Yaşadığımız dünyada Müslümanların ahlaki yozlaşmalarının dini algılamada oluşturduğu zaafı belirlemek zorundayız. Dini algıyı zaafa uğratan çok farklı öğeler olabilir. Ama ahlaki zafiyeti aşan bir durumla karşılaşmak zor olacaktır. Müslüman, ahlaki yapısını sağlam ve sahih tutmalı ve üzerine yüklenen sorumluluğu yerine getirirken ahlaki tutarlılığının yanında şahit olma misyonunu dikkate almalıdır. Toplumsal çürümenin önüne geçmek ve zulmün bir toplumsal döngüye dönüşmesini engellemek için toplumsal öncülük rolünü Kur’an’ın yaşayan örnekliğine dönüştürerek sağlayabilir Müslüman! İman etmek ve imanını sağlam ve sahih bir şekilde hayata geçirmenin önemini idrak ederek bu konuda Müslüman aydın ve alimin üzerine düşen sorumluluğu hatırlatmak önem kazanmaktadır. Sağlam ve sahih bir akide için gösterilen dikkat ve duyarlılığın sahih ve sağlam bir İslami yaşam için de gösterilmesi elzemdir. Tevhidi düşüncenin yanında tevhidi yaşamı da gündemimize alarak inceltilmiş bir ahlaki yapıyı ikame etmeli ve sadece Allah’a yakın olmayı hedefleyerek bütün yakınlaştırma operasyonlarına şüphe ile bakmayı öğrenmeliyiz. Bizi Allah’a yakın düşürmeyen bütün yakınlaştırma seansları kendi içinde bir tuzak içermektedir.
Din ile bağını sağlıklı zeminlerde kurmayan bütün güçlerin dini duyarlılığı samimi duygularla ifa etmesi beklenemez ve ortaya koyacakları hedeflerin de dini hayatı içinden çıkılmaz hale getirmesi tabii sonucu olur.
Bütün bu durumları yaşamamak için Müslüman öncülerin, aydınların, alimlerin, aktivistlerin Peygamberi örnekliği bir daha tecrübe alanına dahil etmenin adı olacak bu pratik ve eylem alanında İslami bakışı derinden yaşayacak bir tavırlar manzumesi oluşturmalıdırlar. O yüzden bu konuyu gündeme alıp tartışmak ve Müslümanların dikkatine sunmak istedik. Aşağıdaki sorularımız eğer bu konuyu istediğimiz şekilde gündeme taşırsa bir işlev görecektir.
TOPLUMDA “ YÜRÜYEN KUR’AN “ OLMAK
Hayasız bunca insana cazip gelen kokuşmuşluğun ,namuslu insanları bu kadar ilgilendirmesine her zaman üzülmüşümdür.Ticaretimizin ,sanayiimizin ve maliyemizin nafakası olan spekülasyonların, rüşvetçiliğin, zimmete para geçirmenin dolandırıcılığın ciddi ve ayrıntılı bir analizini sunan bir ekonomi politik kitabı, tarih veya sosyoloji kitapları biliyor musunuz? (Michel Foucault, Entelektüelin Siyasi İşlevi, Ayrıntı Yay.,İst., 2000,s.292)
Ahlaki sorunların kökeninde bulunan hastalık nedir?
İnsan ve cemiyete dair tahlillerde indirgemecilik yaparak, meseleleri tek bir sebebe bağlamak mümkün değildir. Bu sebeple ahlaki bozulma ve aşınmanın temelinde pek çok sebebin yattığını söylemek daha isabetli olur. Burada bu sebeplerin neler olduğuna dair birtakım şahsi değerlendirmeler yapmaktan öte fazla bir şey söylemek doğru değildir. Zira maksat vaaz-u nasihatta bulunmak, masa başında birtakım dilek ve temennileri dile getirmek veya sınırlı araştırma ve gözlemlere dayalı tartışmalı neticeleri birer hakikat diye sunmak olmamalı, bilakis alana inilerek, dinî, sosyolojik, psikolojik, pedagojik, ekonomik, felsefi, politik, medyatik açılardan meseleyi inceleyen, alan araştırmaları, literatür taramasına dayalı çalışmalar yapılmalı ve bu tür çalışmalar belli aralıklarla tekrarlanarak, cemiyetin ahlaki yapısındaki hastalıklar, olumsuz gelişmeler sürekli gözlemlenmeli, müspet gelişmelerin de güçlendirilmesi cihetine gidilmelidir. Daha doğrusu her kesimiyle müslümanların şimdiye kadar bu şekilde bir yol izliyor olmaları gerekirdi. Hatta bu alanda cemiyetimizde faaliyet gösteren birtakım resmi ve sivil müesseseler bulunmalı ve bunlar tam bir işbirliği ve planlama içerisinde çalışmalarını sürdürüyor olmalı idiler.
Ama üzülerek, hatta esefle söylemek gerekir ki, şu anda ülkemizde İslami alanda faaliyet gösteren ve üstelik İslamı ve müslümanlığı önemsediğini her vesileyle dile getirmekten geri kalmayan resmi -mesela İlahiyat Fakülteleri ve Diyanet İşleri Başkanlığı- ve sivil– mesela cemaat, tarikat ve gruplar, siyasi partiler, dernekler, vakıflar v.s- kesimlerde “ Ahlak” , bilhassa“ Toplumsal Ahlak” alanında çalışan, cemiyetimizin ahlaki açıdan nabzını sürekli tutan, çözüm teklifleri sunan, bu yolda müşahhas adımlar atan, topluma yönelik faaliyetlerde bulunan tek bir kuruluş, tek bir gazete, tek bir dergiye, tek bir televizyon kanalına, radyo istasyonuna bile rastlamak mümkün müdür? Hadi bundan vazgeçtik, bu gibi kesimlerde “Ahlak” alanında müstakil ve sürekli çalışmaların ve programların yapıldığı bile görülmüş müdür?
Sözün kısası biz müslümanlar oturduğumuz yerden aleme nizam vermekten vazgeçip alana da inmedikçe, bu ve benzeri sorulara sağlıklı cevaplar bulmamız mümkün değildir. Bu yapılmadıkça da hastalığı teşhis etmeden hastaya ilaç veren birinin durumuna düşmekten kurtulamayız. Ama teşhis ve tedavi konusundaki bütün bu eksikliklerimiz ve kusurlarımız bizim kesin değerlendirmeler yapmamızı zorlaştırsa da, bugün ülkemizde müslümanların ciddi boyutlarda ahlaki bir sapma ve aşınma sergiledikleri hususu, hemen herkesin kolaylıkla gözlemleyebildikleri acı bir gerçektir. Dolayısıyla bu konunun sürekli gündemde tutulması ve gerekli adımların atılması son derece gerekli bir yaklaşımdır.
Geleneksel İslami düşüncenin ahlaki yapının yozlaşmasında bir etkisi var mıdır? Veya ahlaki yozlaşmayı engelleyen bir boyutu mu vardır?
Bu iki şıklı soruya yine hem evet hem hayır şeklinde iki şıklı bir cevap vermek mümkündür. Tabiatıyla önce geleneksel İslami düşünceden ne anladığımızın netleştirilmesi gerekir. Anlayabildiğim kadarıyla hem ilmi-fikri düzeyde, hem de halk düzeyinde egemen olan ve geçmişten tevarüs edilen İslami değerleri, anlayışları, uygulamaları kastediyorsak, bu takdirde genel olarak Sünni gelenek ve kültürden, hassaten de bu geleneğin Osmanlı döneminden bugüne kadar devam eden etkilerinden veya uzantısından bahsediyoruz demektir. Ancak bu geleneğin, yaşadığımız ahlaki dejenerasyonda bir payı olduğunu düşünmek için elimizde birtakım ipuçları bulunmakla beraber, tam olarak hangi alanlarda ve ölçüde rolü olduğunu söyleyebilmek için –daha önce de işaret ettiğim- kapsamlı araştırma ve incelemelere ihtiyaç vardır. Gerçi bir intiba olarak, bu geleneğin bireysel dindarlık alanından ziyade toplumsal dindarlık alanında birtakım olumsuz etkilerinden söz etmek mümkün görünmektedir. Fakat yine de bu intiba ile yetinmeyip hem fert hem de cemiyet düzeyindeki ahlaki aşınmanın geleneğimizden kaynaklanan muhtemel sebeplerine dair bizlere fikir verebileceğini düşündüğüm birkaç ilmi araştırmaya dikkat çekmek hayli faydalı olacaktır: İlhami Güler, Allah’ın Ahlakiliği Sorunu- Ehl-i Sünnet’in Allah Tasavvuruna Ahlaki Açıdan Eleştirel Bir Yaklaşım (Ankara Okulu Yayınları,Ank.,2000), İlhami Güler,Ehl-i Sünnet’in Dindarlık Kriterleri ve Türk(iye) Dindarlığı(İslamiyat,V,4, Ank.,2002,s.99-108) ve M.Hayri Kırbaşoğlu, İlmihal Dindarlığının İmkanı Üzerine (İslamiyat, V, 4, Ank., 2002, s.109-124)
Elbette geleneğin kendini yenileyememesi ve bilhassa toplumsal ahlak alanında İslami çağdaş yapılanmaların gerçekleştirilememesi, meselelerin yapısal boyutlarının göz ardı edilerek, sadece geçmiş söylemleri tekrarlamakla yetinilmesi, genelde vaaz u nasihat yoluyla bu meselenin halledileceğinin zannedilmesi, özellikle de el-Emru bi’l-Ma’ruf ilkesinin geri planlara atılması hususlarına da, ahlaki gevşemenin muhtemel sebepleri arasında yer verilebilir. Bu noktadan hareketle – tıpkı Kur’an’ın öğretisinin merkezi kavramlarından olan el-Emru bi’l-Ma’ruf ve’n -Nehyi ani’l-Munker ilkesini mezhebin temel esaslarından biri olarak kabul eden Mu’tezile’de olduğu gibi – artık bizim de İslam tasavvurumuzda bu Kur’ânî ilkeye merkezi bir yer vermemiz ve gerek ferdi gerek cemiyet planında bunu hayata geçirmek için gerekli adımları atmamız, bu ahlaki aşınma sürecinde ilk atılması gereken adımlar arasında yer almalıdır.
Tarihteki ahlaki yozlaşmalarla modern ahlaki yozlaşma arasındaki benzerlikler ve farklılıklar nelerdir.
Dediğim gibi ne geçmişteki ne de günümüzdeki ahlaki aşınma ve sapmalara dair yapılmış ilmi çalışmalar olmadığı için, bu iki tür yozlaşma arasında ciddi bir mukayese yapmak ta mümkün değildir. Bu konuda sağda solda yazıp çizenler olsa da, onların yazdıkları da masa başında yazılmış modern vaazlar veya eski vaaz u nasihatlerin kötü kopyaları olduğu için, bunları ciddiye almak doğru değildir. Çünkü asıl mesele de zaten budur, yani kendi kabuğumuzdan veya dar çevremizden çıkıp, fildişi kulelerimizden inip, alan araştırmalarına yönelemeyişimizdir. Artık toplumumuzdaki İslam üzerine sosyolojik açıdan araştırma yapmanın ne kadar önemli olduğunu anlamamız gerekmektedir. Elbette bununla da yetinmeyerek bu alanda birtakım projeler geliştirerek, önce hastalığın ne olduğunu ve ne(ler)den kaynaklandığını tespit etmekte de geç kalmamak gerekir. Ama yine de, bu konuda da bazı hususlara dikkat çekmek yararlı olabilir. Öncelikle belirtelim ki, ister fert ister cemiyet planında olsun, ahlaki sapma ve aşınmaların sebeplerini kabaca “ iç ve dış faktörler” şeklinde tasnif etmek mümkündür. Yukarıda bir nebze bahsedildiği üzere iç faktörler, daha ziyade müslümanların İslam algı ve tasavvurlarıyla ilgili kabul edilebilir. Dış faktörlerin de, daha ziyade modern dönemin mahiyetinden kaynaklanan hususlarla ilgili olduğu düşünülebilir. Meseleye böyle bakacak olursak, modern dünyanın müslümanlar üzerindeki bozucu etkisinin daha farklı ve tehlikeli olduğu yönündeki bazı iddiaların, en temelde İslami dünya görüşünün ve tabii müslümanların yeryüzünde hâkim değil mahkûm olmasıyla yakın bir ilgisi bulunduğunu da göz ardı etmemek gerekir. Çünkü bu ahlak iflasının ortaya çıkışında, çok daha önemlisi, hızla yayılmasında modernitenin dünyayı küçük bir köye çeviren imkanlar sunmasının başrolü oynadığı söylenebilir. İşte tam da bu noktada müslümanlar geçmişten devraldıkları miras ve silahlarla, modern dünyanın hegemonyacı efendilerinin dayattığı modern sistem, dünya görüşü ve teknolojilerine karşı koyabileceklerini düşünmektedirler. Bir başka ifadeyle alternatif üretmeksizin, reel tehditlere karşı slogan ve söylemle mücadele edilebileceğine inanmaktadırlar. Aslında bu tıpkı Amerikan yerlilerinin gözü dönmüş sömürgecilerin ateşli silahlarına ok ve balta ile karşı koymaya çalışmasını andıran bir durumdur. Bu sebepledir ki, müslümanların bilhassa medyada gördükleri olumsuzluklar karşısındaki klasik tepkileri, oturdukları yerden söylenmeleri şeklindedir. Sözüm ona İslami değerlere sahip insanların egemen olduğu bir parlemento ve hükümet döneminde, şer odakları almış başını gidiyorken ve alenen bütün İslami değerlere her gün meydan okunuyorken, buna mukabil yine sözüm ona “İslami” medyada bu gibi programlara alternatif teşkil edebilecek, bilhassa gençleri cezbedecek, onları şer odaklarının tuzaklarından koruyacak bir performansın sergilendiğini kim iddia edebilir? Bırakın performansı, pek çok sözüm ona İslami medya, müslümanların dünyevileşmesi ve sekülerleşmesi sürecinde olumsuz bir rol bile oynayabilmiş, buna mukabil ne kadar İslam olduğu tartışmalı yorumları gerçek İslam diye müslümanlara sürekli empoze etmiş, hatta iş hurafe tellallığına kadar vardırılmıştır. Dolayısıyla biz suçluyu dışta aramadan öne, burnumuzun dibindeki, kendi çevremizdeki “gaflet veya dalalet” erbabına bakışlarımızı çevirmemiz gerekmektedir.
Modern dünyanın felsefi ve teoloji yapısının bir dayatması mıdır bu ahlaki yozlaşmaların nedeni?
Şunu unutmamak gerekir ki, siz güçlü iseniz kolay kolay size kimse bir şey dayatamaz. Zira dayatma güçlü ile zayıf arasında söz konusu olabilir, şayet siz de güçlü olursanız o takdirde ancak bir ilişki ve alışverişten söz edilebilir, dayatmadan değil! Bence bu meselede asıl önemli olan dayatan taraftan ziyade, dayatmaya maruz kalan bizlerin zayıflığıdır. Çünkü dayatmanın başarısı dayatılanın zayıflığına bağlıdır. Mesela görüntülü medyada İslam’a taban tabana zıt programlar seyirci buluyorsa, hatta bazen reyting’leri zorluyorsa, bunun sebebi %99’u müslüman olduğu söylenen bu cemiyette bunlara rağbet edenlerin bulunması, ekranlarını kapatan müslümanların ise azınlıkta kalması yüzündendir. Aslında bu vurdum duymazlığın altında her müslümanın her türlü şer ve şer odağıyla, her düzlemde ve her vesileyle mücadele etmekle – tıpkı namaz kılmakla mükellef olduğu gibi- mükellef olduğunu vurgulayan “ el-Emru bi’l-Ma’ruf ve’n-Nehyi ani’l-Munker “ – ve her türüyle -“ Cihad” emirlerinin geleneğimizde merkezi bir yer edinememiş olmasının, bir bakıma “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” felsefesinin yattığını da unutmamak gerekir. Bu durumun ortaya çıkmasında el-Emru bi’l-Ma’ruf’u ve Cihad’ı dışta bırakan “İslamın şartı beşe” müslümanlığının ve bırakın toplumsal boyutunu ferdi boyutuyla bile ahlaka gereken önemi vermeyen “ilmihal müslümanlığının” da katkısının bulunduğunu göz ardı etmemek gerekir.
Öte yandan iktidar ideolojisi olarak ta nitelendirilen ve itaat kültürünü esas alan Sünnilik’te muhalefet ve eleştiri kültürünün çok cılız olmasının da müslümanların modern dünyanın dayatmalarına açık ve dirençsiz bir duruma düşmesinde rolü olduğu söylenebilir. Nitekim bilhassa cemaat ve tarikat türü yapılanmalarda bu itaat kültürünün ve eleştirel tavrın olmayışının olumsuz etkilerini görmek hiç te zor değildir. Hoca, şeyh, üstat, ağabey ya da parti lideri olsun, İslama açıkça aykırı hususlarda dahi her yaptığına itaat edilecek kadar ileri götürülen bu itaat kültürünün olumsuzluklarına dair verilebilecek örnekler sayılamayacak kadar çoktur. Mesela gusül abdesti almadan diş kaplatmanın caiz olmadığını ve bu gibi kaplamaların sökülmesi gerektiğini iddia edan bir tarikat- cemaat çevresinin, medya faaliyetlerinde ne noktaya kadar savrulabildiğini ve cemaatin buna ses çıkar(a)madığını, hatta bu grubun hocalarının mevcut durumu meşrulaştırmaya çalıştığını ifade eden değerlendirmelerin tamamen haksız olduklarını söylemek elbette mümkün değildir. Yine iman davasının bayraktarlığını yapma iddiasındaki bir cemaatin başörtüsü meselesinde nasıl yasakçılığa hemen boyun eğiverdikleri de herkesin malumudur. Geçmişte dindarlık iddiasında en ileri giden pek çok kesimlerin bugün modernitenin kirlerine her gün bulaşan, hatta tamamen bir tüketim toplumu anlayışını empoze eden bir çizgide seyrettiklerini de biliyoruz, görüyoruz. Bir anlamda, “omurgasız” bir bedeni andıran bu tür yapıların ve bu yapılar içerisinde yer alan müslümanların, bırakın dayatmayı, kendilerinin gönüllü olarak modern dünyanın değirmenine su taşımaktadırlar. Kısacası bu yapılar içerisinde yer alanlar en açık İslam dışı düşünce ve uygulamalara bile kolay kolay ses çıkaramamaktadırlar, mesela liderlerinin Vatikan Papa’sına “başarılar” dilemesini içlerine sindirebilmekte, “dünyada en nefret ettiğim insan Bin Ladin’dir” deyip te yüz binlerce müslümanın katledilmesine yol açan işgalci yönetimin ele başısı Bush hakkında tek kelime etmemesini de rahatlıkla kabullenebilmektedirler. Durum bu merkezde iken bir dayatmadan değil, olsa olsa gönüllülükten bahsedilebilir ki, bu şartlarda her türlü dejenerasyonun rahatlıkla benimsenmesi mümkündür. Bu gelişmelerin, ahlak ve nefis terbiyesini esas alan tasavvuf alanına mensup bazı çevrelerde yaygınlaşması ise ayrıca düşündürücüdür.
İslami mücadele veren kurumların istenilen bir ahlaki tamlığa ulaşmamasını neye bağlıyorsunuz?
Genel olarak İslam yolunda çaba harcayan bilinçli müslümanların ferdi ahlak açısından üzerlerine düşeni yapmakta olduklarını söylemek adalet ve insaf gereğidir. Ancak asıl mesele tekrar tekrar işaret ettiğimiz gibi, toplumsal ahlak konusunda gerekenin yapılıp yapılmadığı noktasındadır. Bu noktada birtakım eksiklik ve kusurlardan bahsedilebileceği kanaatinde olmakla beraber, bu durumun ortaya çıkışının bilinç değil bilgi eksikliği ile izah edilebileceğini düşünüyorum. Zira önce bugün bizim müslümanlık tasavvurumuzda – ibadet ağırlıklı İslamın şartı beş anlayışında- ahlak’ın yerinin çok cılız ve geri planda olduğunu tekrar hatırlayacak olursak meselenin bir kısmını aydınlatmış oluruz. Buna bir de – bilhassa toplumsal ahlak konusunda yeterli bilinç düzeyinin mevcut olduğunu varsayarak -toplumda ahlak ve fazilet mücadelesi vermenin yöntemleri konusundaki bilgi eksikliğini de eklemek gerekir. Bu eksikliğin başında ise “ değişim” gerçeğinin tam olarak farkına varılamaması, öneminin idrak edilememesi gelmektedir. Çünkü günümüzde ahlak problemlerini, mesela işsizlik, fakirlik, adil olmayan gelir dağılımı, rüşvet, iltimas, adam kayırma gibi sosyo-ekonomik faktörler yanında, yönetimlerin yeterince şeffaf ve denetime açık olmaması, suistimallere müsait olması, hukuk sistemindeki boşluklar, müeyyidelerin caydırıcı olmaması gibi yönetim ve hukuk faktörüne ve tabii eğitim unsuruna bağlı olarak ele almadıkça ve bu konularda alternatifler üretmedikçe ahlak talebimiz çok gerçekçi olmayacaktır. Şunu asla unutmamalıyız ki, ilkokuldan üniversiteye kadar eğitim sisteminin her safhasında helal-haram, adalet, dürüstlük, doğruluk, hak-hukuk, vicdan gibi temel ahlaki esaslara vurgu yapan “ahlakçı” bir bakış açısı egemen olmadığı sürece, şu anda karşı karşıya bulunduğumuz üzücü manzaralarla giderek daha fazla karşılaşmamız kaçınılmaz olacaktır. Böylesi “ahlakçı” bir zihniyetin ise bırakın laik, solcu, sağcı, kemalist, çağdaşçı kesimleri, bırakın “muhafazakar demokratlar”ı, artık İslamcı denilen pek çok kesimlerde bile izine bile rastlamak mümkün değildir. Bu durumda İsmet İnönü’ye atfedilen bir ifadeyle “bu ülkede namuslular en az namussuzlar kadar cesur olmak zorundadır”. Kısacası ülkemiz bir ahlak inkılabına muhtaçtır, bunun öncülüğünü yapmak yine hakiki müslümanlara düşmektedir. Değişim gerçeği ile ilgili olarak müslümanların geleneksel vaaz u nasihat yöntemiyle yetinmekten vazgeçmeleri, geçmişte üretilenleri aynen tekrarlamak suretiyle – Cabiri’nin deyimiyle- “ geviş getirmek”ten kurtulmaları, İslami değerleri çağdaş form ve imkanlar aracılığıyla sunmak için , ahlaka açıktan savaş açan çevrelerden daha yaratıcı olmaları gerektiği de ortadadır. Yukarıdaki bütün bu mülahazaların ışığında müslümanların, son derece gelişmiş yöntem ve araçlara başvuran ahlaksızlığa karşı girişmek zorunda oldukları ahlak savaşında ne kadar yaratıcı, akıllı, zeki, uzun vadeli, planlı, koordineli ve ciddi çalışmalar yapması gerektiği de kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
İman hayata aktarılınca gerekli etkiyi göstermiş olacağına göre teori pratiğe neden dönüşmüyor?
Önce sormak lazım “ hangi iman?” Sadece ahlak meselesinde değil, genel olarak müslümanların her alanda müslüman gibi davranamamaları, yani imanları ile amelleri arasındaki çelişki meselesinde de temel faktör, yanlış bir iman tasavvurundan başka bir şey değildir. Eğer teori ile pratik arasında çetin ve yaman bir çelişki varsa, meselenin göründüğünden daha derinlere gittiğinden asla şüpheniz olmasın. Çünkü siz sırf geçmişteki Kelami tartışmalar bağlamında ortaya atılan ve imanı sadece ikrar ve tasdikten ibaret gören ameli ise imanın bir parçası görmeyen, yani iman ile amelin arasını ayıran mürcii yaklaşımın hangi tarihi şartların ürünü olduğunu göz ardı ederek onu aynen Sünni öğretiye de taşırsanız, bu suretle de Kur’an’ın iman ile amel arasında tesis ettiği sıkı bağı gevşetir, hatta koparırsanız, o zaman karşınıza teori ile pratiğin uyum halinde olmasını gerekli görmeyen, ameli imanını nakzeden, ama bunda bir beis te görmeyen bir müslüman tipi çıkar. Çıkar ama aslında onun imanı da gerçek bir iman olmaktan çıkar ve İlhami Güler’in deyişiyle bir “ inanç”a dönüşür. İşte bugün biz müslümanların imanlarının gerçekten bir “iman” olup olmadığı, imanın amel ile sağlamasının yapılıp yapıl(a)madığı sorusu, önümüzde bütün azametiyle ve çıplaklığıyla duran ve hesaplaşmamız gereken acı bir realitedir. Bir başka ifadeyle asıl mesele imanın hayata aktarılınca niçin etkili olmadığı değil, ortada hayata aktarılacak gerçek bir imanın bulunup bulunmadığıdır. İşte asıl cevabı aranması gereken soru budur.
Peygamberin ‘yürüyen Kur’an’ olarak nitelenmesi, Müslümanların da ‘yürüyen Kur’an’ haline gelmesini sağlayan yöntem ne olmalıdır?
Tabiatıyla her şeyden önce Kur’an’a dönerek! Ancak bu dönüş sanıldığı kadar olay değildir. Zira Kur’ana dönelim demekle dönmüş olamayacağımızı gösteren pek çok örneğe çeşitli İslami akım ve hareketlerde geçmişte hepimiz şahit olduk. Ancak herhangi bir metodolojik zemine oturmayan bu iyi niyetli teşebbüslerin sonuçları beklendiği gibi olmamış ve herhangi bir kapsamlı toplumsal değişim projesine dönüşememiştir. Elbette bu, müslümanların bakışlarını Kur’an’a çevirmelerine önemli katkıları olan bu gibi teşebbüslerin – şimdilik akım kalmış görünse de- sürdürülmesinden vazgeçmemiz gerektiği anlamına gelmemelidir. Bilakis geçmiş tecrübelerden ders alarak, gelecekte Kur’an’a dönüşün hangi esaslar dahilinde olması gerektiği üzerinde durmaya devam edilmelidir. Aslında bu açıdan Çağdaş İslam Düşüncesinde hayli mesafe de kat edildiğini söylemek mümkündür. (Bu konuya ilgi duyanların Kur’an’ın anlaşılması ve yorumlanması alanında yapılmış Çağdaş dönem araştırmalarına müracaat etmesi önerilir.) Ne var ki bu çalışmaların sonucunda yavaş yavaş ana hatları ortaya çıkmaya başlayan metodolojik bakış açısının ilim ve fikir çevreleriyle sınırlı kalmaması ve – eğitim başta olmak üzere – çeşitli yolarla tabana yayılması gerekir. Ancak böylesi ilmi, fikri, metodolojik ve eğitim boyutlarıyla ele alındığı takdirde Kur’an’a dönüş sağlıklı bir süreç içerisinde gerçekleşebilecektir.
Müslümanların modern zihinle yüzleşme gerçeğiyle buluşmamasının katkısı var mıdır bu ahlaki çözülmeye?
Tabii ki! Yukarıda da bir nebze bahsettiğim gibi ciddi müslümanların pek çoğu asr-ı saadet özlemiyle, adeta tarihte yaşıyorlar ve bir türlü bugünün gerçeklikleriyle yüzleşme cesaret ve becerisini gösteremiyorlar. Bazıları ise tam bir kaçış ve panik havasına kapılarak, modern durumun olumsuzluklarından İslam’ın sorumlu olmadığı ve dolayısıyla modern problemlerin çözümünden de İslam’ın sorumlu tutulamayacağı bahanesinin arkasına sığınmaya çalışıyorlar. Bu yüzleşmeden kaçışın tabii sonucu olarak ta müslümanlar ya gettolaşıyor ve marjinalleşiyorlar, ya da tarihe/içlerine kapanarak, anakronik bir ruh hali içinde bu gezegenin yabancıları haline geliyorlar, kısacası tarihe ve dışarıdaki dünyaya müdahil olamıyorlar, tarihin öznesi olmak yerine nesnesi haline geliyorlar. Çağın şartlarına göre İslami bir dünya görüşü geliştirip, bunu her alanıyla hayata aktarmanın üstesinden gelemeyince –hayat boşluk kabul etmediği için- İslam’a aykırı inanç, düşünce ve pratiklerin bizzat müslümanların dünyasını da istila etmesi kaçınılmaz olmaktadır. Nitekim Seyyid Kutub’un Fi Zılali’l-Kur’an’da dediği gibi, aslında bütün insanlığa herşeyin doğrusunu vermesi gereken ümmet, şu anda veren değil alan, üreten değil tüketen bir dünyadan ibarettir. Sadece bilim, teknoloji, ekonomi v.b. alanda değil, düşünce, siyaset, yönetim, eğitim, sanat ve kültür alanlarında da İslam dünyasının insanlık aleminde gıpta edilecek bir pozisyonda olduğu söylenemez. Hatta daha da ileri giderek diyebiliriz ki, müslümanların İslam’a dair bilgi üretme alanında bile –mesela- Batı’nın fersah fersah gerisinde olduğu acı bir gerçektir. Zira müslümanlar Hasan Hanefi’nin tabiriyle selef’in hazırladığı masadakileri tüketen halef durumundadırlar. Sözün kısası yeryüzündeki her türlü ahlaksızlık iddia edildiği gibi sadece modernitenin ürünü olamaz, bunda modernite ile yüzleşip te onu aşacak İslami bir alternatif sunamayan müslümanların da payı olduğunu itiraf etmek gerekir.
Kent kültürünün dayattığı bir yaşama biçimi var. Müslümanlar bu yaşama biçimi konusunda pek duyarlı davranmıyorlar. Sizce kent kültürünün dayattığı yaşama Müslümanlar karşı koyabiliyorlar mı?
Yukarıdaki izahlardan sonra bu sorunun cevabının olumsuz olacağını tahmin etmek pek zor olmasa gerektir. Şehirleşme ve problemleri İslami kesimin gündemine daha yeni giriyor. Eğitim, sosyal hayat, ekonomi, kültür vb. alanlarda alışılmadık gelişmelerle karşılaşan müslümanlar, bu gelişmeleri inceleyip serin kanlılıkla tahlil edecekleri yerde, bunları adeta görmezlikten gelerek karşı koyabileceklerini zannediyorlar. Konut ve işyeri mimarisinden tutun da, tüketim alışkanlıklarına, sosyal ilişkilerden tutun da sanat, kültür, eğlence ve spor alanındaki yeni davranış biçimlerine, çevre problemlerinden kontrolsüz gücün yeryüzündeki hegemonik uygulamalarına kadar bir seri yeni olgu karşısında müslümanların ne düşündüğünü, nasıl davrandığını, gelecekteki gelişmelerin neler olacağını araştıran, İslami kesimden kaç ilim ve fikir adamı/kadını var? Bu sorunun cevabı bile durumumuz hakkında fikir verici niteliktedir.
Müslümanların kendi aralarındaki ilişki biçiminin sahih bir İslami tavırla örtüştüğünü düşünüyor musunuz?
Müslümanlar modern şartlardan bağımsız ve steril bir ortamda yaşamadığına göre, aralarındaki ilişkilerin de konumuz olan olumsuzluklardan nasibini alması kaçınılmazdır. Kapitalist mantığın ve tüketim çılgınlığının sürekli pompalandığı bir toplumda, acımasız rekabet şartlarından uzak kalmanın mümkün olmadığı bir iş dünyasında, iki müslümanın kendi aralarında bile İslami ilkelere tam olarak bağlı kalması adeta imkansız gibi bir şeydir. (Bugün “Ben siftah ettim, komşum etmedi, alışverişinizi ondan yapın” diyen esnaf kaldı mı?)Keza İslam medeniyetindeki akrabalık ve komşuluk ilişkilerine tamamen yabancı ve giderek bireyselleşen bir ilişkiler manzumesi yaratan modern şehir hayatında, müslümanlığımızı ne ölçüde sürdürebileceğimizi ciddi olarak tartışmamız gerekir.
Son olarak Müslümanların toplumda ‘yürüyen Kur’an’ olabilmeleri için tavsiyeleriniz nelerdir?
Kanaatimce bu soru, bizi ağırlığı altında ezip, un ufak edecek kadar muazzam bir meseleye işaret etmektedir. Tabiatıyla sorunun cesameti, bizi ister istemez daha mütevazı davranmaya zorlamaktadır. Zaten burada birkaç cümleyle bu soruya cevap vermeye kalkışmamız, bizim meselenin ciddiyetini kavrayamadığımız anlamına gelecektir. Ama sadece bir fikir vermek için, işe önce bu alanda şimdiye kadar yapılan çalışmaların bir değerlendirmesini yapmakla başlamak mümkündür. Fakat bu bile muazzam bir çabayı gerektirecektir. Zira gerek İslam dünyasında, gerek İslam dünyasının dışında, konumuzla ilgili sayılabilecek o kadar muazzam bir literatür vardır ki, bunların toplanması, tasnif edilmesi, analizi, eleştirisi ve bunlardan birtakım sonuçlar çıkarılması için bir ilim ve fikir adamları/kadınları ordusuna ve bu orduya lojistik destek sağlayacak güçlü müesseselere ihtiyaç vardır. Bu gibi müesseseler müslüman olmayan Batı’da sayılamayacak kadar çok ve güçlü iken, İslam dünyasında bunlarla rekabet edebilecek ciddi müesseselerin ve Batılı ilim adamlarıyla rekabet edebilecek İslam ulemasının varlığından söz etmek mümkün değilse, artık bizim “Yürüyen Kur’an Olma” iddiamızın inandırıcılığı da kalmayacaktır. Çünkü bu gibi müesseseler kurmadan ve onlarca yüzlerce yıl sürecek uzun soluklu çalışmalar yapmayı göze almadan, “Yürüyen Kur’an Olma“ iddiasında bulunmak, bizim Kur’an’ı yeterince ciddiye almadığımızın bir göstergesi olacaktır. Zira insanı, toplumu, tarihi, kısacası gezegeni değiştirecek olan Kur’an’ın bu değişikliği, kendisini ciddiye alan müslümanlar aracılığıyla yapacağını asla unutmamak gerekir. Bizim Kur’an’ı ciddiye alıp almadığımızın göstergesi ise iddia, söylem, retorik, vaaz ve nasihatlerimiz değil; eylem, amel, plan, proje, müessese, analiz-sentez ve doğruluğu denenmiş alternatif çözüm önerilerimizdir. Çünkü: Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz