A. Öztekin: Hocam, “din istismarı ve yabancılaşma” neyi ifade etmektedir?
Mehmet Hayri Kırbaşoğlu: Din istismarının kavramsal çerçevesini çizmek tabiatıyla kolay bir iş değil. Ama bu konuda en aydınlatıcı kaynak olarak Kurandaki bir ayet (Dinin Allah’a has kılınması ile ilgili olarak) – -مخلصين له الدين- ayeti bizim için bir hareket noktası olabilir. Burada kastedilen şey, dini tamamen Allah’a has kılmak ve Allahın rızası dışında hiçbir mülahazaya dini konularda yer vermemek demektir. Aslında dinin esas anlamı: Her şeyin Allah merkezli ve Allahın rızasına bağlı olarak gerçekleştirilmesi demektir. Bu çerçevenin dışına çıkan her şey farklı oranlarda din istismarının kapsamına girer. Mamafih Din istismarına dair gerek düşünce, gerek eylem alanındaki örnekler hepsi aynı düzeyde değildir. Bazıları tam anlamıyla din istismarı kavramına girebilecek iken, bazıları bu konuda daha göreceli bir yerde duruyor olabilir. O bakımdan bütün din istismarı örneklerinin aynı düzeyde değerlendirilmesi yanlış olabilir. Tabiatı ile en önemli din istismarlarından bir tanesi; Müslüman olmayanların, dini istismarıyla ilgili olarak gündeme getirilmektedir. Genelde Müslüman olmayanların İslami öğretiyi çeşitli amaçlarıyla kullanmasına din istismarı denilmektedir. Özellikle günümüzde son yıllarda yaşanan, İslami kesimle diğer laik tabir edilen kesimler arasındaki tartışmalarda özellikle bu konu gündeme gelmektedir. İslami kesimin de laik kesimler tarafından din istismarı yaptığı şeklindeki ithamlara karşı İslami kesim bunların istismar olamayacağı, namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermek veya diğer görünür olan İslami uygulamaları yerine getirmenin istismar olamayacağı şeklinde cevap vermektedirler. Ancak bu noktada İslami kesimin biraz daha kendilerine öz eleştiri yöneltmelerinde yarar vardır. Elbette İslami görevleri yerine getirmek her Müslümanın görevidir. Ancak sözümüzün başında belirttiğimiz gibi bu görevler sadece Allah rızası için yerine getirilir. Ama bir insan bir politikacı, işte insanlar beni namaz kılarak görsün, bana rey versin diye kıldığı zaman bu farz olan bir namaz olsa dahi netice itibariyle yine istismara girer.
Keza mesela bir politikacının konuşması esnasında sık sık dini sembollere atıfta bulunması, bunlar dini istismar şaibesi ile karşı karşıya kalabilecek bir takım hususlardır. O bakımdan istismarın bir dine inananlar tarafından da gerçekleştirilebileceğini unutmamak gerekir. Dolayısıyla din istismarı kavramının dini hedef ve amaçları dışında kullanmak olarak nitelendirebiliriz. Bu din istismarı sadece o dine inanmayanlar tarafından yapılacak istismar ile sınırlı değildir. Bizatihi o dinin mensuplarının da kendi dinlerini çeşitli amaçlarla istismar etmesi mümkündür, tarihte de bunlar gerçekleşmiştir, günümüzde de örnekleri vardır. Bunlara da zaten daha sonra işaret etmek mümkün olacaktır.
A. Öztekin: Hocam, istismar sadece dini alanda mı söz konusudur, yoksa bu olguyu diğer sahalarda da görmek mümkün müdür?
M. H. Kırbaşoğlu: İstismarın sadece dine mahsus olup olmadığı sorusu ile ilgili olarak verilecek cevap tabii ki istismarın sadece dine mahsus bir olgu olmadığı şeklinde olacaktır. Kutsal olan, değer verilen hemen hemen her hususun istismarı söz konusudur. Dolayısıyla mesela diyelim komünist bir yönetimde, bu yönetime destek veren insanlardan fedakarlık ve feragat isteyen yöneticilerinin kendilerinin tamamen komünist ideolojiye aykırı bir biçimde lüks ve sefahat içinde, şatafat içinde yaşamaları burada bir örnek olarak verilebilir. Ve yahut da bir liberal öğretiyi benimsemiş bir insanın ekonomik alanda faaliyet gösterirken veyahut da fabrikada çalışan işçilerle ilişkilerinde liberal ve özgürlükçü konumuna tamamen ters uygulamalar içerisine gitmesi örnek verilebilir. Bu anlamda ülkemizde İslami kesimde de, sol kesimde, Atatürkçüler, Aleviler, Milliyetçiler ve aklınıza gelebilecek toplumun bütün kesimlerinde de bir istismarın yaşandığını söyleyebiliriz. Bu sadece sünni kesimlerde değil Alevilik üzerinden de, gerek kurulan dernekler vakıflar aracılığıyla kendilerine alan açmak kendilerini lider olarak pazarlamak ve bunun sonucunda özellikle iktidar nezdinde belli kendisine rant alanı açmak için çeşitli dinlerin,mezheplerin, tarikatların ve ideolojilerin kullanıldığını biliyoruz. Tabiatıyla bunun daha da ötesi var. Özellikle küresel emperyalizmin hedeflerine ulaşmak için dinleri, ideolojileri, kısacası işe yarayan hemen hemen her şeyi kullandığını biliyoruz. Keza özellikle din söz konusu olduğunda kapitalist kesimlerin sermaye çevrelerinin özellikle Ramazan aylarında dini duyguları, dine olan saygı ve sevgilerinden muhabbetlerinden değil, tamamen dindar insanların duygularını istismar ederek onları daha hızlı tüketime teşvik etmek ve daha fazla para kazanmak için nasıl istismar ettiklerini her yıl görüyoruz. Dolayısıyla istismar bireysel, toplumsal ve küresel ölçekte ve bütün din ve ideolojilere,devletlere ve hükümetlere, resmi –sivil dini kuruluşlara teşmil edilebilecek genel bir olgudur. O bakımdan sadece dine mahsus bir olgu olduğunu söylemek söz konusu değildir, ama istismarın en çirkin olanının dinle ilgili istismar olduğunu söylemek mümkündür.
A. Öztekin: Peki, hadisler üzerinde nasıl bir istismardan bahsedilebilir?
M.H. Kırbaşoğlu: Öncelikle Kuran ve hadisler arasında istismar bakımından ne tür farklılıklar vardır, sorusu ile başlamak gerekir. Şimdi Kuran konusunda yapılacak istismar tabiatıyla, Kuran-ı Kerimin metninde herhangi bir değişikliğe gitme imkanı olmadığı için büyük ölçüde anlamlarını çarpıtarak istismar cihetine gidilebilmektedir ki hemen hemen İslami grupların mezheplerin tarikatların cemaatlerin ve bu anlamda şu veya bu ölçüde Kuran metnini istismara çalıştıklarını söyleyebiliriz. Ama bu istismarın tabiatıyla en yoğun ve en vahim tehlikeli boyutlara ulaştığı alanın tasavvuf alanı olduğunu cemaat ve tarikatlar alanı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Özellikle tasavvufta “batınî yorum” dediğimiz Kuran metniyle hemen hemen alakası hiç olmayan anlamların Kurana yüklenmesi ve bu suretle kendi öğretilerinin meşrulaştırılması için Kuranın kullanılması belki de en önemli istismar örnekler arasındadır. Günümüzde Kuranla ilgili olarak tabiatıyla pek çok istismar söz konusudur. Yine ticari amaçlarla bugün artık günümüzde balından tutun pek çok gıda maddelerinin veya ticarete konu olan malların tüketiminde bile bol bol ayetlerin hadislerin kullanıldığı resmen istismar edildiği çok açık biçimde görülmektedir. Aynı şekilde politikada maalesef çok açık biçimde sadece ülkemizde değil, pek çok İslami hareketlerde bol bol Kuranın siyasi amaçlarla istismar edildiğini görüyoruz. O bakımdan bu gibi konularda daha hassas davranılması gerekir. Bizatihi Kuranı Kerimin metninin basımında bile istismar söz konusu olabilmektedir; işte mesela “tevafuklu Kuran”, veya “mis kokulu Kuran”, ya da “şöyle güzel Kuran” gibi çeşitli şekillerde yapılan reklam ve pazarlamalarda esas amaç Kuranı Kerimin insanlara daha geniş kitlelere ulaştırılması ve onun öğretisinin hayata aktarılmasını sağlamak değil, Kuran Mushaf basımı üzerinden para kazanmak ticaret yapmak olduğu açıkça anlaşılan istismar örnekleri de vardır. Elbette Kuran-ı Kerim matbaalarda basılacaktır ve bunun bir bedeli vardır, dolayısıyla ticaret konusudur. Ancak bu maalesef çok abartılı bir biçimde ve bir Müslümana yakışmayacak bir şekilde, üstelik doğru olmayan beyanların eşliğinde Mushaf ticareti gerçekleştirilmektedir. O bakımında -dürüstlük adına- mesela Suudi Arabistan gibi bazı ülkelerin Mushafları bedava dağıtmasının Kuran hizmetinde daha uygun bir yaklaşım olduğunu söylemek gerekir. Tabiatıyla bir takım ayetlerin dua mecmuaları vesaire gibi yani Müslümanların kolaylıkla ulaşacağı bazı şeylerin özel olarak bastırılarak çok çeşitli materyaller üzerinde ve maliyetinin çok üzerindeki fiyatlarla satılmaya çalışılması veya Kuran-ı Kerimin kendisi için yaptığı bazı nitelemelerin dışında Kur’an mushafının veya onun okunmasının bir takım gerçek olmayan niteliklerle nitelendirilerek bunun üzerinden bir takım ticari faaliyetler gerçekleştirilmesi de Kurana yönelik yaygın istismar örneklerindendir.
Tabiatıyla en önemli istismar şekillerinden bir tanesi de – tam olarak istismar olarak nitelendirilmezse bile- herhangi bir konuda Kuranı Kerimin görünüşü öğrenmek amacıyla Kurana başvurulduğunda insanların işine gelen ayetleri cımbızla çekerek işine gelmeyenleri görmezlikten gelmeleri de aslında bir anlamda Kuran istismarı olarak nitelendirilebilir. Tabiatıyla Kuranın istismar alanları bu sayılanlarla sınırlı değildir, çok daha geniş bir alanda özellikle dediğim gibi ticari alanda, siyasi alanda ve bir de toplumda bir takım cemaat ve grupların oluşumunda Kuran-ı Kerimin özellikle bir istismar aracı haline dönüştürüldüğünü söyleyebiliriz. Bunun pek çok örnekleri maalesef İslam dünyasının her yerinde görülebilmektedir.
Hadisler, daha doğru bir ifadeyle “Hadis Rivayetleri” konusunda tabiî ki daha geniş boyutlu bir istismardan bahsedilebilir. Kuran istismarı büyük ölçüde metnindeki bir tahrifattan ziyade anlamını çarpıtma şeklinde olabilecekken, hadis rivayetleri konusunda iki yönlü bir istismar söz konusudur: bu istismar hem insanların siyasi ekonomik sosyal her türlü çıkarlarını gerçekleştirmek amacıyla hadis uydurması şeklinde olabilmiştir; hem de aynı zamanda bazı hadis rivayetlerinin anlamlarını çarpıtmak şeklinde de bir istismardan söz edilebilir. Bu konuda daha önce İslamiyat dergisinin sanıyorum DİN İSTİSMARI sayısında “İstismara Elverişli Münbit Toprak: Hadisler” başlıklı bir makale de kaleme almıştık. Orada hadislerin nasıl bir istismar konusu yapılabildiğine dair daha geniş bilgi ve örnekler bulunabilir. Günümüzde de İslam dünyasının hem biraz önce sözünü ettiğim Kuranı Kerimin istismar alanlarının tamamında, hadisler de aynı şekilde hem ticari reklamlarda bir takım ticaret mallarının satımında alımında istismarı söz konusu olduğu gibi, siyasi konularda politik amaçlarla veya grup çıkarını sağlamak amacıyla da pek çok rivayetler günümüzde de hala kullanılabilmektedir. Bu istismar çabalarında kullanılan rivayetlerin büyük bir kısmının çürük ve uydurma, belli bir kısmının ise sağlam sayılabileceğini ancak bu sağlam görünenlerin de anlamlarının çarpıtılarak, istismar konusu yapılabileceğini unutmamak gerekir. Burada da herkes kendi çıkarına hizmet edeceği düşündüğü rivayetleri genelde kullanma cihetine gitmektedir.
Öte yandan yine günümüzde Kuran ve hadisin otoritesinden yararlanmak için belki birçok kimseye garip gelebilir ama “çağdaş uydurmalar” da söz konusudur. Her ne kadar Müslümanlar henüz Kuran uydurma safhasına gelecek kadar cüretkarlığa teşebbüs etmemişlerse de, şu anda da bol miktarda mevzu hadis istismar süreçlerinde rol almakta, yeri geldiğinde mevzuat kitaplarında dahi olmayan bir takım hadisler uydurulabilmektedir. Bu noktada tabiatıyla din istismarı sadece Kuran ve hadis metinleri üzerine değil aynı zamanda bizatihi Allahı ve peygamberi alet ederek de istismarlar yapılmıştır geçmişte de günümüzde de. Günümüzde bunun en tipik örnekleri bir takım cemaat tarikat ve İslami grup mensuplarının rüya aracılığıyla Allahı gördüğünü Allah ile konuştuğu, peygamberi gördüğü peygamberle konuştuğu şeklindeki tamamen uydurma olduğu açık olan ve Allaha ve resulüne iftira olduğu açık olan uydurmalardır. Bunların sayısı pek çoktur, özellikle görsel medyada yazılı medyada pek çok örneklerini bulmak mümkündür. Öte yandan sadece Allah ve Rasulünü değil başka kutsalları da dini amaçla kullanma ve istismar söz konusudur. Daha doğrusu halkın nazarında kutsal olan hususların istismarı söz konusudur ki bunlar özellikle türbeler, kabirler, bu insanlara kutsiyet atfedilmesi, aslında fani olan insanların hiçbir kutsiyeti olmadığı halde o türbelere kutsiyet atfedilmesi ve oraların birer ticarethaneye dönüştürülmesi, insanların istismar edilmesi, keza ticari amaçlı olmasa da – insanlara sadece Allaha kulluk edip Allahtan yardım istemeyi emreden Kuranın –mesela- Fatiha suresindeki açık ifadelerine rağmen – Allah dışında, yaratıcı değil yaratılmış olan insanlardan yardım istemeye yönlendiren, dini cemaatlerle dini kesimlerdeki pek çok teşvikler ve uygulamalar bu bağlamda zikredilebilir. Dolayısıyla istismar konusu tarih boyunca daima dinlerin en önemli problemleri olmuştur. Bu istismar sadece İslam’a da mahsus değildir. Hristiyanlıkta, Yahudilikte de istismar örnekleri vardır. Buna en güzel örneklerden bir tanesi de Hz İsa efendimizin Yahudi hahamlarla olan mücadelesidir. Onları mabetleri ticarethaneye çevirdikleri için engerek yılanları şeklinde çok ağır biçimde İncil’de Hz. İsa efendimiz onları eleştirmektedir.
Bugün de dini kurumlar ve din adamı sınıfları bu istismarın bir parçası olabilmektedir. Kimi zaman ülkemizde ve diğer İslam ülkelerinde dini kurumların siyasette araç olarak kullanıldığına dair pek çok örnek rahatlıkla zikredilebilir. Özellikle politik konularda bilhassa Ortadoğu siyaseti söz konusu olduğunda, özellikle de mezhepçilik söz konusu olduğunda resmi dini kurumların, iktidarların arzuları üzerine her türlü beyanatta bulundukları, fetva verebildikleri görülmektedir. Hatta mevcut yönetimlerin muhalifi olan insanları toplumda etkisizleştirmek, bazen onları ortadan kaldırmak, kaldırmaya teşvik etmek amacıyla da dinin kullanıldığı görülmektedir. Bunların en tipik örneği de tekfir müessesesidir. Son zamanlarda Mısır’da rahmetli Nasır Hamid Ebu Zeyd’e yönelik kampanyalar, yine dün medyadan öğrendiğim kadarıyla yine Ezher şeyhinin Hasan Hanefi’ye yönelik irtidat suçlamaları, bunlar genelde sistem muhalifi olan eleştirel ve muhalif zihinleri bastırmak için dinin ve dini kurumların kullanıldığı örneklerdir. Bu durumun örnekleri tarihte de söz konusudur. Osmanlıda özellikle alevilere yönelik uygulamalar, Şeyhulislam Ebu Suud Efendi’nin bu konuda verdiği fetvaların büyük çoğunluğu dini olmaktan ziyade politik nitelikteki adımlardır. Keza Anadolu’da Simavna kadısı Şeyh Bedrettin vb. pek çok insan Şeyhu’l-İslamların fetvaları ile veya din adamlarının teşviki ile idam edilmiştir. Bunların birçoğunun altında dini değil politik sebepler yatmaktadır. Hatta daha erken dönemlere gidildiğinde mesela “Halku’l-Kur’an” meselesi bahanesiyle uygulanan baskılar(Mihne) esnasında, zamanın halifesinin “Kuran mahluktur” dedi diye öldürdüğü insanların mesela -Ahmed bin Nasr el-Huzâî olması lazım – et-Taberi’nin Tarih’indeki bir rivayetten anlaşıldığına göre bunun dini nitelikte olmadığı, bunun tamamen din istismarı örneği bir bahane olduğu, zira bu zatın emr-i maruf ve nehy-i munker yapmak üzere bağdad halkından biat aldığı, bir açıdan Bağdat’ta halifeye karşı baş kaldırma hazırlığında olduğu, halifenin de bu dini-siyasi hasmını dini bir kisveye büründürerek ortadan kaldırdığı et-Taberi’de zikredilmektedir. Bütün bunlar da din istismarının özellikle politik alanda, siyasi amaçlarla çok daha yoğun olarak yaşandığını gösteriyor.
A. Öztekin: Hocam, istismarla kutsal arasında ne tür bir ilişki vardır?
M. H. Kırbaşoğlu: Bu çok önemli bir sorudur. Çünkü kutsal olmayan istismara elverişli değil demektir. Halbuki İslam’ın kutsalları çok sınırlıdır. Bu yüzdendir ki istismar alanını genişletebilmek için yeni yeni kutsallar üretilmiştir; hem klasik ortaçağ İslam’ında kutsallar üretilmiştir, hem de günümüzde kutsallar üretilmiştir, hala da üretilmektedir ki, dinin – Marx”ın afyon dediği türde – kitleleri uyuşturabilmek veya kitleleri yönlendirebilmek için kullanılmasını kolaylaştırabilmesi için pek çok kutsallar üretilmiştir. Buna en tipik örnek mesela gerçekte ilim adamı olduğunu söylemek mümkün olmayan, İslami ilimlerle İslam düşüncesi konusunda hemen hemen ciddi hiçbir varlık gösteremeyen insanların daha sonra bir takım cemaat tarikatların başına geçtikten sonra, hem sağlığında hem öldükten sonra isimlerinin önüne “hazret”, “efendi”, “hoca”, “şeyh” isimlerinin eklenmesi, isimlerin sonuna “radiyallahu anhu”, “rahmetullahi aleyh” ,”kudduse sirruh” gibi tabirlerin eklenmesi, bunlar tamamen geniş kitlelerin bu şahıs ve bu şahsın etrafındaki insanlar tarafından güdülenmesine zemin hazırlamayı amaçlayan adımlardır. Mesela aynı nitelemeler hiçbir zaman bir doktor bir fizikçi bir mühendis ve hatta bir ilahiyatçı için kullanılmamaktadır. Çünkü doktorun “hazret” olması veya ona “rahmetullah aleyh” denilmesi o mesleğin istismarını mümkün kılacak bir unsur değil ama, din istismara çok elverişli olduğu için bu gibi bir takım ünvanlar, lakaplar eklenerek o insanın cahilliği veya bu konudaki art niyetleri örtbas edilmek de istenmektedir. Bu konuda özellikle kutsalların sayısının sürekli arttırıldığını yani Kuranda veya İslam’da olmayan pek çok kutsalın sürekli üretildiğini söyleyebiliriz. Bu bakımdan özellikle toplumu aydınlatma konumunda olan insanların İslam’da neyin kutsal olduğunu neyin olmadığın açıklamaları gerekir. Özellikle mesela “kuddise sirruhu” gibi tabirler tasavvuf literatüründe çok yaygındır. Halbuki dinen Allahın ölen bir insanın ruhunu takdis etmesi söz konusu değildir, bu ne Kuran’da ne de Sünnet’te olmayan bir şeydir. Bu tamamen avamın ifadesiyle evliya tabir edilen insanların halkın nezdinde kutsanmasına ve onun üzerinden bir rant elde edilmesine yönelik adımlar olarak görülmektedir. Bunlara karşı çok ama çok dikkatli olunması gerekir.
A. Öztekin: Hocam, din istismarının çeşitli boyutlarıyla kavranmasını engelleyen unsurlar nelerdir?
M. H. Kırbaşoğlu: En önemli sebep cehalettir. O yüzdendir ki İslam dünyasında daima cehaletin yaygın olması ve insanların doğrudan İslam konusunda bilgi kaynaklarına ulaşmasının engellenmesi söz konusu olmuştur. İnsanların din adamı sınıfı -cemaat ve tarikat türünden yapılanmaların liderleri de dahil- tamamen insanları kendilerine bağımlı hale getirmeleri bu meyandadır. Bu amaçla taklit, hatta kör taklit kültürü egemen kılınmıştır. Bu taklit kültürünün, büyük ölçüde sözlü olan bu taklit kültürünün egemen kılınması hem bu yapıdan nemalanan insanların çıkar gruplarının işine gelmektedir, hem de yöneticilerin ve siyasilerin de işine gelebilmektedir. Çünkü hepimizin bildiği gibi geçmişte bazı siyasi parti liderleri – hatta günümüzde de öyledir – bazı cemaat veya tarikat liderleriyle seçim öncesi oturup anlaşmaktadır. Onlara bazı kontenjanlar tanımaktadır. Daha sonra adeta kölelik sistemine dönüşen bu yapılarda yukarıdan gelen talimata göre hangi partiye rey verileceği söylenmekte ve insanlar da kölecesine o partiye rey vermektedirler. Böylece bir tür din istismarı ya da sömürü düzeni de kurulmuş olmaktadır. Bu noktada günümüzde de benzer uygulamalar söz konusudur. O bakımdan öncelikle insanların din alanında kendi özgür iradeleriyle kendi dindarlıklarını inşa etmeleri gerektiğini insanlara telkin etmek lazımdır.
Bu amaçla da İslami bilgi bugün geçmişe nazaran çok daha fazla ulaşılabilir bir durumdadır. Özellikle üniversite eğitimi almış ve pek çok konuda düşünüp karar verebilecek olan kesimlerin gerek Kuran gerek hadis, sünnet, fıkıh v.b İslam’a dair pek çok esere ulaşarak bu konuda kendilerini bilgilendirmeleri ve çevredeki kanaat önderleri ve din adamları denilen kesimlerden gelen bilgileri mutlaka çapraz kontrole tabii tutmaları gerekir. Bu bağlamda insanlara hem eleştirel düşüncenin mutlaka öğretilmesi lazım, ta ki insanlar din adına söylenen her şeyin doğru olmadığını bilsinler. Özellikle camilerdeki vaazlarda ve yapılan sohbetlerde aklına takılan herhangi bir şey olduğunda hocalara mutlaka bunun hangi ayete hangi hadise dayandığı, herhangi bir ayete dayanıyorsa Kuranda o konuda başka ayetlerin olup olmadığı mutlaka sorulmalı, gerekirse kendileri tefsirlere dayanarak bu konuda araştırma yapmalıdır. Hadislere gelince, bu konuda vaaz irşat faaliyetleri esnasında kullanılan hadislerin maalesef çok büyük bir kısmı son derece problemli bir vaziyettedir. Bunların 1) mutlaka kaynakları sorulmalı kaynağı olmayan hiçbir rivayete itibar edilmemelidir. 2) Üstelik herhangi bir kaynakta olması da yetmez, kaynakta isnatlı olarak aktarılmış olması da lazımdır. İsnadı olmayan hiçbir rivayete itibar edilmemesi lazımdır. 3) İsnatlı olması da yetmez isnadının sağlam güvenilir olması lazımdır. 4) İsnadının sağlam olması da yetmez, ayrıca metninin İslam’ın temel esaslarına uygun düşmesi gerekir.
Bu anlamda da özellikle rivayet malzemesinin nasıl kullanılacağı konusunda halkın bilgilendirilmesi lazımdır. Bu noktada piyasada mevcut olan eserlerin de yeterli olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu konuda halkımıza tavsiye edilebilecek eser sayısı oldukça azdır. Özellikle cemaat ve tarikat ehline, hem kaynağıyla, hem isnadıyla hem metniyle rivayetleri ciddi bilimsel bir araştırmadan geçirmeden kullanılmaması gerektiği anlatılmalıdır. Fakat bu temenninin gerçekleşmesi zordur. Çünkü bu yapılar ve başındakiler, genelde insanların sorgulamasını, araştırmasını, eleştirmesini istemezler. Ve bunlar insanlar sorguladığı, eleştirdiği, araştırdığı zaman kendilerinin herhangi bir özelliklerinin veyahut otoritelerinin olmadıklarının ortaya çıkacağından korktukları için insanları asla temel kaynaklara, araştırmaya, sorgulamaya ve düşünmeye yaklaştırmamaktadırlar. Bu sebeptendir ki mesela çoğu zaman doğrudan Kuran metninin okunmasına karşı çıkan kesimlerde olduğu gibi doğrudan Kur’an ve Sünnetle veya Kur’an sünnet üzere yapılmış olan araştırmalara insanların ulaşmasını engelleyen yoğun çabalara sık sık rastlayabiliriz.
Dolayısıyla genelde popüler İslam dediğimiz, halk tipi İslami hareketler içerisinde yer alan insanların aydınlatılabilmesi için, Fazlur Rahman’ın tabiriyle bizim aydınlanmış bir muhafazakarlığa ihtiyacımız vardır. Aydınlanmış muhafazakarlık demek, geleneği eleştirel bir gözle okuyarak, Kur’an Sünnet üzerine, dine dair yazılan eserlerin veya şahısların yaptığı yorumların mutlaka sorgulanması gerektiğini öğretmek gerekir. Bu noktada özellikle kitaplar söz konusu olduğunda İbn Teymiyye’nin -Allah ona rahmet eylesin- şu sözünün bütün Müslümanlara adeta bir hikmetli söz, bir vecize gibi öğretilmesi gerekir. ‘لا يَسْلَمُ كتاب من الغَلَطِ إلاَّ القران ’ . İbn Teymiyye’nin Ulumul Kur’an’a dair yazdığı eserde yer alan bu ifadesi “Kur’an dışında hatasız hiçbir kitap yoktur” manasına gelir. Maalesef bugün insanların yazdığı ve içerisinde bırakın hata yoktur demeyi hatadan geçilmeyen eserler pekâlâ hem içerik olarak hem de din ticareti açısından kutsanabilmektedir. Buna başta Risale-i Nur olmak üzere cemaat tarikatların bütün yayınlarını katabiliriz. Bunlar aslında İslami ilimler açısından durumları çok ciddi olarak eleştirilmeye muhtaç ve verdikleri bilgilerin doğruluğu son derece tartışmalı eserler olmasına rağmen, bunlara adeta ikinci bir vahiy gözüyle dahi bakılabildiğini hepimiz biliyoruz. Bu bakımdan insanlara İbn Teymiyye’nin bu sözünü yani Allah’ın kitabı dışında hatasız hiçbir kitap olmadığını mutlaka belletmek lazım. Ayrıca yine insan olarak da Hz. Peygamber’in dahi hata etmez bir insan olmadığı, bilakis bir insan olarak zaman zaman hata edebildiği Kur’an-ı Kerim’de çok açık olarak pek çok ayette görülebilmektedir. Ayrıca rivayetlere göre kendisinin de hata edebileceğini bizzat Hz. Peygamber söylemektedir. Mealen “Ben ihtilaf konusu bir meselede hüküm verdiğim zaman bazen taraflardan birinin daha etkili konuşmuş olmasına bakarak onun lehine hüküm verebilirim. Eğer o şahıs hakkında haksız yere hüküm vermişsem o hakkı almasın” şeklindeki beyanları, keza namaz kıldırırken yanlış kıldırınca sehiv secdesi yapması vs. bütün bunlar usulü’l-fıkh kitaplarında ve Efâlu’r-Rasul’e dair eserlerde genişçe anlatılmıştır. Hz. Peygamber beşer olarak hata ettiği kesindir. ( كل بني آدم خطاؤون وخيرالخطائين التوَّابون) “ Bütün insanlar hata edebilir, hata edenlerin en hayırlıları ise hatadan dönenlerdir.” darb-ı meseli de bu bağlamda söylenmiştir. İnsanoğlu peygamber de olsa yaratılış olarak hata yapabilir, dolayısıyla peygamberler için dahi hatasızlık söz konusu olmadığına – hatasızlık sadece peygamberlik görevinin ifası ya da vahyin tebliği açısından geçerli olduğuna – göre sahabe tabiin ve diğer nesillerinde hatasız olmadıkları ifade edilmektedir. Maalesef özellikle sünnî kesimlerde gerek peygamberimizin gerek sahabenin, asla hata etmez insanlar şeklinde sunulabildiklerini görüyoruz. Bu hatasızlık daha sonra kademe kademe mezhep imamlarına ve nihayet günümüzdeki kendisini dini önder olarak kabul eden insanlara kadar sirayet etmekte, bu da, bu insanların din istismarı yapmalarının önünü açmakta, kötü niyetlilerin işlerini kolaylaştırmaktadır. Onun için Müslümanlara Kur’an dışında hatasız bir kitap olmadığı fikrinin telkin edilmesi ve buna bağlı olarak da sahabe-i kiram peygamberimiz bir adım attığında “ya Rasulullah bu senin kişisel emrin mi yoksa vahiy mi?” diye sorguladığı, gibi bizimde bugün dinle ilgili olarak önümüze gelen her kitabı, bize söylenen her sözü yapılan her vaazı televizyondaki radyodaki her konuşmayı mutlaka sorgulamamız, doğruluğundan emin olmamız lazım. Bunların gerçekten de Kur’an’a ve Sünnet’e uygun olduklarından emin olduktan, yapılan yorumların sağlıklı olduğundan emin olduktan sonra bunları hayata aktarma cihetine gitmemiz lazım.
A. Öztekin: Hocam, açıkladığınız istismarlar hakkında bazı örnekler verebilir misiniz?
M. H. Kırbaşoğlu: Dikkatle bakıldığı zaman kolaylıkla görülebilecek pek çok örnek vardır. Bunu kırk senedir İslami hareketlerin içerisinde yer alan ve İslami hareketleri takip eden biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim. Maalesef son yıllarda İslami kesimin yaptığı din istismarı oldukça vahim boyutlara ulaşmış durumdadır. Evet siyasi liderler pek çok konuda din istismarları yapmışlardır, özellikle de seçim zamanları. Ama bunun bu kadar, son yıllarda artık insanları bıktıracak kadar ve yoğun bir biçimde, neredeyse dini, dini sembolleri ve terimleri ağzına almadan hiçbir politik konuşma yapamayacak kadar vahim bir noktaya gelmiş olması bence dine hizmet değil, dine bir kötülük olarak değerlendirilmesi ve dinin, Türkiye’de siyasi alandaki tartışmalarda ve propagandalarda araçsallaştırılmasının önüne geçilmesi lazım. Bu sadece kendisini dindar olarak nitelendiren kesimler için değil, din karşıtlığı üzerinden siyaset yapan veya toplumsal hareketliliklere girişen kesimler için de geçerlidir. Dolayısıyla dinin olumlu veya olumsuz, pozitif veya negatif yönde olsun her türlü istismarına engel olmak, dolayısıyla dinin siyasi ekonomik sosyal her türlü çıkar faaliyetine alet edilmesinin önüne geçmek gerekir. Bu anlamda öncülük herkesten fazla Müslümanlara düşer, bu bakımdan bu dinin istismarı meselesini acilen gündeme almakta yarar vardır. Burada “ben zâten Müslümanım, benim namaz kılmam ve oruç tutmam niye istismar olsun” şeklinde bir itirazın geçerli olmadığını söylemeliyim. Eğer bir insan, bir politikacı namaz kılıyor, namaz kılarken fotoğraf çekiliyor ve bu sosyal medyada yayınlanıyorsa, bunun dinin Allah’a has kılınması ilkesine ters düştüğünün bilinmesi lazımdır. Tabi bunu başkaları da yapıyor olabilir ama bunu başkalarının yapılmasına göz yunmak da aynı şekilde o kabahata ortak olmak demektir.
Dininin nezih bir biçimde ve gündelik çıkarlara alet edilmeyecek şekilde layık olduğu mevkiye yerleştirilmesi gerekir. Bu konuda hem ilahiyat camiasının hem diyanet camiasının, hem cemaat, tarikat yapılarının hem politikacıların hem de medya sorumlularının gerekli hassâsiyeti göstermesi gerektiğini söyleyebiliriz. Aksi takdirde din gerekli itibarını kaybedeceği için tamamen araçsallaştırılacak, bu da dinin yeryüzünde gerçekleştirmesi beklenen hedefleri gerçekleştiremeyen bir kuruma, tamamen Marx’ın afyon dediği türden bir yapıya dönüştürülmesine engel olunamayacaktır. Özellikle bu noktada okuyucuların Ali Şeriati’nin “Dine karşı Din” kitabının mutlaka okunması önerilir. Ayrıca yine din istismarı örneklerine dair en yoğun eleştirileri yapan Nureddin Topçu’nun hemen hemen bütün kitaplarını mutlaka yeni neslin tanıması gerektiğini rahatlıkla ifade edebiliriz.
İstismarcıların yöntemlerine gelince, bu noktaya da aslında diğer soruların cevapları esnasında temas etmiş olduk ama, dediğimiz gibi bu noktada istismarcıların öncelikle doğru olmayan yanlış bilgileri büyük ölçüde kullandıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Onların bütün malzemesinin sahte dini bilgiler, sahte bir din tasavvuru olduğunu söyleyebiliriz. O bakımdan bunların istismarlarının önüne geçmenin en etkili yolu insanlara sorgulayıcı zihniyeti tavsiye etmek, özellikle kaynak sorgulamasına teşvik etmek, dini bilginin kaynağı konusunda çapraz kontrollerin yapılmasının önemine dikkat çekmek lazımdır. Bu vesile ile din istismarının önüne geçmek için, herhangi bir konuda bir kurum veya şahıstan bilgi aldığımız zaman tek bir yerden ve kişiden bilgi almakla yetinilmemesi, aynı konuda farklı birkaç ilim adamına da bu konuda sorulması ve bu sorular eğer aynı yönde birleşiyorsa yoğunlaşıyorsa bunun doğru yolda olduğumuzun bir işareti kabul edilmesi gerekir; ama verilen cevaplar arasında ciddi farklılıklar ve tezatlar olursa o zaman araştırmanın daha da derinleştirilmesi ve ilerletilmesi gerektiği sonucuna varılması lazımdır. Her halükarda dini bilginin başıboş ve kontrolsüz bir şekilde toplumda istismar edilmesine engel olacak mekanizmaların kurulması lazımdır. Bu anlamda özellikle Diyanet İşleri Başkanlığı ellerindeki imkanlarla bu konuda kendisi toplumu aydınlatmakla mükelleftir. Zaten bu onun maalesef yerine getirip getirmediği sürekli olarak tartışılan anayasal görevidir. Ancak bizatihi Diyanet İşleri Başkanlığının bazı çalışanlarının din istismarı konusunda, problemin önemli bir parçası haline gelebildiği de görülmektedir. Nitekim İslamiyât dergisinin Diyanet sayısında özetleri görülebileceği üzere, yapılan alan araştırmalarında Ankara merkez vâizlerinin %15-17 oranında zayıf ve uydurma hadis kullandıkları, Ankara veya Şırnak’taki imam hatiplerin sünnet ve hadis bilgileri üzerine yapılan bir başka yüksek lisans tezinde benzer bir oranın çıktığı, en son bundan yine 7-8 sene önce Trabzon’da 200 civarında imam hatip üzerinde yapılan mezuniyet tezinde, benzer şekilde vaaz irşad faaliyetleri esnasında kullanılan hadislerin mevzu veya zayıf hadislerin oranın %15’ten aşağı düşmediği; bu da vaaz ve irşad adı altında kullanılan rivayetlerden her yedi rivayetten bir tanesinin çürük ve uydurma olduğunu göstermektedir. Yani bunların dinde kullanılmayacak nitelikte rivayetler olması ve bunların Diyanet Teşkilatı bünyesinde görülmesi ve keza Diyanet Teşkilatının din adamlarına ve vaaz irşad faaliyetlerinde kullanılmak üzere uydurma hadisleri içeren bir kitap dahi yayınlayamamış olması, mesela İbn Arrâk’ın Tenzihu’ş-şeriâ’sını tercüme edip din görevlilerinin vaizlerin eline verememesi bile aslında bu konuda Diyanet İşleri Teşkilatı’nın da sorgulanmasına yol açacak önemli bir problem olarak görünmektedir. Bu din istismarı konusunda bizatihi resmi dini kurumlar da bu sorunun parçası olunca, artık çözümün kaynağı olması gerekenler bizatihi problemin parçası haline gelebilmektedir. Bunun da sebebi açıktır: resmi-dini kurumlar siyasetin kontrolünden çıkmadıkça, tam anlamıyla bağımsız, özgür ve özerk olmadıkça daima siyasi iradenin amaçlarına hizmet etmekten ve bu amaçla da din istismarına alet olmaktan kurtulamayacaktır. Onun için de –ülkemiz açısından konuşursak- başta Diyanet İşleri Teşkilatı olmak üzere dini kurum ve yapıların en kısa zamanda tamamen siyasi iradeden bağımsız, özerk yapılar haline getirilmesinde büyük bir yarar vardır.
A. Öztekin: Hocam, Diyanet İşleri Başkanlığının son dönemde yayınladığı hadis çalışmasını okuyucularımızın dikkatine sunmak istiyoruz. Belki de bu eser, alanında katkı sağlamaya ve istismara engel olmaya matuf bir çalışma olarak nitelenebilir. Bunun dışında din istismarlarının önlenmesi için neler yapılmalıdır?
M. H. Kırbaşoğlu: Birincisi, bu konuda toplumun din öğretim ve eğitiminin açık ve şeffaf bir biçimde sürdürülmesi lazımdır. Her şeyin başı olarak insanımızın artık “hayır” demeyi, sorgulamayı, itiraz etmeyi öğrenmesi lazım. Çünkü mesela çocuklarımıza okullarda imam hatiplerde din öğretim ve eğitimi verilmektedir. Verilen din eğitimi bir takım kitaplar üzerinden yapılmaktadır. Bu kitaplarda yazılan bilgilri biz ebeveyn olarak kontrol etmeliyiz ve bizim uygun görmediğimiz hususların din adına çocuklarımıza devlet eliyle öğretilmesine gerektiğinde itiraz etmeliyiz, bu konuda gerekli adımları atabilmeliyiz.
Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı camilerde, mescitlerde, Kur’an Kurslarında yapılan her türlü vaaz, irşad ve din eğitim-öğretimi faaliyetlerinde, keza dinin esaslarına aykırı olduğundan şüphelendiğimiz her adımda mutlaka bu konuda gerekli kanuni adımları atmaktan çekinmemeliyiz. Bu anlamda Avrupa Birliği uyum yasaları çerçevesinde gerçekleştirilen bir takım temel kanunlar vardır. Maalesef insanımız bu temel kanunların kendisine tanıdığı hakların farkında değildir. Bu çerçevede mesela bilgi edinme kanunu, gösteri ve yürüyüş kanunu, tüketici kanunu gibi pek çok temel kanun düzenlemesi vardır. Bu kanunlar uygulamada vatandaşın fevkalade lehine olan kanunlardır. Bunlardan da yararlanarak din istismarıyla mücadele alanında adımlar atılabilir.
Basit bir örnek vermek gerekirse mesela Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yayınladığı Kur’an Yolu Tefsiri, normalde piyasadaki tefsirlerin hemen hemen tamamının gerisinde, hiçbir özelliği olmayan ve mevcut bilgilerimize yeni bir bilgi katmayan, neredeyse tamamen Diyanet İslam Ansiklopedisi’ndeki Kur’an’la ilgili maddeleri kes-yapıştır yöntemiyle bir araya getirmesi ve yine bu tefsiri yazan hocalarımızın fıkha dair yazdığı ilmihal kitabının bazı parçalarının eklemlenmesi, keza bu tefsiri yazan hocaların yaptığı mealin orada serpiştirilmesi ile oluşturulan, adeta kes-yapıştır sistemiyle oluşturulan bir kitaptan öte bir şey değildir. Nitekim bu konuda gerek yayınladığımız İslami İlimlerde Metot Sorunu adlı kitapta, gerek Mustafa Öztürk’ün Meal Kültürü adlı kitapta iki ayrı eleştiri yazılmıştır. Benimki ilk baskıya yönelik, Mustafa Öztürk’ünki ikinci baskıya yönelik yaklaşık yüzer sayfalık birer eleştiridir. Diyanet daha sonra bazı yanlışları düzelttiklerini söylemişse de durum değişmemiştir. Zira Öztürk tefsirin II. ve III. baskıları için de eleştiri yapmıştır. Maalesef durum sadece ilk baskıda değil diğer baskılarda vahimdir, hatta diğer baskılarda durum daha da vahimdir. Birinde siyah dediklerine diğerinde beyaz, birinde evet dediklerine öbüründe hayır diyecek kadar ciddi anlamda laubalilik sergilenmiştir. Şimdi mesela bu tefsir hala basılmaktadır. Hâlbuki tüketici mahkemesine müracaat ederek mesela, Diyanet halka maalesef hileli veya sağlıklı olmayan mal satıyor gerekçesiyle sembolik te olsa dava açılması mümkündür. Ben bu konuda avukat arkadaşlara sorduğumda hukuken bundan ne gibi bir sonuç alınabileceğinden emin olmadıklarını söylediler. Ama en azından Diyanet İşleri Teşkilatı’nın da kendilerine çeki düzen vermesi ve insanlara, kendilerine güvenerek bu tefsiri satın alan insanlara, piyasadakinden çok daha kaliteli bir tefsir sunmaya onları zorlamak bakımından böyle bir zorlayıcı etkisi olabilir. Her halükarda Müslümanların bütün hukuki kanuni zeminlerde haklarını sonuna kadar araması gerekir ve bizim resmi dini kurumların veya cemaat ve tarikatların kölesi olmadığımız, onların her dediğini kabul etmek durumunda olmadığımız da insanlara telkin edilmelidir.
Söz konusu eserin aslında daha derinlikli ve özgün düzeyde olması gerekmektedir. Başkanlık, imkanlarını kullanmak suretiyle, ilim adamları eliyle daha başarılı çalışmalar yapmalı ve halka sunduğu din hizmetinin kalitesini yükseltmelidir. Halk olarak bizler bunu isteme hakkına sahibiz. Hatta bu konuda duyarlı olarak Başkanlığın daha kaliteli eserler ortaya koyması için çabalama sorumluluğumuz vardır.
Öte yandan bu noktada medya RTÜK’e çok iş düşmektedir. RTÜK’ün maalesef bu konuda görevini yaptığını söylemek söz konusu değildir. Özellikle görsel medyada inanılmaz düzeyde ve şekilde, din istismarının pek çok örnekleri vardır ve bu istismarlar inanılmaz boyutlara varmıştır. Bu noktada halkın resmen kandırıldığını ve istismar nesnesi haline getirildiğini göre göre devletin bunu seyretmesi bence en başta anayasaya aykırıdır. Çünkü devletin görevlerinden biri de aynı zamanda kendi vatandaşlarına bu konuda gerekli desteği sağlamaktır. Bu noktada belki de toplumsal muhalefet kavramını geliştirmemiz lazım ve bu gibi kesimlere karşı bir takım tepkiler verilebilir. Mesela elektronik imza kampanyaları düzenlenmek suretiyle gerek resmi kurumlara gerek şahıslara gerekse sivil kurumlara karşı, yapılan din istismarlarına karşı, bunların geri adım atmalarını sağlamak için bir takım elektronik imza kampanyaları yapılmaktadır. Bir çok konuda olduğu gibi bu gibi konularda da elektronik imza kampanyalarını imzalamak son derece kolaydır. İmzayı açtığınız zaman bir hedef belirlersiniz. On bin, yirmi bin, elli bin, yüz bin imza topladığınızda ve bunu resmi, sivil ilgili makamların önüne koyduğunuz zaman bunları nazarı itibara almaması mümkün değildir. Bu noktada meseleyi sadece bir çatışma ilişkisi olarak görmemek lazım. Aynı zamanda devlet kurumlarına yardımcı olmak bakımından da bu tip kampanyalar yapılabilir. Çünkü netice itibariyle anayasanın ve kanunun kendine verdiği yetkiye dayanarak bir takım kurumlar mesela RTÜK, mesela Diyanet İşleri Başkanlığı bazı adımlar atmak istese bile, bu konudaki toplumsal baskılardan çekinerek geri adım atılabilir. İşte bu kurumların daha cesur adımlar atmalarını sağlamak için, toplanacak binlerce yüz binlerce imzalarla, imza kampanyaları ile destek verildiği zaman bu hususları uygulaması bakımından uygulayıcıları daha da cesaretlendirmiş oluruz. O bakımdan çözümü sadece devletten beklemeyip toplum olarak bizlerin alana inmesi, devletin müspet yönde attığı adımları desteklemesi, devletin eksik kaldığı noktalarda o boşluğu doldurması ve yanlış yaptığı zaman da devlet kurumlarına karşı gerekli itirazların yapılması ve bütün bunların da tamamen kanuni mevzuat çerçevesinde yürütülmesi gerekir.
Bu noktada yapılacak işlerden bir tanesi de, toplumu kanuni hakları konusunda aydınlatmak, bilinçlendirmektir. Hemen hemen her ilde yeterince avukat ve kanun adamı insanımız olduğu için bunlar pekala çeşitli sivil toplum örgütleri marifetiyle insanları, bilhassa Avrupa Birliği uyum yasaları çerçevesinde çıkarılan temel kanunlar konusunda bilgilendirmeleri, haklarını onlara öğretmeleri ve daha sonra bu haklarını kanuni düzlemde talep etmeye yönlendirmeleri de son derece yerinde olacaktır. Aslında bütün bu adımlar sadece din istismarı değil, bu toplumun daha adil, daha şeffaf, daha temiz, daha huzurlu bir toplum haline gelmesi için de mutlaka atılması gereken adımlardır.
Bu noktada sözümüzü, belki birkaç üstadın sözüyle bağlamakta yarar vardır. Bunlardan biri Dr. Ali Şeriati’dir. O Şöyle der; “eleştirinin bittiği yerde putçuluk başlar.” Bütün bu istismarlar aslında çapraz kontrolün, eleştirinin, sorgulamanın olmamasından kaynaklanmaktadır. O bakımdan eleştirel düşünce çok önemlidir. Ali Şeriati’nin bu sözünü ser levha edinmemiz gerekir. Bir başka güzel söz Cemil Meriç’e aittir. O şöyle der; “Türkiye’de sağcı solcu yoktur (bu sağcı solcuyu biz şöyle de anlayabiliriz; Alevi-Sünni, Kürt-Türk yoktur), sadece namuslular ve namussuzlar vardır.” Biz namusluların bu ülkede güçlü olmasını sağlamak zorundayız. Maalesef, sayıları az olmasına rağmen namuslu olmayanlar bu toplumda, daha güçlü daha organizedirler. Bunlara karşı namusluların organize olması ve daha sofistike yöntemlerle çalışması lazımdır. Bunlara bir üçüncü slogan olarak da İsmet İnönü’ye atıf edilen “Bir ülkede namuslular, en az namussuzlar kadar cesur olmalıdır” sözünü eklememiz gerekir. Bu çerçevede sanıyorum; yeni nesillere, çocuklarımıza, torunlarımıza daha iyi bir gelecek bırakabilmek için, sadece dini alanda istismara değil, toplumdaki bütün sosyal adaletsizliklere, bütün kokuşmuşluklara, bütün yozlaşmalara, bütün dünyevileşme süreçlerine, her türlü yolsuzluğa, rüşvete, hırsızlığa, adam kayırmaya, nepotizme, rantiyeciliklere vs. yani hem ahlaka hem vicdana hem İslam’a aykırı olan, toplumdaki bütün uygulamalara karşı; dinimiz, ırkımız, mezhebimiz, meşrebimiz, dünya görüşümüz ne olursa olsun ortak bir noktada buluşarak bunlara karşı mücadele edecek bir refleksi de geliştirmemiz lazım. Artık bu, parçalanmışlıktan, kutuplaşmadan kurtularak ortak ahlaki doğrultuda buluşabilecek yeni bir vizyona ihtiyacımız var.
Bu noktada da İslam aslında bize yeter, ama hangi İslam veya nasıl bir İslam sorusu önemlidir. Aliya İzzetbegoviç’in dediği gibi “yeryüzünde iyi, güzel, doğru olan ne varsa bunların ikinci adı İslam’dır.” diyen bir Müslümanlık gerek bize. Bu anlamda artık kimlikler üzerinden değil, nitelikler üzerinden bir ayrışmaya ihtiyaç vardır. Benim de kişisel görüşüm budur. Artık insanlarla yolumuzu, dinli veya dinsiz, sağcı veya solcu, alevi ya da Sünni, sosyalist veya liberal,Türk ya da Kürt olduğu için değil ahlaklı veya ahlaksız olduğu için ayırmalıyız. Bu noktada ahlakın Müslümanların tekelinde olmadığını, pek çok Müslüman’ın ahlaksız olabildiği gibi, dine uzak olan ama son derece ahlaklı insanların da olabileceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Olabileceğini değil bizatihi olduğunu, Türkiye’de ve Ortadoğu’da sivil toplum örgütleriyle çalışan biri olarak, bizatihi yaşayarak gördüğümü bildirmek isterim. Ahlakın sadece Müslümanlara has olmadığını, Hıristiyanlarda, Yahudilerde, Ateistlerde, Marksistlerde, Sosyalistlerde, Alevilerde, Şia’da vs. yani her kesimde son derece ahlaklı, son derece güzel, insanların olduğunu görebiliriz. Nitekim Ali Şeriati, bir Şii olmasına rağmen pek çok Sünni’ye rahmet okutacak kadar muhteşem bir Müslümanlık sergileyebilmektedir. Aynı şekilde Aleviliğin; “eline, beline, diline sahip çık” öğretisi fevkalade önemli ahlaki bir öğretidir. Bunların desteklenmesi gerekir. Keza bu gün toplumda, özellikle sömürülen, ezilen sınıflarla; işçi sınıflarla ilgili olarak, sol kesimlerin çok daha hassas olduğu bilinmektedir. İslami kesimin de aynı şekilde; işçi sınıfıyla, emekçi sınıfıyla, ezilenler, mağdur edilenler, garibanlar, fakir fukaralarla ilgili olarak sol kesimlerle beraber, yan yana, omuz omuza bu insanların acılarını dindirmek için beraber mücadele edebildiği yeni bir kültüre, yeni bir bakış açısına ihtiyacı vardır. İnşallah gündemdeki bu tartışmalar ve yapılan bu çalışmalar belki Türkiye’de ahlakın, erdemin, faziletin, adaletin, eşitliğin merkezde yer aldığı yeni bir kültürün oluşmasına hizmet edecektir. Bu kültür İslami açıdan da bize uzak bir kültür değildir. Çünkü biz Hz. Peygamber’in (sav) de içinde yer aldığı Hılfu’l-Fudul öğretisi içerisinde yetişmiş bir nesiliz. Keza biz ilk defa Medine-i Münevvere’de, Medine site İslam Devleti’ni kurarken Yahudilerle beraber kurmuş ve Yahudilerle birlikte ortak yaşama iradesini sergilemiş bir medeniyetin çocuklarıyız. Ayrıca biz daha sonra Şam’da, Kahire’de, Bağdat’ta, İstanbul’da İsfahan’da; Yahudiler, Hıristiyanlar, Mecusiler, Zerdüştler, Dehriler, Zındıklar, Ateistlerle, bütün bunlarla bir arada; dostluk, kardeşlik içinde yaşamışız. Fikre sadece fikirle cevap vermiş, eleştiriye eleştiriyle karşılık vermiş, ama asla yeniçeri mantığıyla yani “vurun söyletmeyin” mantığıyla hareket etmemiş bir medeniyetin çocuklarıyız. Ama ne yazık ki günümüzde bu medeniyetin çocukları, bırakın kendisi gibi düşünmeyenleri; kendi içinde, kendi Müslüman kardeşini, sırf kendisi gibi düşünmediği için, herkesin gözü önünde, dünyanın gözü önünde kıtır kıtır kesecek kadar akıl-mantıktan, ahlak ve vicdandan basiretten ve sağduyudan uzaklaşmış durumdadır. O bakımdan önümüzde uzun, dikenli, sarp bir yolun ve yokuşun olduğunu söylemek mümkündür. Bu yokuşu aşmak için önderlik edecek olanların da hiç kuşkusuz ilim ve fikir erbabı, Ali Şeriati’nin tabiriyle “sorumlu aydın”lar olduğunu söylemek gerekir. Ancak genelde entelektüeller şu günlerde, hem politikacıların hem de halkın gerisinde kalmakta ve adeta nal toplamaktadırlar. Bu denklemi tekrar değiştirerek fikir adamlarının, ilim adamlarının hem topluma hem siyasete hem de geniş halk kitlelerine yön verdiği ve dinin de cahillerin ellerinden kurtularak gerçekten ehil insanların ve ehil kurumların eline verildiği bir dönemi gerçekleştirmek üzere hepinizi büyük bir göreve beklemektedir. O halde buyurun göreve!
http://dergipark.ulakbim.gov.tr/ilak/article/view/5000200883/5000172790