BEGIN TYPING YOUR SEARCH ABOVE AND PRESS RETURN TO SEARCH. PRESS ESC TO CANCEL

Fecre Doğru Dergisi Röportaj: Tâlibân ve Selefî Düşünce Üzerine

 

İslam Düşüncesinin tarihi dik­kate alındığında Taliban’ı nerede konumlandırmak gerekiyor?

Şu anda Türkiye’de Taliban hakkında sağlıklı bilgiye sahip ol­duğumuz noktasında kuşkularım olduğunu belirtmek isterim. Çünkü bir grup hakkında konuş­mak için önce onları yakından ta­nımak gerekir. Açıkçası Türki­ye’de Taliban’ın gerek siyasi, ge­rek dini anlayış itibarıyla tanındı­ğını sanmıyorum. Hatta medya­da dikkat edilirse Taliban hakkın­da bilgi veren kaynaklar daha zi­yade ya batılı gazetecilerdir veya Arap dünyasından bir takım isim­lerdir. Türkiye’de bu konuda on­ları yakından tanıyan, onlar hak­kında bize sağlıklı bilgi verebile­cek herhangi bir teşebbüsün bu­lunduğunu göremiyoruz. Biz de onları basından veya televizyondan duyduklarımız kadarıyla tanıyoruz. Ancak çok genel olarak on­ların İslam düşünce tarihinde se­lefi adı verilen ve ilk dönemlere, asrı saadete, Kur’an’a ve Sünnet’e dönme çağrısını benimseyen bir akım içerisinde yer aldığı söyleni­yor. Suudi Arabistan’ın da be­nimsediği bu selefilik düşüncesini Pakistan aracılığıyla bu guruba telkin ettiği veyahut Suudi Arabistan’dan ödünç alınan selefilik fikrinin Pakistan’daki bir grup aracılığıyla Taliban denilen bu gruba aktarıldığı anlaşılıyor veya bu şekilde ifade ediliyor.

Selefilik aslında özünde birtakım olumlu yönleri olan bir bakış açısı. Dinin, dine tamamen yabancı olan inanç, düşünce ve uygulamalarla karışmasından sonra buna bir tepki olarak ilk dönemdeki saflı­ğına dönüş anlamında Kur’an ve Sünnet’e dönüş çağrısı yapan bir hareket. Bu hareketin geçmişte de temsilcileri olmakla birlikte modern anlamda Muhammed b. Abdulvahhab ile başladığı kabul edilir. Muhammed b. Abdulvahhab’ın da ilhamını ve bu konudaki birtakım düşüncelerini İbn Teymiye’den aldığını, onun fikir­lerini geliştirerek, Kur’an ve Sünnet’e dönüş şeklinde selefi bir dönüş çağrısında bulunduğunu biliyoruz. Daha sonra bu düşün­celer üzerine Suudi Arabistan’da bir devlet kuruldu. Şu anda selefi düşünceyi büyük ölçüde Suudi Arabistan’daki entelijansiya, ule­ma temsil etmektedir. Tabii Suudi Arabistan’ın sahip olduğu mali imkanlar dolayısıyla da bu düşüncenin mensuplarının, görüş­lerini dünyanın çeşitli yerlerinde yaymaya çalıştıkları sık sık dile getirilmektedir. Nitekim bunun Pakistan’da da, diğer Arap ülkelerinde de fiilen bir etkisi olmuş görünmektedir.

Tabii ki bir dinin en temel kay­naklarına, en saf şekline dönmek, dine sonradan karışmış yabancı, yanlış ve zararlı unsurlardan onu arındırmak son derece makul bir şeydir. Fakat sanıyo­rum selefi düşüncenin çıkmazı, -ki bu sadece Taliban’ın çıkmazı de­ğil, aynı zamanda özellikle Arap ülkelerindeki ve Hint alt kıtasındaki selefi hareketlerin de çıkma­zıdır – Kur’an ve Sünnet’e dönülme­si gerektiğini isabetli bir biçimde teşhis ve tespit etmek ve buna taraftar olmakla birlikte, bu dö­nüşün nasıl olacağının epistemolojik ve metodolojik düzlemde sağlıklı ve tatminkar bir cevabının verilmemiş olmasıdır. Çünkü Kur’an ve Sünnet’e dönüş bir slo­gan olarak gerçekten cazip görü­nebilir, belli bir amaca hizmet te edebilir, hatta belli ölçüde hizmet te et­miştir. Mesela bir ölçüde İhvan-ı Müslimin hareketi içerisinde, Pakis­tan’da Mevdudi hareketi içerisin­de bu görüş gerçekten ciddi bir makes bulmuştur. Belki bizim bil­mediğimiz selefiliğe benzer hare­ketler de vardır Arap dünyasında. Ancak bu dönüş esnasında bazı sıkıntıların yaşandığı görülüyor. Bu sıkıntıların en başta geleni bence gerek Kur’an’ı gerek Sünnet’i anlamaya çalışırken, ona dönmeye çalışırken ciddi bir me­todolojinin olmayışıdır.

Bunların dinin ne olduğu üzerinde nasıl bir düşünceleri var? Dini ne olarak anlıyorlar?

Taliban’ın bu konudaki görüş­lerini anlatan detaylı metinler elimizde olmadığı ya da biz bilmediğimiz için bu konuda herhangi bir çıka­rımda bulunamıyoruz. Genel olarak selefilik için so­ruyorum.

Selefiliğin büyük ölçüde en önemli vurgusu Tevhid’dir. Özellikle Suudi Arabistan’da yaygın olan anlayış bakımından en önemli vurgusu Tevhid’dir. En temel hedef Tevhid’e ters düşen inanç ve hurafelere karşı mücadele etmektir. Bu yüzden özellikle şirk olduğunu veya buna götüren bir davranış olduğunu düşündükleri türbe kültürüne, bir takım ölülerden medet ummaya, batıl inançlara ve hurafelere karşı son derece hassastırlar. Allah’ın birliği, Allah’la kul arasında her­hangi bir aracının olmadığı gibi, aslında son derece sağlıklı vurgu­ları vardır. Bunun sağlıklı oldu­ğunda kuşku yoktur.

Peki hayatın içine dönüldü­ğünde nasıl bir çözümleri var?

Onun dışında insan davranış­larına veya toplumsal alana ge­lindiğinde problem daha ziyade orada ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda ilk kaynaklara, yani asr-ı saadete dönüş derken, asr-ı sa­adet devrindeki davranış kalıplarına aynen dönüş şeklinde bir te­lakki var.Tabiatıyla bu telakki bir ta­kım sıkıntılar da doğuruyor. Bu telakkidir ki işte televizyonda da gördüğümüz üzere Taliban’ın erkeklerin özellikle sakal bırakmalarını ısrar­la dayatmaları, sakal kesenlere bir takım yaptırımlar uygulama­ları, kadınların peçeyle gezmele­rini zorlamaları, musiki ve resim gibi her türlü sanat faaliyetlerine şiddetle karşı çıkmaları, -bir de o heykel bombalama meselesi filan var- bunlar aslında gündelik ha­yatta çok da meselenin özüne nüfuz edemediklerini gösteriyor. Diyelim bunlar gerçekten dinin emri olsa bile, önem sırası bakı­mından son sıralarda gelebilecek hususlardır. Bir insanın sakal bıra­kıp bırakmamasından çok daha önce Sünnet ve Kur’an adına toplumda egemen kılınması ge­reken değerler var. Önce Afga­nistan’ın kendi içinde İslam kar­deşliğini tesis etmesi lazım. Şu anda bir aşiretler, kabileler, gu­ruplar çekişmesi var. Irkçılık, kabilecilik, milliyetçilik, aşiretçilik İslam’ın asla onaylamayıp, aksine şiddetle karşı çıktığı kavramlar ve uygulamalar olmasına rağmen, bununla mücadele etmeyi ilk sıraya yerleştirmek yerine sakal-bıyık veya peçe ile uğraşmak, çok sağlıklı bir bakış açısı olmasa gerektir. Zira Afgan halkının kurtuluşu, önce birliğinin tesisine engel olan bu gibi İslam’a aykırı yaklaşımların ortadan kaldırılmasına bağlı olup, bu da hayati ehemmiyette bir mesele olarak sakal ve peçeden daha önemli ve önceliklidir. Bir kere bu birlik meselesi ve birliği engelleyen İslam karşıtı kabilecilikve aşiretçilik ideolojilerine karşı mücadele edilmesi çok önemli bir problem. Öte yandan Afgan halkının insan gibi yaşayacak bir statüye kavuşturulması lazım. Şu anda neredeyse ortaçağ şartla­rında yaşayan, Batılılarca laboratuvar deneği gibi gösterilen bir toplum. Takvim yılı olarak 2001 yılını yaşıyor görünse de Afganis­tan toplumu, gerçekte toplumsal yapı bakımından 14. veya 15. yüzyılı yaşıyor görünüyor. Bence Kur’an veya Sünnet’e dönülecekse, bu noktalara eğilmek gerekir­di. Yani Hazreti Peygamber kab­rinden kalksa ve dirilse Afganistan’da Taliban’ın da ege­men olduğu bölgedeki durumu görse, yani fakirlik, cahillik, işsiz­lik, sağlık sorunları, kültür, sanat ve düşünceye biganelik, kız çocuklarının okutulmasına karşı direnç veya en azından isteksizlik vs. “benim getirdiğim İslam bu mu?” derdi herhalde.

Bu anlatılanlar doğru mu pe­ki?

Dediğim gibi bu konuda birtakım yorumlar ile medyaya yansıyan bilgiler dışında, bilimsel araştırmalara dayalı bilgilere sahip değiliz. Ama kadınların ve kızların tahsil hayatına atılmasına ve sosyal hayatta yer almasına resmen karşı çıkılmasa, ya da yasaklanmasa bile, onların okutulmasına biraz soğuk bakıldığı doğrudur selefi çizgi­de. Bunu Suudi Arabis­tan’da da görebiliriz, başka selefi akımlarda da, Taliban’da da. Suudi Arabistan’da kadın ve kızların okutulması­na karşı çıkılmamakla birlikte kızlara mahsus ayrı okullarda eğitim verilmektedir. Bu da bir ölçüde onların eği­tim imkanlarını daralt­maktadır. İş bulabilme ve sosyal hayata katılma imkanlarını bu durum sınırlı hale getirmektedir. Şimdi Taliban bu konuda kızlar tamamen okumasın diye bir tavır mı sergiliyor, yoksa karma eğitime mi karşı çıkıyor, bu konuda elimiz­de sağlıklı bilgiler olmadığı için onları yargılamak istemiyorum ama, genelde selefiler kendilerine şu soruyu sormu­yorlar. Hz. Peygamber, nasıl bir birey ve toplum istiyor idi? Bu 21. yüzyıl şartlarında nasıl bir şey olmalı? Taliban’ın anlayışının, görebildiğim kadarıyla bugünkü Afgan toplumunu 14 asır öncesinin şartlarına götürmek gibi bir havası var. Halbuki doğru olan bence, Hz. Peygamber’i alıp 21. yüzyıla getirip, bu yüzyılın şartla­rında, özellikle de geri döndürülemez, değiştirilemez nitelikteki şartlar altında acaba Hz. Peygamber bize nasıl bir önderlik yapabilir? Bu­nun üzerinde kafa yormak lazım gelir diye düşünüyorum. Ama bu aslında sadece Taliban’ın değil, İslam dünyasındaki pek çok Islami hareketin ve pek çok Müslü­man’ın aşmakta zorluk çektiği bir engel! Hala hepimizin zihninde ideal dönem olarak asr-ı saadet yer almaktadır. Bizler o dönemi aynen yaşamanın İslam’ı yaşa­mak olduğunu zannediyoruz. Birçoklarımızın İslami kıyafet adına Arapların özellikle Suudilerin giydiği kıyafeti giyme konusunda bir özlemi var. Arap olmayan toplumlar bile o kıyafeti giymek, sarık sarmak, sakal bırakmak ko­nusunda bir özlem duyuyorlar.

Yusuf İslam bile müslüman ol­duktan sonra, böyle davrandı. Bu biraz duygusal ve nostaljik bir tutum. Bir insan bunlara saygı duyabilir bireysel olarak. Ama iş bir toplumun geleceğini belirle­meye gelince, onu kalkıp 14 as­rın öncesinin şartlarına götüre­rek, İslam’a sadık kalacağımızı veya Kur’an ve Sünnet’e dönmüş olacağımızı düşünmek bence çok ciddi bir hata. Bu şekilde İs­lam’ı donmuş, statik, 14 asır ön­cesinin şartlarına bağlı bir yapı olarak algılamış ve takdim etmiş oluruz. Bence Taliban’ın veya onun temsil ettiği söylenen Selefiliğin en büyük eksikliği ve yanlışı, sağlıklı bir Kur’an ve Sünnet’e dönüş projelerinin ve bunun için gerekli metodolojik altyapıla­rının olmayışıdır, bun­lar olmadığı için de sağlıklı çözümlere gidememeleridir. Bu­nun bizim ülkemizde de bazı örneklerini görmemiz mümkündür. Nitekim bu yaklaşım ile İslam deyince ortaçağ­da yazılmış bazı fıkıh kitapların­dan bir takım fetvaları aktararak dini yaşanır kılmaya çalışan ülkemizdeki bazı çevrelerin veya in­sanların tavırlarına çok benzemekte­dir. Herhalde burada önemli bir nokta da değişim olgusunun far­kına varılmayışı veya buna karşı gereksiz bir direncin söz konusu olmasıdır. Her halükârda, Kur’an ve Sünnet’e dönmek, Tevhid’e vurgu yapmak, bidat ve hurafeler­den dinin arındırılmasını savun­mak konusunda söylenen şeyler yerinde. Ancak bu konudaki üs­lupları yanlış ve sert. Suudi Ara­bistan’da da zaman zaman böyle bir sertlik görülebiliyor. Taliban’da da böyle bir sertlik var. Bu yüzden ilk dönemin Haricileriyle de bazı paralellikler kurul­maktadır. Ama ben tam bir ben­zerlik olduğu kanaatinde deği­lim. Mamafih tebliğ yapılırken doz biraz fazla kaçırılmakta ve Kur’an’ın İslam’ın tebliğinde uyulmasını emrettiği hikmet ve mev’ıze-i hasene gözden uzak tutulmaktadır. Esas çıkmazları bence Kur’an ve Sünnet’e dön­menin nasıl gerçekleşeceği yö­nünde kapsamlı bir düşüncele­rinin veya projelerinin bulunma­yışıdır.

Bir başka önemli etken de Selefi düşüncenin kendi dışındaki düşüncelere kapalı olmasıdır. İs-lami düşünce evrenine ya da tasavvufi düşünce evrenine veya felsefi düşünceye son derece ka­palıdır. Bu sertlik biraz bundan kaynaklanmaktadır. Hele hele Batı düşüncesine, Batı da deme­yelim, İslam düşüncesinin dışın­daki gerek Batı veya gerek Doğu­’daki her türlü düşüncelere karşı da kapalıdır. Kur’an ve Sünnet dışındaki düşüncelere karşı bir merakın dahi olmayışı, büyük öl­çüde zihinlerinin bu alandaki dü­şüncelere kapalı oluşu da ister is­temez, katı muhafazakarlığı, ona bağlı olarak bir sertliği, bir savun­macılığı, bir içe kapanmayı da be­raberinde getiriyor. Gerek Pakis­tan’daki, gerek Mısır’daki selefi tutumlar veya o minvalde zikredilen Taliban’ın çıkmazı benim nazarımda böyle bir çıkmaz. Ni­tekim bu insanların genel kültür düzeyleri ve aldıkları eğitim de bu konuda çok önemli. Bir insa­nın bakış açısının genişleyebilmesi onun dünyayı tanıyabilmesine bağlı. Taliban’ın eğitim altyapısı­na ilişkin elimizde fazla bir bilgi yok. Dolayısıyla onların dünyayı ne ölçüde tanıdıklarına ilişkin faz­la bir bilgimiz de yok.

Musiki veya bunun gibi sanatlar konusundaki tavrına gelelim. Bu sadece Taliban’a mahsus bir tavır değil. Ge­nelde İslam’ı bir hayat tarzı ola­rak benimseyen insanlarda bu konuda bir soğukluk ve olumsuz bir tavır var. Bu bizim çoğu İslam ule­masının ortaçağdaki geleneksel tavrıdır. Musikiye karşı genelde fıkıh uleması malayani, boş işler diyerek, belki de ortaçağın olgun insan tipi farklı olduğu için, musi­kiyi gerçekten kendini bilen, ağır başlı, vakur, muttaki, dindar in­sanların asla iştigal etmeyeceği, ayak takımının uğraştığı bir iş olarak görüyorlardı muhtemelen. Musikinin daha sonraki devirler­de insan fıtratının ihtiyaç duydu­ğu bir şey olduğu, onun bir sanat olduğu gözden kaçırılmış, ulema bu konudaki gelişmeleri de takip etmemiş.   Musiki genelde işret meclislerinde, içki masalarında icra edilen bir faaliyet olarak algı­landığı için, onunla birlikte müta­laa edildiği için musikiye karşı çı­kılmış olabilir. Ama musikiye karşı çık­malarının sağlam temellendirilebilir İslami dayanakları olduğunu ben düşünmüyorum. Tabiatıyla bu bu ayrı bir tartışma konusu. Ama şunu bilelim ki bu sanat konusundaki olumsuz tutum, sadece Selefiler’e veya Taliban’a  mahsus değildir. Türki­ye’de bile dindar insanların musi­ki ile aralarının pek hoş olmadığı gibi, musiki dindarlığa ters bir işmiş gibi bir algılama var. Bu bizim tarih­ten getirdiğimiz yanlış bir algıla­ma. Taliban, bunu biraz belki sert bir biçimde dile getiriyor. Yi­ne aynı şekilde bu sert tavır plas­tik sanatlarla ilgili, heykel vs. ile ilgili olarak ta söz konusudur. Bu, İslam’ı resme ve heykele karşı imiş gibi algılamalarından kay­naklanıyor. Olaya tarihsel bak­mamalarından kaynaklanıyor ka­naatimce. Hz. Peygamber’in heykel ve resme karşı olması çok anlamlıdır. Çünkü putperestlik­ten yeni çıkmış bir toplumun Tevhid inancının onların içinde yerleşebilmesi için, tekrar putperest­liğe dönmemeleri için, onların eski günlerini hatırlatacak bir ta­kım materyallerin ortada bulun­ması riskli olabileceği için, Hz. Peygamber’in hassas davranma­sını anlamak oldukça kolaydır. Ancak üzerinden 14 asır geçtiği ve tevhidi insanların kalplerinden söküp atmanın mümkün olmadı­ğı, İslam’ın bir medeniyet olarak tarihe damgasını vurduğu ve artık heykele tapma söz konusu olamayacağı için, bence resim ve heykel yapımı konusunda ilk dö­nemin tarihsel şartlarından kay­naklanan haklı hassasiyeti illa 21. yüzyılda da insanlara dayatma­nın, en azından tekrar müza­kere edilmesi ve gözden geçirilmesi gerektiği kanaatin­deyim.

Kuzey ittifakı Kabil’e girdi. Ölü insanlara çok çirkin muame­lelerin yapıldığını gördük. İslam kardeşliği nokta-i nazarından ba­karsak bu konuda ne söylemek isterdiniz.

Cevap aslında açık. Bırakın müslümanın müslümana böyle bir şey yapmasını, insan savaşta bile öldürmek zorunda kaldığı zaman, -nefis müdafaası amacıyla yapılma şartı başta olmak üzere bunun bile belli kuralları var. İs­lam’da- bunun sınırları çok sıkı­dır. Özellikle sivil kesimlere, din adamlarına, kadınlara, çocuklara dokunulmaması, hayvanlara, ağaçlara ve tabiata kesinlikle za­rar verilmemesi gerekir. Sadece düşmanın taarruz gücünü kıra­cak şekilde davranmalı, öldür­mek yerine mümkünse etkisiz hale getirerek, en fazla yaralaya­rak bertaraf etmelisiniz. Sanıyo­rum yalnız bunun İslam’la değil de oranın feodal, aşiret yapısını aşmamış olmasıyla bir alakası var. Afganistan zaten coğrafya ve iklim olarak sert. Bü­tün bunlar bir araya gelince son derece vahşice görüntüler mey­dana çıkıyor. Bence bu noktada toplumsal yapı çok önemli. Bu İslam ülkele­rinin bir çoğu açısından da önemli bir husus. Bizde de birçok yerde hala feodal bir yapı var. Bu yapı­lar çözülmeden, birey orada güç­lendirilmeden, kişinin birtakım temel hak ve öz­gürlükleri olduğu bilinci bireye aşılanmadıkça onların, mahalli otorite­lerin, aşiret şeyhlerinin kölesi ol­ması gayet normal.

Tabir caizse Afganis­tan’da İslami değerlere dayalı bir aydınlanmanın yaşanması gere­kiyor. (Bu aydınlanmanın yaşanması nerede gerekmiyor ki!). Bu aydınlanma Afganis­tan’da yaşanmadığı için, eğitim düzeyinin düşük oluşu, dünyaya kapalı oluşu, orada bırakın Müslümanın, hiçbir insanın tasvip edemeyeceği davranışların ortaya çıkmasına yol açabilmek­tedir. Bunun yanlış olduğunu söyleyebiliriz, ama bunun yanlış olduğunu söylemek de yetme­mektedir. Niçin bu davranışları bu insanlar sergilemektedir? Bu­nun sebepleri üzerinde durup, eğer Afganistan yeniden inşa edilecekse, geleceğini Afgan top­lumu yeniden belirleyecekse, bu olaylardan ibret alarak yeniden bakış açısını belirlenmelidir. Tekrar ifade etmek gerekirse, bu davra­nışların üzücü olduğunu belirt­mek gerekir. Bu olayların en azın­dan sınırlı kalmasını temenni edelim. Daha fazla Müslüman’ın canı yanmadan bu olayların, so­na ermesini Cenabı Hak’tan niyaz edelim.

Belki konuyla doğru­dan alakası yok ama Müslüman­ların Afganistan olayı bağlamın­da çok iyi bir nefis muhasebesi yap­maları gerektiği kanaatindeyim. Çünkü özellikle birçok Müslü­man hiç de başarılı olmayan bir imtihan verdiler. Bazıları ne oldu, ne bitti işin iç yüzünü, gerçek veçhesini iyice anlamadan paldır küldür Amerika’nın yanında yer aldılar, hatta Amerikan şakşakçılğı yaptılar. Bunun tabii sonucu olarak da birçok masum insanın Afganistan’da öldürül­mesine de dolaylı olarak onay vermiş oldular. Çünkü açıkça Amerikan hükümeti pek çok sivi­li bu bombardımanlar sırasında öldürdüklerini söylemişlerdir. Hatta bazen işi pişkinliğe vurarak ne yapalım savaşta olur böyle şeyler demişlerdir. Bence Müslü­manlar güç karşısında ilkesiz ve şahsiyetsiz bir tavra düşmemeli­ler. Bu tavra düşen insanlar dav­ranışlarını gözden geçirmeliler ve gerçekten bir Müslüman’ın, akl-ı selimin izlemesi gereken tavır neyse bu tavrı sergilemeleri ge­rektiği kanaatindeyim. İnşaallah bunlar bize ders olur ve bizler bu gibi şeylerin önlenmesi için hep birlikte gayret sarf ederiz.

Çok teşekkür ediyorum.

Ben de teşekkür ediyorum. Yararlı olması dileğiyle.