadır hatta zaman zaman Türkiye üzerinden İran’ın içerisinde etnik bir parçalanmanın sağlanması için Türkiye’nin Türk kartını oylaması için bir takım Türkiye’ye yönelik manüpülasyonlar ve telkinlerinde olduğunu biliyoruz. Öte yandan Malezya, Hindistan ve Pakistan bölgesine vardığımız zaman Afganistan da zaten Peştunlar v.s etnik ayrımlar var. Türkiye biliyorsunuz Afgan savaşında Türk kökenlileri destekledi, Pakistan işte peştunları kendine yakın etnik grupları destekledi dolayısı ile Pakistan da bir etnik temele dayalı bir gerilim ortamı var. Pakistan içerisinde de benzer yapılar var. Malezya’da da mesela en sorunsuz İslam ülkesi olduğunu zannediyorsunuz, Malezya’da özellikle Malayların Çinlilere karşı uyguladığı bir baskı politikası var. Son yirmi yıla kadar Malezya da Çinliler ekonomik katkıdan çok güçlü idi buna karşı Malaylar ikinci sınıf vatandaş idi giderek Malaylar da kendi burjuva ve ekonomik sınıflarını da yarattılar. Çinlilerin tekrar güçlenmelerinden korktukları için Çinlilerin Müslüman olmalarının istemeyecek kadar Çin karşıtı bir politika Malezya da halen bugün egemendir. Dolayısı ile Endonezya’da da yine bir takım etnik yapılar var ve şu anda İslam dünyasında işte İngiliz sömürgeciliğinin Orta Doğu ve İslam dünyasında Osmanlı imparatorluğunun parçalanması esnasında ektiği bu tohumlar şu anda tamamen kurumuş değil heran yeşerme ve mayalanma safhasında. Bu noktada 11 Eylül olaylarının olması ve Iraka Filistine Lübnana ve Afganistana yönelik bu saldırılar Müslümanların tekrar bütün bu ayrılıkları aşarak bir birlik oluşturma fikrinin güçlenmesine yol açmıştır. Bunun için bu fikri hayata geçirmek için elimizdeki imkanlar konusunda da bütün bu dezavantajlara rağmen meselenin daha doğrusu madalyonun öbür tarafına baktığımızda elimizde bir takım imkanlarında bulunduğunu görüyoruz. Bunların en başında Amerika ve Avrupa örneğinde olduğu gibi ümmet oluşturabilmek için en önemli şartlardan coğrafi faktörler. Şimdi İslam dünyası mağribden Endonezya’ya kadar kesintisiz bir coğrafya üzerine oturmuştur, dolayısı ile bir insan Endonezya’dan veya Malezya’dan çıkıp Selamun Aleyküm, Aleyküm Selam deyip hiçbir kuruş harcamadan Fas ve atlas okyanusuna kadar rahatlıkla gidebilir. Aynı zamanda ulaşım imkanları bakımından kesintisiz üç kıtada bir coğrafyaya sahip bu alanda gerekli alt yapısı var onun yanında ortak bir tarih var, ortak bir din var, ortak bir dil var, ortak bir kültür var, şimdi ortak bir dil var derken bu bize biraz garip gelebilir ancak İslam dünyasının üç müşterek dili var; Arapça, Farsça ve Türkçe diğer dillerde Malay dilleri de var ama medeniyet dili olarak üç temel dil var. Şimdi bu dillere bakıldığı zaman bunların ortak paylarının yüzde otuzlara vardığını görüyoruz yani Türkçe de yüzde otuza varan Arapça da Farsça kelimeler Farsçada da yüzde otuza varan Arapça – Türkçe kelimeler veya Türkçe’de de tersi dolayısı ile bunların çoğunluğunda İslam medeniyetinden, İslam kültüründen gelen kelimelerdir. Siz hiç Türkçe bilmeseniz bile Türkiye’ye geldiğiniz zaman bir Müslüman olarak Müslümanlarla iyi kötü anlaşırsınız veya bir Arap olarak İrana gittiğiniz zaman yine Türkiye’ye geldiğinizi zaman ki gibi keza bir İranlı olarak Arap ülkesine veya Türkiye’ye geldiğiniz zaman büyük ölçüde anlaşma imkanınız var. Bunun dışında ayrıca ortak semboller üzerinden anlaşma imkanınız var dil sadece konuşulan dil değil bir takım semboller söz konusu bu semboller üzerinden de ortak bir dilin ortak bir kültürün olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz. Bunun yanında bu birliği gerçekleştirmek için Müslümanların özellikle son yirmi yıl içerisinde İslami hareketler içerisinde geliştirdiği İslam birliği fikri oldu bu Türkiye’de birlik görüşü hareketi içerisinde Mısırda ihvan hareketi içerisinde ki ihvan hareketi de aslında sadece Mısıra mahsusu bir hareket değildir. Suriye, Irak, Sudan gibi birçok farklı ülkelerde de uzantıları vardır. Pakistan Mevdudinin Hareketi ve diğer İslami hareketler içerisinde yine Malezya ve Endonezya’daki İslami hareketler içerisinde bunların içerisinde birtakım siyasi hareketlerdir. Bunlarda kendi içlerinde bir İslam birliği fikrini hem bir siyasi programa almışlar ve aynı zamanda bu yönde muşahhıs adımlarını atmışlardır. Şimdi bu noktada İslam birliği ve ümmet birliği projesinin bu güne kadar İslami bir proje olarak algılanmış olmasıdır, bunun temelinde İslam dünyasının büyük çoğunluğu Müslüman olduğu için sağlıklı bir bakış açısıdır ancak İslam dünyasını sadece Müslümanlardan ibaret olmadığını veya Müslümanların pek çoğunun nominal- Müslüman olduğu yani sosyolojik olarak kültürel olarak Müslüman olduğu ama bir takım İslam dışı ideolojileri benimsediği de göz ardı edilmemesi lazım bu sol ideolojiler veya milliyetçilikle ilgili ideolojiler olabilir. Efendim hatta liberal ideolojiler olabilir bir kere bunların aynı kategori içerisinde değerlendirilmesi doğru değildir. Çünkü bu insanlar her ne kadar kültür olarak Müslüman olduklarını ifade etseler de ideolojik yaklaşım olarak İslami bir proje içerisinde yer almamaktadırlar. Ancak bunların yer almamaları bunların İslam birliği fikrine karşı oldukları anlamında değil, bunlar Müslümanların askeri payda olarak Müslümanlık büyük ekseriyet içerisinde din olarak, ama azınlıklar için kültürel olarak İslam ortak paydasında birleşmeleri mümkün olduğunu da kabul etmekteler. Şimdi bu nokta da bakıldığı zaman Arap ülkelerindeki Marksist, liberal veya milliyetçi akımların daha yakından analiz edilmesi gerekir. İslam birliği projesi dahilinde, çünkü bunlar Türkiye’deki anladığınız anlamda sol veya milliyetçi veya liberal hareketler değildir. Bunlar aslında ateist veya materyalist hareketlerde değildir, bunların Marksistliği sadece ezilen sınıflardan yana olmaları, statü farkına karşı eleştirel tavır takınmaları ve kapitalist politikalara karşı tavır almamalarından dolayıdır. Ancak kültürel olarak bakıldığında şunu rahatlıkla söyleyebiliriz, özellikle Arap ülkelerindeki sol olarak bilinen akımlar aydınların çoğunluğunun Türkiye’deki benim gibi pek çok İslamcı aydından çok daha fazla İslam konusunda hem bilgili hem ona yakın ve sıcak olduğunu söyleyebiliriz. Bunların solculuğu dine tavır almak, dini reddetmek veya dine karşı bir şey yapmak değil tam aksine iktidara statü koyarak karşı tavır almak Amerikancı politikalara batıcı politikalara karşı tavır almak aynı zamanda ezilen kitlelerin sözcülüğünü yapmak anlamında bir solculuktur yani daha doğrusu sosyal adaletçiliktir. Bu nitekim sosyalizmin 60-70 li yıllarında yükselen değer olması esnasında İslam’da Sosyal Adalet başlığı altında bir takım eserlerde yazılmıştır. Bu bağlamda hem Seyyid kutup hem de Mustafa Es-Sibâ’î eserler yazmışlardır. Biliyorsunuz ikisi de ihvancı dır aynı şekilde Hatemi de Türkiye’de bu tarz eser yazmıştır. Nurettin Topçunun bu konuda Anadolu Müslüman Sosyalizmi konusunda yazıp çizdikleri vardır. Aslında bunların Marksist anlamda bir sosyalizmle solculukla alakası yoktur, bunlar temelde sosyal adaletçi hareketlerdir yani ezilen kitleleri gariban kitleleri mağdur kitlelerin hakkını zulme maruz kalan kitlelerin hakkını savunmak anlamındadır. Dolayısı ile bu anlamda bu insanların İslam birliği projesinin dışında kalmalarını gerektirecek hiçbir sebep yoktur, gelelim Hıristiyan ve diğer din mensuplarına şimdi bu noktada da biraz daha İslam ülkelerindeki gayri Müslim konuları yakından tanımamız lazım . Biz genellikle Hıristiyan diyince batı Hıristiyanlığını anlıyoruz ve bu konuda ciddi bir eksiğimiz var, birincisi Hıristiyanlık batının ürünü değil Hıristiyanlık İslam coğrafyasının ürünüdür. Hıristiyanlık Filistin’nin Nasır’a şehrinde doğmuştur. Filistin de çıkmıştır dolayısı ile İslam coğrafyasının malıdır. Batıdaki Hıristiyanlık, Hıristiyanlığın en dejenere versiyonu ve Pavlos’un müşrik putperest roma kültürü ile harmanladığı bir Hıristiyanlıktır. Gerçek Hıristiyanlıkla alakası yoktur, gerçek Hıristiyanlığı arıyor isek bakışlarımızı yine İslam dünyasına çevirmemiz lazım yani Mısır Kıptilere, Etiyopya Ortodoks kilisesine, Lübnan’da ki Ortodoks kilisesine, Türkiye’deki Süryanilere, Irak daki Asurilere vesaire bakışlarımızı çevirmemiz lazım. Bu noktaya bakıldığında da aramızdaki kültürel farkın tahmin edilenden çok daha az olduğu ve müşterek paydamızın tahammül edilenden çok daha fazla olduğunu görürüz. Basit bir örnek; biz Hıristiyanlık deyince kilisede ayin yapan Hıristiyanları görüyoruz; ama Süryanileri yakından tanıyanlar Müslümanlara çok benzediğini iyi bilirler yine Etiyopya’ya giden Etiyopya Ortodoks kilisesindeki Hıristiyanların yaşantıları dindarlık yaşantılarını görenler Müslümanlıkla hiçbir farkları olmadığını aşağı yukarı zahiren görüşte göreceklerdir. Mesela ben tesadüfen bir televizyon programında şahit oldum on günlük bir hacları var, Hac merasimi sonunda Hıristiyan aile Etiyopya da ki Hıristiyan aile orada bir kentte bir manastır da hac sona eriyor ve hac ibadeti sona erdikten sonra aynı bizim gibi aynen namaz kılıyorlar aynen hiç fark yok, tıpkı Süryanilerde olduğu gibi burada sadece ibadetler temel esaslar değil. Mesela Beyrutlu bir Hıristiyan olan Reşat Haddem doğu Hıristiyanlığına ilişkin yaptığı doktora tezinde diyor ki bizde diyor biz testis çıkarız ama diyor buna bir şey ekleriz deriz diyor ilahımız tekdir bu diyor İslam etkisidir yani bizim topraklarımızı Hıristiyanlığı bile aslında Müslümanlıktan gelmiş bir Hıristiyanlıktır. Batı Hıristiyanlığı gibi değildir ve özellikle Lübnan sorunu Filistin sorunu Irak’ın işgali gibi konular da gerek Mısır daki Ortodoks kilisesi gerek Lübnan’daki Ortodoks kilisesi gerek diğer Ortodoks Hıristiyanlar bölgemizdeki tamamı siyasi duruşları Müslümanlıkla aynıdır hiçbir farkları yoktur. Duruş bakımından işgal karşıtı olmak bakımından Müslümanlarla hiçbir farkları yoktur, bunu bizatihi kendimiz hem Mısır’da hem Lübnan da hatta bir kilisenin bahçesinde Hıristiyanlarla yaptığımız toplantılarda açıkça bunu ifade ettiler. Dolayısı ile siyasi proje olarak da Müslümanların İslam dünyası ile bir araya gelmelerinin önünde etnik ve dini ayrımlar bir engel değil tam aksine bir mozaik gibi bu birleşmeyi perçinleyici bir işlev görebilir ancak bu noktada Müslümanların sadece Hıristiyanlığı değil kendi Müslüman grup ve akımlarını tanımadıklarını da rahatlıkla söyleyebilirim. Şimdi burada İslam birliği konusunda bizim geliştirmemiz gereken bir takım kavramlar bular atılması gereken bir takım adımlar var. Birinci burada belirtilmesi gereken İslam birliğinin resmi siyasi yapılar aracılığıyla gerçekleşmesinin mümkün olmadığı çünkü bunu gördük Lübnan’ın işgali de Nasrallah’ın bütün bu Müslümanların yüzünü ağırtan savunmasına mükabil hemen Sünniliği sevdiklerinden değil kendi tahtlarını korumak için Suudi Arabistan Mısır ve Ürdün’ü bir araya gelerek Nasrallah’a karşı. Bu bağlamda onu yargılayıcı, nasıl diyelim karalayıcı hareket içine girdiklerini gördük. Sonunda Nasrallahı Mısır da işte Suudi Arabistan da ve diğer Sünni ulema burada bir Sünnilik gayretiyle bunun yapılmadığını gayet iyi bilmek lazım. Şuan da İran, Lübnan, Irak daki Şii varlık bir sürü Şii ihlalinden söz ediyoruz. Bunlar doğrudur ancak bu insanlar da bu Şii sempatisini hak etmektedirler. Çünkü şu anda İslam dünyasında gerçekten Müslümanlara yakışır bir görüş sergileyen siyasi olarak bu bloktur İran dır ve Lübnan’daki hareketdir. Şimdi burada Iran’nın ne kadar Şii üçgeninin yada Şii hilalinin güçlenmesi karşısında yapılması gereken mezhepçilik yaparak buna karşı tavır almak değildir. İslam dünyasının geleceği açısından yapılması gerekenleri atılması gereken adımları atan her kim olursa olsun hangi mezhepten olursa olsun bunların güçlenmesini takdirle karşılamak mıdır? Bu noktada hemen mezhep faktörü ve etnik faktör devreye giriyor bu noktada Müslümanlar bakışlarını netleştirmeleri gerekir. Çünkü tekrar söylüyorum, İran’nın biraz daha güçlenmesi ihtimali belirdiği anda sadece Suudi Arabistan, Mısır değil Türkiye’de aynı oyunun içine çekilmek istenecek ve zaten büyük Orta Doğu projesinin ayaklarında biri olan Türkiye’de Sünnilik adı altında ve Şiilik geliyor şeyi altında buna karşı bir komplo ve bir parçalayıcı bir hareket oluşturmasına çalışılacaktır. Buna karşılık Müslümanların şimdiden bir takım kendi kavramlarını geliştirmeleri bir takım yöntemler geliştirmeleri gerekir. Bu noktada yapılması gerekenler neler olabilir; birincisi buna kesinlikle etnik esasa dayalı bütün yapılanmaların İslam’a aykırı, İslam dışı olduğunu altını çok açık bir biçimde çizmek lazım. Ancak tekrar söylüyorum bu noktada bütün İslami hareketlerin kendilerini gözden geçirmeye ihtiyacı var Türkiye’deki İslami hareketlerde de mesela Türkiye’deki İslami hareketlerin bir çoğunda Türkçü bir politikanın olduğunu Türk milliyetçisi söyleminin malum Türk milliyetçiliği son zamanlarda yükselen değer olmasına bağlı olarak da yükseldiğini görüyoruz bu çok açık olarak çok endişe verici bir şey. İkincisi Arap ülkelerinde de hâla İslam ülkelerinin geleceği söz konusu olduğunda hemen, bir Arap birliği, Arap zirvesi lafları zikrediliyor toplantıda yayılıyor. Yani Arapçılık ekseninde harekete geçmekten hâlâ vazgeçilmiş değil, tabiî ki bunda İslami parametreler bakımından bunun kayda değeri yoktur. Bu konuda yönetimlerden bir şey beklemek mümkün olmadığına göre İslam ülkelerindeki İslami hareketler etnik yani etnik temele dayalı hareketler ideolojiler konusunda tavrını belirtmeli, ihvan-ı Müslimin, mesela bir Arap hareketi olarak bunu sunmaktadır, yoksa Arab, Türk, Çerkez ve Kürdü içeren bir hareket olarak algıladığına bunları netleştirmesi lazım çünkü Mısırda da aynı şekilde ihvan-ı Müslimin hareketi içerisinde bir Arapçılık boyası zaman zaman yüzeye vurmaktadır. Aynı şekilde İslam dünyasının bir parçası olarak Kürt nüfus da Ümmetçilik, İslam birliği projesi karşısında tavrını netleştirmektedir. Bu noktada ciddi problemler var; çünkü uzun yıllar baskıya uğramış olmanın verdiği sıkıntı ve bunalımdan sonra, Amerika’nın bölgeye yaptığı işgali bir fırsat bilerek Amerika’nın bütün çıkarlarına evet diyecek kadar Amerikan’nın yanında yer alan bu bölgede böyle bir yapılanma var. Bunun da temelinde tamamen Kürt etnik kimliği vardır, bu noktada Müslümanlara büyük görev düşmektedir. Büyük çoğunluğu kendilerini zaten Müslüman olarak tanımlamaktadır. Güneydoğu’daki Kürt nüfus kendilerini gerçek anlamda İslami bir harekete taraftar mı olacaklarını yada etnik temele dayalı ayrımcı bir hareket içerisinde yer alacaklarını netleştirmeleri lazım, çünkü şu anda gerek Kuzey Irak’da gerek Güneydoğu da olan biten etnik temele dayalı bir harekettir, İslami bir niteliği yoktur dolayısı ile bu hareketleri Müslümanlar irdeleyip bunları tartışmadığı sürece İslam birliği projesinin göbeğinde nasıl diyeyim bir Arapçılık bir ur gibi bu bünyede sırıtacaksa Kürtçülük de aynı şekilde bu bölgede İslam birliğinin önünde bir ur gibi mutlaka sırıtacaktır. Dolayısı ile bu noktada Müslümanların özellikle İslami hareketlerin Türkçülük, Arapçılık, Kürtçülük neyse etnik temele dayalı batıdan sirayet etmiş bana göre bu hastalıklı yapılara karşı tutumlarını acilen belirlemeleri, İslam birliğinin geleceği bakımından belirleyici olacak. İkincisi burada önemli bir nokta ben sadece şunu söyleyeyim bu etnik ayrımlar en sıkı İslam şeriatini uyguladığı söylenen ülkelerde de vardır. Sudan da söylendi bakın Güney de Arap olmayanlara karşı ayrımcılık, Suudi Arabistan da, Arap olmayan yok ama Necip ile Hicaz arasında ayrım vardır. Yönetim sürekli Neciplilerde hicazlılar ikinci sınıf insan muamelesi görür, bakın aynı şekilde mesela Türkiye’de etnik ciddi bir problem var bunu hepimiz yaşıyoruz. Yüzde doksan dokuzu Müslüman diyorum ama öte yandan nasıl Müslümanlıksa herkes kimisi Türkçülük peşinde koşuyor kimi Kürtçülük peşinde koşuyor kimisi bilmem falan peşinde koşuyor şimdi burada ister istemez birazdan geleceğim Müslümanlığımızı da tekrar masaya yatırıp sorgulamamız gerekir. Yani %99 Müslüman veya bir buçuk milyarlık İslam dünyası bunlar sadece birer slogan haline gelmiştir. Bunların içeriğinin doldurulması lazım şu anda bunlar bizi aldatabilir aldatıcı bir slogana dönüşebilir çünkü gerçeklik olarak bakıldığında İslam’a gönül vermiş bir buçuk milyarlık ümmet olmanın yegane üst kimlik olduğuna inanan bir kitleden söz etmek mümkün değildir. Aynı şekilde Türkiye’de de durum aynı dolayısıyla burada bizim Müslümanlığımızı da tekrar gözden geçirme ihtiyacında olduğumuzu söyleyebiliriz. İkincisi cemaatçilik ve mezhepçilik faktörü şimdi burada da bir yandan Şii – Sünni ayrımını özellikle batı da bunu kaşıyarak Müslüman birliğini zedeleme yönünde adımlar atıyor ancak Müslüman birliğini, mezhepçilik açısından zedeleyenler sadece batılılar mı veya batılıların oyununa gelenler mi hayır bize de ait, kendimiz yani şu salonda hepimiz Sünni olarak, Şiilik konusunda sağlıklı bilgimiz olmadığını söyleye biliriz. Şiilik nedir Şiiliğin iç yüzü nedir, Şiiliğin içindeki gelişmeler nelerdir? Bu nokta da yeterli bilgimiz yok sadece şunu söyleyeyim, Sünni düşünce özellikle 20. yüzyıla nasıl değişim içindeyse ki bunlar ayrı birer belki sohbet konusu olur aynı şekilde Şii düşünce de çok ciddi radikal bir değişim içerisinde sadece basit bir örnek vereyim Şii Dediğimiz homojen bir yapı değildir, on iki imamcı Şii vardır İran’da egemendir. Pakistan, Lübnan, Irak, Yemen de Şiiler vardır. Mesela Zeydiler 5. mezhep dediğimiz Sünniliğe çok yakındır hemen hemen Sünnilikle aralarında çok az fark vardır. Bunların hepsi aynı değildir bir ikincisi Şia da kendi içinde değişmektedir. 12 imamcı Şiaya’ya göre 12. imam mehdi gelmeden önce devlet kurmak caiz değildir, zekat toplamak caiz değildir, kısas hakları uygulamak caiz değildir ancak bu asırlarca Şia’nın siyasetin dışında kalmasına yol açmıştır. Bu kısır döngüyü kuran Humeyni’nin dehasıdır. Evet 12 imam gelmemiştir ama 12 imam gelinceye kadar ona vekâleten biz imamlar bunu yapabiliriz demiştir. Bu teoriden sonra İran devrimi gerçekleşmiş ancak Şii düşüncesindeki gelişmeler bunlarla sınırlı kalmamıştır. Şu anda Irak asıllı Şii olup 12. imam diye bir imam yaşamamıştır bu bir efsanedir diyecek kadar kendisini öz eleştiriye tabi tutan Şii düşünürler ve alimlerde var. Bunlardan bir tanesinin kitabını biz yayınladık, kitabiyat yayınları arasında Şii Siyasal düşüncesinin gelişimi yazarı Ahmet El Katip. Kendisi Londra da yaşıyor Türkçesi de var 12. İmamın yaşamadığını bu konudaki rivayetleri tek tek inceleyerek ortaya koyabiliyor yani bu kitabı yazdıktan sonra Ahmet El Katib’in ile benim aramda kıl kadar fark kalıyor. Biliyorsunuz Şeriati İran’da gizli Sünni olarak itam edilmiştir. Bugün İran devriminin önemli mimarlarından birisi Şeriati dir, dolayısıyla böyle bakıldığı zaman Şii düşüncesine o tarihteki Şii-Sünni çatışmalarındaki gibi değil.
Keza Lübnan’daki Şiilerle bir araya geldiğimiz zaman doğu konferansı zamanında sürekli bir arada olduk özellikle Muhammed Nureddin ismini duymuşsunuzdur, ben iki üç yıl sonra ancak onun Şii olduğunu tesadüfen öğrendim onun dışında gündelik hayatta bu kadar proje içinde çalıştık onun Şii olduğunu ben fark edemedim o kadar iç içe geçmiş durumda dolayısı ile bu noktada İslam birliğinin gerçekleşmesi için Şiilik-Sünnilik üzerine çıkabilecek bir bakış açısına da ihtiyaç vardır. Nasıl etnik ayrımların üstüne çıkabileceksek ki bu bizim için çok kolay, çünkü Müslüman renk körüdür renkleri görmez, siyah, beyaz, sarı, kırmızı görmez insan olarak görür. Müslüman ve kafir diye iki kategori vardır, Müslümanlar nezlinde bu kolay ancak mezhepler açısında Müslümanların bunun üzerinden üstesinden gelmesi o kadar kolay olacağa benzemiyor. Özellikle Türkiye’de de Sünnilik konusunda katı muhafazakar genel halk kitleleri içerisinde çok güçlü bir Şiiliğe karşı bir tepki var bu özellikle Aleviliğe karşı olan tepkide de görülüyor dolayısı ile bu noktada Müslümanların artık yavaş yavaş ben mesela diyelim Sünni’yim ama peki çok Şii’nin yazdığı kitabi çok rahatlıkla okuyabiliyorum ve o fikirleri benimseye biliyorum. Şiilerin de birçok kitabı benimsemesi lazım gerçi biz Şianın ne kadar kitabı varsa çevirdik Türkçe yayınladık halen okuyoruz, ben kendi öğrencilerime Şeriatinin bir çok kitabını zorunlu olarak okumalarını söylüyorum ancak tersi gerçekleşmedi İran’daki yayın evlerine sorduğumuz zaman, siz Türkiye’den ne çevirdiniz? yani Mehmet Akif, Necip Fazıl, Yaşar Kemal veya Aziz Nesin’i mi çevirdiniz? Hayır hiç birini çevirmemişler. Bunun sebebi batıda kim meşhur olursa bunu biliyor Türkiye kendini tanıtamamış ve sordum peki İslami kesimden her hangi bir bir kitap çevirdiniz mi? Valla bilmiyorum dedi galiba bir tane Emine Şenlikoğlundan bir kitap çevirmiştik dedi. Siz artık aradaki bağlantının ne kadar kopuk olduğunu görüyorsunuz şimdi bu insanlarla bizim atmamız gereken adımların ne olduğunu siz tasavur edin ne Nurettin Topçu var ne Cemil Meriç ne Erbakan var. Dolayısı ile İslam dünyası şu an da bu birleşme çabalarını özellikle sivil ve kültürel düzeyde güçlendirmek zorunda bunun içinde atılması gereken adımlar benim kanaatime göre şunlar; birkere İslam birliği sivil düzeyde gerçekleşmesi gereken bir projedir sivil düzeyde gerçekleştirdikten sonra siyasi yönetimlere baskı uygulayarak yönetimler bu yöne doğru kanalize edilecektir tersi mümkün değildir. Yani yönetimler İslami yönetimler efendim bunlar iktidara gelsin sonra bunlar İslam birliği projesini gerçekleştirsin bu bölgede çünkü böyle bir yönetim söz konusu değil, daha doğrusu büyük Orta Doğu projesinden sonra bu tip yönetimlerin ayakta kalma ihtimali çok düşük. Çünkü mevcut yönetimlerin büyük bir kısmı bakın isim isim sayabiliriz büyük Orta Doğu projesi içinde resmen rol almaktalar. Fas, Cezayir, Tunus, Mısır, Ürdün, Lübnan, Suudi Arabistan, Türkiye, Yemen emin değilim. Yemen’nin özellikle Türkiye’deki yönetim kadar bütün dediklerini kabul eden bir yapı olmadığı özellikle Zeydilerin son yıllarda üç ayaklanma gerçekleştirdi. Yemen de Zeydiler geçen sene yaz ayında dördüncü ayaklanma kapıda demişlerdi. Çünkü Yemen deki Zeydiler de ayaklanma kültürü olduğu için kendi yöneticilerinde İslam’a aykırı bir husus gördüklerinde ayaklanma vacip olduğu için Yemen’nin durumu biraz farklıdır. Yani belki devlet başkanı olarak biraz da ekonomik olarak Suudi Arabistan’a bağlı olduğu için görüntü de böyle, ama Lübnan işgalinde ben ordaydım devlet başkanı açalım sınır kapılarımızı gençler gitsin Lübnan’da savaşsın demiştir. Yani onun durumu biraz daha incelemeye muhtaç ama özellikle İslam ülkelerinde işte büyük çoğunluk Pakistan, Endonezya, Malezya hariç yani İran, Malezya Somali belki Yemen işte toplumsal dengelemeye bakılan beş altı ülke dışında hemen hemen tamamında Büyük Orta Doğu Projesi içerisinde yer aldığını düşünecek olursak bu yönetimlerden bizleri İslam birliğini gerçekleştirme konusunda cesaretlendirecek bir adım atmalarını beklemek mümkün değildir. O halde bu noktada mevcut yönetimlerin İslam birliğini gerçekleştirmesini beklemek çok saflık olur onun için atılması gereken sivil tabanda bu fikrin yaygınlaştırılması ve sivil inisiyatifin yönetimleri zorlamasıdır. Bunun içinde yapılması gereken ilk adım İslam ülkelerinin birbirini tanıması özellikle doğu konferansı çerçevesi temaslarında gördüğüm şu İslam ülkeleri birbirlerini tanımıyorlar. Kuran-ı kerim her ne kadar “Birbirinizi tanımanız için karşılıklı kabilelere uluslara böldük” dese de Müslümanlar bir tasvvur arama eğilimi yok Müslümanlar arasında sivil irtibatlar neredeyse çok düşük noktada. Sıfır noktasına yakın Üniversiteler arasında irtibat zayıf mesela Gaziantep Üniversitesiyle Halep’deki Üniversite arasında anlaşma var ama diğer üniversitelerin bir çoğuyla anlaşma olmadığı gibi sivil kesimde de bir anlaşma yok. Ama sivil olarak Mağrib Türk ilişkileri için sempozyuma gittiğimizde Abdülmelik Essadi Üniversitesinin rektörü bizim yanımızda şunu dedi tercüme enstitüsü programına Türkçeyi koyacaksınız dedi ve biz hangi talep de bulunduysak bütün taleplerimize rektör evet dedi. Valisine gidiyoruz bütün projelere evet belediye başkanına gidiyor evet yani sivil noktada özellikle Türkiye’den ortak proje talebi geldiği zaman bu konuda fevkalade hararetli talep var istekli bir hava olduğunu bilmek lazım. Burada yapılması gereken şu birinci derecede önce entelektüel aydınlar arasında bir bağ kurulması lazım. Çünkü kamu oyu oluşturan kamu oyunu geliştiren bu insanlar yazarı sanatçısı akademisyeni İslam ülkesindeki entelektüeller, aydınların yani kanaat oluşturan kesimlerin bir kere süratle bir araya gelmesi lazım. Yani bunun için doğu konferansı bir adım attı, 2005 in sonunda birşey yaptı fevkalade olumlu sonuçlar alındı. Burada yapılması gereken ikinci adım yayın ve medya alanında işbirliği bu noktada da hiçbir iş biriliği söz konusu değil özellikle yayın evleri arasında tek taraflı bir şey var. Türkiye çok verimli İslam ülkelerinden bir çok İslami eser yayınlıyor ama Türkiye’den yayınlanmış tek bir kitap bulamazsınız özellikle Türkiye’deki İslami harekete dahil bütün yazılıp çizilenler Araplar tarafından yazılmış eserlerdir. Türkiye’deki İslami hareketi kendi kedisine anlatan tek bir Arapça kitap yoktur. Türkiye’deki ümmet birliği fikrine önem veren İslami hareketlerin ilk yapması gereken suratla ileri düzeyde Arapça yazıp- konuşabilecek eleman yetiştirilmesi ve bu elemanların İslam düşüncesi alanındaki veya siyasi İslam düşüncesi alanındaki gelişmeleri süratle günü gününe Arap dünyasına aktarılmasıdır. Üçüncü olarak atılması gereken adım ise medya alanında şu anda Türkiye İslam dünyasındaki ilişkileri batılı ajansların filtresinden geçen bilgilerden öğrenmektedir. Nitekim bunların ne kadar çarpıtıldığını Bağdat yakınlarında mahsur kalan sivil Şiilerin nasıl tutulduğunu sonra bunların nasıl terörist gibi gösterildiğini bunların ortaya çıktığını gördük bu aslında ortaya çıkan bir örnek bunlar gibi binlercesi yaşanıyor. Türkiye’ye yönelik olarak da İslam ülkelerinde bir dizi deformasyon süreci yaşanıyor özellikle Türkiye’deki aydınlar İslam ülkelerindeki bilgileri fevkalade dağıtıyor aslında doğu konferansı girişimi de bu batı Türkiyesinden geçmiş olan şekillenmiş olan kafaları tekrar yeniden şekillendirmek amacı ile doğrudan bilgi alışverişi sağlamayı hedeflemişti. Bu noktada biz haber ajansları veya en azından şu an içinde haber ajansı çok zor ise de bireysel ilişkilerle mesela şu anda ben İslam ülkelerinin hemen hemen hepsinde sizlere de gelişmelerle ilgili doğrudan bilgi verecek bağ kurduğum insanlar var. Irak da Suriye’de Yemen’de var orada bir şey olduğu zaman ben haber ajanslarından değil bu güvendiğim arkadaşlarımdan bilgileri alıyorum. Ne oluyor orada inşallah bu çalışmalar daha da güçlenerek devam edecek ancak bire bir ilişkiler burada çok önemli bu çok önemli bir nokta özellikle bu İslam birliğinin hayata geçe bilmesi için bu sivil toplum örgütler düzeyinde medya düzeyinde basın düzeyinde araştırma kurumları merkezleri düzeyinde iş birliği yapabilmek için bu faaliyetleri yani İslam birliği gibi Müslümanların geleceği için son derece hayati öneme haciz olan kavramları merkeze alan bir Müslümanlık tasavvurunu yeniden inşa etmemiz gerekmektedir. Yani islamın şartı beştir Müslümanlığıyla yola devam edemeyiz çünkü islamın şartı beştir anlayışı da aslında üzerinde durulması gereken birşey. Çünkü böyle birşey söz konusu değil çünkü hadis de islamın şartı beş değil İslam beş esasa dayalı duruyor, bunları sorularla açabiliriz bunları merkeze alan ümmet birliğini merkeze alan o Müslümanlık tasavvurunu sunan bunun içinde etnik, mezhebi ve diğer ayrılıkçı unsurları İslam’ın dışına yani Müslümanlığın dışına iten bir Müslümanlık kavramına ihtiyaç var. Böyle olanca da hem uleması hem entelektüel aydınları, sanatçılar, medya, sivil toplum örgütleri, kadın kuruluşları v.s gibi komple bir proje haline getirilmesi lazım. İslam dünyası birliği proje haline getirildiği halinde hatta bu sürecin içerisine Hıristiyanlar ve diğer ehli kitaba mensup gruplarda bu sürecin içerisine alıp konuşmadıkça İslam dünyasında gerçek anlamda birliğin sağlanması zor gözüküyor. Çünkü dediğim gibi batı sürekli İslam dünyasını parçalamak için ya mezhep faktörünü veya etnik faktörü veya başka faktörleri sürekli kaşıma niyetinde bunu da gizlemiyor zaten o bakımdan bu projenin artık resmi proje olmasından çıkarak, İslam konferansı’nın vs gerçekleştirmesinin mümkün olmadığını gördük çünkü İslam konferansına Orta Doğu projesinin enstrümanlarından bir tanesidir. Çünkü İslam dünyası cayır cayır yanıyor beş milyon dolara uzaya uydu fırlatmakla meşgul İslam konferansı bilmiyorum siz takip ediyorsanız. İnsanların dindarlık anlayışları da bunları ayrıca konuşabiliriz çok kötü bir seçim ve tamamı dediğim gibi büyük Orta Doğu projesine eklemlenmek üzere bir enstürüman olarak şu anda işlev görüyor onun için ne devletlerden nede resmi kurum bunlar Türkiye’deki diyanet İran’da resmi kurumlardan bu konuda bir kurtuluş beklememek gerekir. Bunun yanında hiçbir zaman diyalogu kesmeyeceğiz ama bütün çabayı sivil alana teksif edip daha sonra bu sivil alandaki gelişmelerin baskısıyla yönetimleri birliğe zorlayacak bir sürecin başlatılması gerekir. Benim son iki üç yıldır İslam dünyasındaki tecrübelerimden edindiğim şey bu bunun için uygun zaman atmosfer var mı fazlasıyla var yani şu an da İslam dünyası daha doğrusu Müslüman halklar hiçbir zaman Müslümanlar şu an da olduğu kadar birleşmeye hazır olmadı. Hiçbir zaman dediğim gibi mezhep farklılığına etken faktörlere rağmen Müslümanlar aynı ortak payda da Müslüman üst kimliğinde birleşip bu noktadan hareketle İslam birliğini kurmak konusunda çaba sarf edecek kadar şu anda elverişli bunun daha detaylı örneklerini sorular esnasında sizler sora bilirsiniz. Mısır ve Lübnan’daki gelişmeleri burada farklı mezhep ve etnik gruplarla olan irtibatları ve bunlardan alına sonuçları bunları sizleri daha detaylı olarak sizlere sunabilirim. Bu noktada son sözüm İslam birliğini ümmetin kendisi inşa edecektir. Ümmetin yöneticileri değil bu cümleyle sohbetimi tamamlamaya çalıştım bir takım açıklanmaya muhtaç olan konular mutlaka var. Bunları da arzu edildiği zaman nispetinde sorularınızla cevaplayarak tamamlamaya çalışırım inşallah, teşekkür ederim.
Prof. Dr. Arif ERSOY : Hocamıza bu kapsamlı değiminden dolayı teşekkür ederiz bu gösteriyor ki Hayri hocayla birlikteliğimiz konusunda bir iki konferansla yetinmemeliyiz ama bir de düşünce toplantılarında değerlendirmeliyiz hatta gerekirse – köşeye sıkıştırma tabiri pek yerinde olmayabilir – bütün bilgilerini almaya çalışmalıyız. İkinci husus kapsamlı bilgi veriyor üçüncü husus bizim haritalardaki taşları oynattı bir ara, söküp atmadı ama baya taşları oynattı dolayısı ile dördüncüsü çok hızlı hareket etti ses hızıyla hareket ett İslam dünyasını defalarca dolaştı onun için takip de zorlandık ve İslam birliğinin sivil platformda gündeme gelip alt yapılanmasının gerektiği fikri oldukça önemli bir fikir. Yani şimdiye kadar bizim bakış açımız farklıydı bir diğeri de burada tabi önemli bir konuda şu Amerika Birleşik Devletlerinin ve Avrupa birliği ümmetçilik mantığıyla hareket etmektedir. Müslümanların eskiden bu konuda başarılı oldukları halde henüz o noktaya gelemedik alt yapısının oluşmadığını söyledi ben bu konudaki görüşlerine katılıyorum yani Avrupa birliği bir fikir etrafın da bir ideal etrafında oluşmuş bir birliktir bir nevi ümmetçi bir birlik olarak değerlendirmesi de oldukça ilginç bir konudur. Şimdi zamanımız kısıtlı vakit de daralıyor bunun için sizden beş altı tane soru alacağız.
Hayri Kırbaşoğlu
Birincisi bu sivil toplum örgütleriyle ilgili olarak biz sürekli edilgen durumdayız, İslam dünyasının kendisinin proje geliştirmesi lazım. Bu sivillik kavramı batıdan bize gelen bir kavram ancak sivillik ve sivil toplum derken şunu demek istiyorum: Mesela 1 milyardan fazla İslam dünyasının yönetenleri karar vericileri sayısal olarak orana vuralım %1’i bile bulmaz; cumhur başkanı, bakan, başbakan, sivil-askeri üst düzey bürokratları toplasanız %1’lik bir azınlıkla karşılaşırsınız. Bu azınlık azınlık olmasına rağmen ezici çoğunluk olan %99’un geleceğine hükmediyor. Ben diyorum ki bu %99 bilinçlenirse bu %1 in ne yapması gerektiğini onlara söyleyebilir. Açıkçası bir sürü haline gelmişiz şu anda. Mesela basit bir şey bu sivillik, yapılması gereken ise hakkın hukukunu iyi bilmek. Şimdi ben özellikle bu toplumsal faaliyetlerde bulunanların bu konularda çok iyi donanmış olması gerektiğini söylemek istiyorum; yani hakkını hukukunu bilecek, hayır demesini bilecek, haklarını sonuna kadar kullanacak. Ne yazık ki biz Türkiye’deki Müslümanlar yeterince tepki veremiyoruz. İslam dünyası da öyle buda biraz önce bahsettiğim gibi Müslümanlığımızı gözden geçirmemize gerek var dediğimde kastettiğim şu: bizim Müslümanlığımız itaat ve biat Müslümanlığı. Halbuki mesela Yemen’de Zeydi’ler var tarihte Mutezile var, mesela İmam-ı Azam diyoruz, İmam Zeyd diyoruz, bu şahsiyetlerin hepsi yönetim muhalifidir. Bakın bizde bir yönetim veya yönetici yanlış yaptığında sivil itaatsizlik yapacak kadar, Gandi kadar dahi direnme kültürü yok. Öyle olduğu için Türkiye de çok az sayıdaki yönetici elitler, onların uzantısı sözüm ona sivil toplum örgütleri geniş kitleler üzerine rahatlıkla baskı kurabiliyor. Burada anahtar kavram “kitleler”dir. Bu kitleler bilinçlendirilmelidir kulaktan duyma bilgilerle yetişen Müslümanların bu hedeflere ulaşması mümkün değil. O halde Kur’an’dan hareketle Hz Peygamberin hayatında sergilediği mücadeleyi de örnek alarak 20. yüzyıl şartlarında bunun yeniden inşa edilmesi lazım. Bunun ilk temellerini Cemaleddin Afgani attı. Afgani, Abduh, Reşit Rıza mesela onların devamıdır. Türkiye de Mehmet Akif, İranda Şeriati, Pakistanda Muhammed İkbal hep bunlar aynı çizginin mensubudurlar, bunlar İslam birliğinin taraftarları aynı zamanda 21. yüzyılda da klasik atalarımızdan devraldığımız Müslümanlıkla yola devam edemeyeceğimizi ve yeniden Müslümanlığımızı gözden geçirip bu konuları yani küresel ve bölgesel hedefleri merkeze alan ve Müslümanlığımızı sosyal alana taşıyacak bunu ön plana çıkaracak olan kısacası namaz abdest Müslümanlığı değil farklı bir Müslümanlık bilinci ve şuurunu aşılamamız lazım. Bunun resmi okullarda verilmesi mümkün değil onun için resmi Türkiye Cumhuriyeti okullarında böyle bir şey verilebilir mi? Mısırda verilebilir mi ? Hayır, çünkü İslam güçlendiği taktirde kendi saltanatlarını da sarsabileceğini düşündükleri için İslam ülkelerinde tercih edilen sulandırılmış ılımlı bir İslamdır. Türkiye de Diyanetin anlattığı İslam da ılımlı İslamdır. Suudi Arabistan’daki İslam da ılımlı İslamdır. Onun için biz önce kendi içimizdeki kendi yöneticilerimizle hesaplaşabilecek bir duruma gelecek sonra dış güçlerle mücadele edeceğiz. Çünkü dış güçlerle mücadele ederken senin içerideki kendi yönetimin de seni içeriden vurabilir. Dolayısıyla böyle bir bilincin yani siyaset bilincinin daha doğrusu şöyle diyeyim bugün merkezinde siyasetin yer aldığı bir amel-i salih kavramının -particilik anlamında değil yeryüzünde olan bitenlere karşı Müslüman’ca tavır koymak anlamında- siyasetin merkeze yerleştirildiği bir Müslümanlık anlayışına ihtiyacımız var; namaz, abdest, orucun merkeze alındığı, sevabın, bireysel olarak ben şu kadar sevap kazanayım, hesap makinesi gibi onun hesabını yapayım diyen bir anlayışın eğil Müslümanlık, enaz bunlar kadar başkasını kurtarmak insanlığa bir şeyler verebilmek geleceğimizi çocuklarımızı teminat altına alabilmek bu yönde çaba sarf etmeyi enaz namaz gibi hac gibi zekat gibi aynı düzeyde hatta bundan daha önemli gören bir Müslümanlık daha önemli, çünkü hepimiz 5 vakit namaz kılsak dahi İslam dünyası Cihat görevini ve diğerlerini yapmadıkça kurtulmaz, hepimiz yere kadar sakal bırakalım, hepimiz cellabiye, çarşaf giyelim, peygamberin tıpa tıp kopyası olalım, yine de İslam dünyası kurtulmaz; bu dediğim hedeflere gözümüzü dikmek ve bireyselliği aşan bir Müslümanlığa ihtiyacımız var. Bunun için de tepki veren organize olan -mesela sol da öyledir ufaktır ama çok etkilidir, mesela Tüsiad böyledir – böyle etkili olabilecek oluşumlara artık yavaş yavaş gidilmesi lazım.
Katılımcı:
Bu noktada hocam Müslümanlar Türkiye’de kanaat önderi sıkıntımsı mı çekiyor?
Prof. Dr. Hayri KIRBAŞOĞLU
Evet kesinlikle kanaat önderi diye birşey kalmadı. Var mı Türkiye’de İslami duruşu haysiyeti ve ciddiyeti temsil eden güçlü şahsiyetler? Mesela niye Nasrallah? ben Yemendeyken dikkatimi çekti insanlar matbaalarda binlerce Nasrallah fotografı bastırmış sokaklarda habire dağıtıyor. Zaten Suriye den girer girmez Nasrallah posteri Orta Doğunun her yerinde binlerce var niye? Çünkü ezilmiş Müslüman bir defa şahlanan bir lider gördüğü anda ona sahip çıkıyor. Hem de Sünnisi de Şiisi de hepsi toptan sahip çıkıyor zaten böyle de yapmalıyız. Yani Şiilik-Sünnilik bunlar önemli şeyler değil aramızdaki farklar o kadar da fazla değil, – bunları da ileride inşaallah başka konferanslarda ele alırız- mezhep-meşrep farklarını fazla önemsemeden birisi “Müslümanım” dedi mi benim için iş bitecek, bu benim kardeşimdir, bırak o kendi namazını farklı kılsın ne olacak. Biz Isfahan da Cuma namazı kıldık, hem de protokol de ve ben Şiiler gibi kıldım. Önce tereddüt ettim nasıl kılayım diye, sonradan dedim ki düzeni bozmayayım, onlar nasıl kılıyorsa aynı onlar gibi kıldım. Keza Tunus’a gittim, onlar da Malikî, bu defa orada da aynı onlar gibi kıldım. Yemen de Zeydiler’le tanışmaya görüşmeye gittik orada da aynı onlar gibi kıldık. Hatta bizzat Zeydilerin yazdığı ve Zeydiliği anlatan bir kitap var,- kitabı çevirecek varsa vereyim çevirelim- yüzde 99’una rahatlıkla imza atarsınız bir Sünni olarak. Çünkü İslam konusunda bizim ortak paydalarımız o kadar fazla ki! Halbuki buna rağmen sürekli olarak bize ihtilaf noktaları gösterilmiş, şimdi bizim bu oyunları da bozmamız lazım. onun için böyle bir bilince ulaşırsak, Tüsiad nasıl etkin olabilyorsa veya İslam dünyasında batının manipüle ettiği turuncu NGO‘lar veya Büyük Orta Doğu projesinin enstrümanı olan küçük ama organize gruplar nasıl etkili olabiliyorsa, Esam da böyle etkili bir kuruluş olabilir veya bu başka bir kuruluş da olabilir. Ama İslam dünyası bilgiye yatırım yapmanın önemini henüz kavrayamadı. Açık söyleyelim, bir partiye siyaset için yatırım yapmak ne kadar önemliyse, en az onun kadar hatta ondan da daha önemlidir bu gibi kuruluşlara yatırım yapmak. Dolayısıyla Esam’ı güçlendirmek bana göre bu açıdan önemli, ama Esam’ın büyük imkanlara sahip bir kuruluş olduğunu söylemek mümükün değil, zira Tüsiad’ın arkasında patronlar klubü var, Soros parası olduğu da söyleniyor, Esam’ın arkasında da temiz ve ihlaslı bir finans desteği olması lazım. Kısacası bilginin önemli olduğunu, medyanın da önemli olduğunu, bunları görmek lazım. Bu noktada ayrıca geniş çaplı tartışmalar da yapmamız lazım. ikincisi İslami kesimin durumu da çok problemli gerçekten. Şu anda İslam dünyasında en önemli problem, her cemaat kendisini kurtarma peşinde kendi cemaati’nin çıkarını İslam ümmetinin çıkarlarının üstünde tutuyor. Türkiye’deki cemaat ve gruplar da öyle. Mısır’da da öyle Fas’da da öyle. Buda çok tehlikeli bir durum. İslam dünyasının ve ümmetin geleceği her şeyin üstünde tutulacakken bu gibi yanlış tutumlar da önemli bir problemdir. Hakikaten Mısır’a gidiyorsunuz işte İhvan mesela hazır Amerika bastırıyorken şu Büyük Orta Doğu Projesi varken bende şundan yararlanayım onun rüzgarından yararlanalım diye düşünenler bile var içlerinde biz onlara “sakın ha!” dedik, “Amerika’ya elinizi verirseniz kolunuzu da kaptırırsınız sakın böyle bir şeye tevessül etmeyin” diye uyardık bu arkadaşları. Aynı şekilde diğer İslam Ülkerlerinde de mesela Yemen’de ve birçok İslam ülkesinde selefilerle diğer mezhep ve meşrepler arasında ciddi sıkıntılar var. şimdi bunların oturulup ele alınması bu amaçla mesela Müslümanların bütün gruplarının temsilcilerinin yer aldığı problem çözme mekanizmalarının da geliştirilmesi gerekir. Normalde bu İslam konferansının görevidir diyeceksiniz. Keza Milli görüş hareketi içerisinde de bazı çalışmalar yapılıyor diyebilirsiniz. Fakat yine de bunlar yeterince kuşatıcı değil, zira bunların daha geniş kapsamlı bir hale getirilerek yapılması lazım. Ama dediğim gibi önemli problemlerden birisi ben merkezcilik. Bazı konularda şöyle yapalım dediğiniz zaman bazı gruplar gelmiyor. Burada ben merkezli değil biz merkezli bir bakış açısına ihityaç var. Mesela Kahire’deki şu iki gün önceki toplantı da İhvan da vardı, sol gruplar da bütün muhalif gruplar, sendikalar, işçi sendikaları var, hepsi var ve bence çok iyi bir hareket. Önemli olan önce tepedeki despotlara karşı bir cephe oluşturup onların diktalarına son verip, meseleyi halletmek. Bundan sonra diğer adımları atarsınız. Şimdi bu noktada İslami cemaatlerin durumu hiç iyi değil. Bu problemin de temelinde bir başka problem var o da şu arkadaşlar: Cemaat yapıları, tarikat yapıları, grup yapıları tek adam yönetimine dayanıyor yani orada da birtür despotizm vardır. Mümkün mü CHP’de Baykal’ın iradesi dışında bir şey çıkması veya Tayyip Erdoğan neden ayrıldı? Erbakan Hocayı despotlukla suçlayarak. Ama daha sonra kendi de oldu bir despot. Ama her siyasi parti böyle tek adam yönetimi her yerde var. İşte bunları kırarak, daha gevşek yapılara yönelmeye ihtiyacımız var; yani ben merkezci değil biz merkezci olmak lazım. Mesela Milli görüş hareketinin de içinde yer aldığı bir takım ortak girişimler olabilir, bunun içine İhvan da girsin, Pakistandaki bir takım hareketler de buna dahil olsun, ama dediğim gibi artık İslam ümmetini temsilen, İslam konferansının sivil ayağı olabilecek mesela bir kuruluşa ihtiyaç var bir çatı kuruluşuna. Bu kuruluş bütün grupları hatta Hıristiyanları ve diğer Müslüman olmayan grupları da içine alan ve İslam dünyasının kanaat önderliği ihityacını karşılayacak bir mekanizma. Bu noktada İslami grupların ciddi bir başka problemi daha var, buda Müslümanlık tasavvurumuzla ilgili. Artık biz cemaat liderini de tarikat liderini de mürşitleri de gerektiğinde eleştirebilmeliyiz, yani onlar bize Büyük Orta Doğu projesini destekleyin derse -nitekim Türkiye’de bazı gruplar bunu diyor- sürü gibi gidip BOP’u desteklersek, bu sağlıklı bir Müslümanlık değil. İşte onun için diyorum ki, yeniden, eleştirel zihniyeti ve muhalefeti merkeze alan bir Müslümanlık tasavvuruna ihtiyaç var. Kur’an’a Sünnete aykırı, İslami çıkarlara aykırı olarak bir kimsenin şeyhi, üstadı, parti lideri de söylese ona hayır diyebilecek bir anlayışa ihtiyaç var. Bu yapılmadığı taktirde İslami gruplar, cemaatler, hareketler, Ümmet birliğinin önündeki en büyük engellerden biri olacaktır. Özellikle Büyük Orta Doğu projesine su taşıyan sözüm ona İslami bir takım gruplar, Mısır da, diğer İslam ülkelerinde veya Türkiye’de de olabilir. Resmi- sivil iki yönlü bir işbirliği mümkün olmaz mı denilebilir doğru ama işte ben size örnek verdim: İran’a veya Nasrallah’a karşı hemen Suudi Arabistan, Mısır ve Ürdün resmi politik ve dini sözcüleri ağza alınmayacak hakaretler yaptı bu insanlara, bunlarla siz nereye gideceksiniz? şu haliç ülkelerinin yaptığı sefahat nedir? insanlar orada katliama tabi tutulmaya devam edilirken insanlar her gün öldürürken mesela bu kralların ve despotların vazgeçmeden, günlerini gün etmelerini göz önüne alacak olursanız- bunların neresi Müslümanlık onu da sormak lazım – bunlarla nereye gide bilirsiniz? çünkü İslam ülkelerindeki krallar ve despotlar biz Müslümanız diyorlar ama firavun gibi yaşıyorlar. Bunlarla hesaplaşmak zorunda ümmet. Türkiye’de de kimle, nereye gideceksiniz? Büyük Orta Doğu projesi iflas etmiş, ama hala başbakan ben onun eş başkanıyım diyor. Şimdi bu insanlarla bu yönetimlerle nereye gideceksiniz? ama ben tekrar söylüyorum, resmi kurum ve kuruluşlarla da diyalogu sürdürelim fakat yönetimlerden ve resmi kesimlerden fazla bir şey beklemeyelim. Çünkü yönetimler sadece koltuklarını veya tahtlarını garanti altına almaktan başka birşey düşünmezler. Bunun örneklerini biz pek çok ülkede gördük. Son olarak İslam devleti konusu da, dediğim gibi, gündemimizde ilk sıralarında yer alacak bir konuda değil, bilakis gündemin ilk maddesi ümmetin geleceği olmalı ve ümmetin birliği ön planda yer almalı. Nitekim mesela Suriye’deki Müslümanlar doğru dürüst özgür biçimde konuşamıyor bile, öte yandan daha adam karnını doyuramıyor, yani biraz gerçekçi olmakta lazım, adım adım gitmek lazım. Sonra tek bir İslam devleti zaten pratikte pek mümkün değil. Eğer böyle bir şey düşünülüyor ise, bir tek halife olsun bütün hepsini yönetsin gibi düşünülüyor ise, mevcut şartlarda bu çok zor; ama önemli olan – mesela Avrupa birliği bir modeldir, Amerika bir modeldir eyalet sisteminde – Ümmet için bir model geliştirilmesi lazım. Müslümanları bir arada tutmak için mutlaka modeli de batıdan mı almalıyız? hilafet modeli orta çağda Müslümanların geliştirdiği bir model. Bugün bunu hayata aktarmak pratik bakımdan, siyaset bilimi bakımından, yönetim bilimi bakımından mümkünse ne ala, ama mümkün olup olmadığını bizim test etmemiz lazım. Ayrıca başka modeller de mümkün mü değil mi, bu noktada da kafa yormak lazım. Hasılı şu anda bütün İslam dünyasının harıl harıl, kolaylıkla organize edilebilecek alanlarda neler yapılabileceğini önce tartışması lazım. Mesela yayıncılık konusunda şu sıralarda bir yayıncılar birliği faaliyeti var Doğu Konferansı önderliğinde, bu hayata geçiriliyor ve Mısır’dan yayın evleri geliyor biz Türkiye’de şube açmak istiyoruz diyorlar. Şu ana kadar İslam dünyasındaki , Arap dünyasındaki yayın evlerinden hiç bir tane şube açan var mı Türkiyede? Yok! Peki Türkiye’deki yayın evlerinden herhangi birisinin Kahire’de, Beyrut’ta şube açanı var mı ? o da yok. Dolayısı ile biz artık bu noktalara yavaş yavaş ilerleyerek birbirimizi tanıma noktasına gelmemiz lazım. Bu bir bahs-i dîğer. Maalesef birbirimizi tanıdığımızı söyleyemeyiz, Müslümanlar birbirlerini tanımıyorlar. Kişi bilmediğinin düşmanıdır. Müslümanlar arasındaki nefret tohumları ve karşılıklı muhabbetin olmayışı ve sevgisizlik de aslında bundan kaynaklanıyor. Ama benim gibi siz de Sudan’a ,Yemen’e, Mısır’a, Lübnan’a, Pakistan’a, oraya buraya giderseniz, oradaki Müslümanları yakinen tanırsanız ,” aaa !!” diyeceksiniz “bunların benden hiç farkı yok”. Şiiyle dahi oturup kalktıkça “Allah Allah ! bu adam Şii ama aynı benim gibi” diyeceksiniz. Bunu biz İran’a gittiğimizde gördük. Doğu Konferansı olarak hala İranla temasımız var, hala Suriye ile temasımız ve ilişkilerimiz inanılmaz şekilde müspet. Onu da söyleyeyim bu vesileyle daha önce söyleyemedim: Son olarak İslam dünyasında Türkiye’ye olan bakışın inanılmaz olumlu ve romantizm düzeyinde olduğunu, yani Türkiye’deki olumsuzlukları görmeyecek kadar romantizim olduğunu bilmenizi isterim. Zira bu insanlar Türkiye diyorlar başka birşey demiyorlar, her alanda her türlü iş birliğine hazırlar ve bunu sağlayan en öneli faktörlerden birinin Türkiye’nin özellikle 1 Mart tezkeresindeki tutumu olduğunu, bunun son derece önemli olduğunu bilin. Yani Türkiye’nin İslam dünyasındaki önemini artıran nedenlerden birisi budur. Çünkü Kore’ye kadar bunun yansıması gitmiştir “nasıl siz ABD gibi bir süper güce hayır dediniz” diyorlar. Bu aynı zamanda ezilen üçüncü dünya ülkeleri için de bir güç kaynağı olmuştur. Bu noktada mutlaka hılfu’l-fudûl mantığıyla hareket ederek, Latin Amerika ülkeleri veya Hindistan ve başka ülkelerden, küresel kapitalistlere karşı direnen başka ülke varsa bunlarla da iş birliği yapmayı projemizin ayrı bir bölümü olarak gündemimize almamız gerekir.
Prof. Dr. Arif ERSOY
Muhterem hocamıza teşekkür ediyoruz çok kapsamlı bilgiler verdi ve tahminlerimizin ötesinde yani ne diyim radikal mi diyim ne diyeyim dere tepe düz gitti taşları daha da sarstı bu son cevapta bu hayra alamettir. Bir ülkenin proje olarak bizim gördüğümüz gibi bakmama duvarın arkasını da görmek hoca arkasını gören birisi olduğu için böyle ateşli konuştu tebrik ediyor çalışmalarının devamını diliyoruz. Bu konuda da hocayla tartışma seansları oluşturmamız gerektiği kanaatindeyim belli konularda uzmanları çağırıp etraflıca tartışmamız gerekir. Hocalar bakmayın bölye milletin huzurunda sakin durduğuna bunlar bir kavgaya başladılar mı yer yerinden oynar evet teşekkür ediyoruz efendim sağ olun size de teşekkür ediyorum saygılar sunuyorum.