Sadece Türkiye’de değil, İslam Dünyasının hemen her yerinde, özellikle 70’li yıllardan sonra pek çok İslami hareketin âdetâ ortak parolası/sloganı aşağı yukarı bu idi: Tek Yol İslam – Kurtuluş İslam’da, el-İslâmu Huve’l-Hallu’l-Vahîd – el-Hallu Huve’l-İslâm!
Aslında bu, Batı’nın işgalinden ve sömürgeciliğinden bedenini kurtaran İslam Dünyasının, bunun hemen adından rûhunu da kurtarmak istediğinin ilanıydı. Olandan ziyade olması gerekenin beyanıydı. Muâsır medeniyetler seviyesine erişmenin ancak Batı’nın izlediği yoldan gitmekle mümkün olduğu iddiasının bir reddi idi. Evet bu iddianın/tezin içi henüz doldurulmamıştı ama, bu yolda bir başlangıç yapmak, ilan edilen hedefe ulaşmak üzere yola çıkmak, İslam Dünyasının kendi ayakları üzerinde durabileceğine dair ona bir özgüven telkin etmek için ortaya bir “ideal” koymak ta gerekmiyor muydu? Kitlelerin, özellikle de gençliğin harekete geçirilebilmesi için bir söyleme; Batı’nın icadı olan ithal ikame Kapitalizm ve Sosyalizm dışında, bu toprakların kendi ürünü olan yerli bir söyleme gerek vardı ve nitekim “Tek Yol İslam” , Mağrib’ten Maşrık’a, Orta Asya’dan Yemen’e, Balkanlar’dan Endonezya’ya kadar bütün İslam Dünyasını elektriklendirebilecek güce sahip bir söylem olduğunu gösterdi. Bu elektriktir ki, Pakistan, Sudan, İran, Malezya, Libya ve Suudi Arabistan’daki İslamizasyon süreçlerine ivme kazandırmış, Filistin Davasının rengini Marksist olandan İslâmî olana doğru değiştirmiş, Bosna-Hersek’e ve Cezayir’e yönelik Batıcı yıkım ve kıyım politikalarına karşı şanlı bir direniş gösterilmiş, bu söylem Türkiye’de kısa bir süre de olsa iktidar ortağı olmuş, Mısır’da, Ürdün’de siyasetin olmazsa olmaz unsuru haline gelmiş, Yemen’de, Umân’da, Haliç Ülkelerinde İslami hareketliliklere güç kazandırmıştır.
Ne var ki bütün bu gelişmeler bir gerçeğin de gün yüzüne çıkmasına vesile olmuştur: Slogan ve söylem ile bir yere varmak – söz konusu İslam da olsa – mümkün değildir! Daha acı olanı, bu söyleme sarılmakla yetinenler, iç ve dış statüko güçleri karşısında en temel tezlerinden bile teker teker geri adım atmak zorunda kalmışlardır. Pakistan askeri yönetimlere mahkum olmaktan hala kurtulamamış, en makul İslami söylem sahiplerinden Mevdudi ve partisi, Benazir (Bînazîr?) Butto karşısında hezimete uğramış, insanlık tarihinin en kansız devrimlerinden birini gerçekleştirmiş olan İran, başlangıçtaki özgürlükçü, muhalif ve devrimci karakterini korumakta zorlanarak, kendi statükosunun esiri olma riski ile karşı karşıya kalmış, değişimci güçler muhafazakar güçler karşısında gerilemiş, muhaliflerin özgürlük alanı daraltılmaya çalışılmış, İslam Devriminin Sünni dünyada bile büyük bir sempati ile karşılanmasına rağmen, devrimin mezhepçi yönü geri plana itilerek, mezhepler üstü bir yaklaşımla herkesin malı olması sağlanamamış, mollalar yönetimi ve denetimi eleştirilerin boy hedefi olmuş; Suudi Arabistan, hala kabile ve aşiret yapısından kurtulup, bütün herkesin siyasette, yönetimde ve toplumsal hayatın her alanında eşit bir şekilde katılımının sağlandığı bir toplum haline gelememiş, kadınların toplumun dışına itilmesi ve temel özgürlüklerinin kısıtlanmış olması sürekli gündemde olmuş, toplumda sosyal ve kültürel hayatın alanı alabildiğine daraltılmış, siyasi ve ekonomik güç kraliyet ailesinin tekelinde kalmaya devam etmiş, tıpkı İran gibi, mezhep ağırlıklı politikaları aşıp, evrensel bir İslami örnek oluşturma idealine yönelememiş, Batı özellikle de ABD bağımlı politikalarından dolayı sürekli eleştiri konusu olmuş –nitekim Suudi Amerika şeklindeki bir kullanımın varlığı bu eleştirinin basit bir göstergesidir- , Suud Selefiliğini İslam Dünyasına yayma çabaları rahatsızlık ve problemlere yol açmış, kraliyet ailesinin – Körfez ülkelerindeki diğer hanedan mensuplarının da yaptıkları gibi – israf ve şatafata dayalı debdebeli hayat tarzları, muazzam şahsi servetleri ve bunları İslam Dünyasında değil de Batı’daki finans dünyasında değerlendirmeleri, İslam dünyasına sık sık tepkilere ve eleştirilere yol açmıştır. Sudan’ın da durumu farklı olmamıştır. Diğer İslamizasyon politikalarına göre daha makul bir yol izlemesine rağmen, Sudan da kayda değer bir siyasi, sosyal ve ekonomik bir gelişme kaydedememiş, içteki etnik ve dini ayrımcılık şikayetlerini ortadan kaldıramamış, sık sık askeri müdahalelere maruz kalmaktan kurtulamamış, iktidardan farklı düşünenlerin özgürlük alanları zaman zaman daraltılmıştır. Pakistan, İran, Suudi Arabistan ve Sudan gibi İslamizasyon politikalarını benimseyen ülkelerin hemen hepsinin ortak bir hatası da, toplumda sosyo – ekonomik adaleti sağlamadan – Şeriatı uygulamak adına – İslam’ın ceza hukuku hükümlerini hayata geçirmeyi öncelikli bir hedef edinmiş olmalardır. Bu suretle de Roger Garaudy’nin, toplumda işsizlik ve fakirlik meselesini çözmeden, sosyo – ekonomik adaleti sağlamadan el kesme vb. cezaları uygulamak kadar Kur’an’ın ruhuna aykırı bir şey olamayacağı yönündeki eleştirisini haklı çıkarmışlardır.
Gelelim ülkemize. 70’li yıllardan sonra giderek artan bir ivme kazanan İslami taleplere, siyaset alanında tercüman olma iddiasıyla ortaya çıkan siyasi oluşumlar, izledikleri politikanın ne kadar isabetli, basiretli ve hikmetli olduğu meselesi bir yana, ne muhalefette, ne de kısa süreli iktidarında, statükoyu yapısal olarak değiştirebilecek adımları atamamış, daha doğrusu bu yönde bir talebi olmamış, sadece siyasi aktörlerin İslami ideallere sahip olmalarıyla yetinmenin köklü bir değişim için yeterli olduğu vehmine kapılmış, ülke ekonomisi, sosyo – ekonomik adalet ve İslam ülkeleri arasındaki ilişkileri geliştirme konusunda ciddi adımlar atılmasına rağmen, asıl toplumsal değişimin hedefi olan “Önce ahlak ve maneviyat” sloganı ,slogan olarak dahi nisyana mahkum edilmiş, statükocu güçlerin değişim karşıtı direnişinin üstesinden nasıl gelineceğinin stratejisi belirlenmemiş, bu güçlerden gelen her baskı karşısında geri adım atılmış ve direniş gösterilememiş, daha doğrusu sadece siyasi iktidara ortak olmakla her şeyi halletmenin mümkün olmadığını –28 Şubat gibi– acı tecrübeler yaşayarak öğrenmiştir. Bütün bunlar ise İslami taleplerin sözcülüğünü üstlenenlerin siyaset, hükümet ve devletin yapısı ile değişimin stratejisi konusunda herhangi ciddi bir proje(ksiyon) ortaya koymadan söylemlerle yola çıktığını açıkça gözler önüne sermektedir. Ama asıl trajik olan, bu hareketin, davacısı olduğu İslam konusundaki bilgi düzeyinin arz ettiği acıklı durumdur. Zira diğer İslami hareketlerin kadrolarının ve liderlerinin, İslam Düşüncesi, özellikle de siyasi düşünce alanındaki düzeyleri ile mukayese edildiğinde, ülkemizdeki siyasal İslam’ın kadrolarının durumun çok vahim olduğunu ve halkın ortalama geleneksel bilgi düzeyinin çok ta ötesine geçemediğini, hele çağdaş İslam Düşüncesindeki gelişmelere bilinçli olarak sırt çevirdiğini görmemek mümkün değildir. Buna, şûrâyı bir karar alma mekanizması olarak değil de bağlayıcılığı olmayan bir tavsiye olarak gören anlayışı, buna bağlı olarak parti içi demokrasinin olmayışını ve parti oligarşisinin kemikleşmiş yapısını, kadını baskı altında tutarak onu aktif siyaset yapmaktan ve yönetime katılmaktan alıkoyan ataerkil zihniyetin egemenliğini, bilhassa sivil toplum kesimlerinin desteğinin önemini hala kavrayamamış olmasını, bütün İslami hareketleri ve kesimleri kucaklama becerisini gösterememesini, son zamanlarda muhaliflerine karşı söyleminin giderek sertleşmesini ve dışlayıcı tutumunu, geçmişte eleştirdiği milliyetçi ve ulusalcı partilerin söylemine paralel bir söyleme savrulduğunu, askeri bürokrasi karşısında takındığı, boyun eğici ve aşağıdan alıcı tavrını da eklediğimizde, slogan ve söylem düzeyinde kalmanın kaçınılmaz sonuçlarını da görmüş oluruz.
İçselleştirilmemiş, özümsenmemiş, ilmi ve fikri bir temele oturtulmamış, hesabı verilmemiş, bazı noktalarda İslamiliği dahi tartışmalı bir İslam tasavvuruna, yani slogan, söylem ve sembollere dayalı bir siyasi hareketin yukarıda yapılan eleştirilerde temas edilenlerden daha kötü bir savrulmaya, hatta ilkesizliğe ve reel-politiğe mahkum olmasının kaçınılmazlığını gösteren son örnek ise, mevcut iktidarın durumudur. Her ne kadar redd-i miras edip, gömlek değiştirdiğini söyleyerek artık kendisini muhafazakar olarak nitelendirse de, öte yandan her vesileyle İslami söylemlere başvurmayı, İslami sembolleri kullanmayı, reddettiğini iddia ettiği İslami kimliğini siyasi amaçlarla sık sık ön plana çıkarmayı ihmal etmediği için, konumuz açısından geliştirmeye çalıştığımız eleştirilerin muhatabı olmaktan kurtulması söz konusu değildir. Yukarıda işaret edilen eleştiri noktalarının büyük bir kısmı aynen mevcut iktidar için de geçerli olduğu gibi, muhafazakar olduğunu söylemesine rağmen, İslam’ın yakasından da düşmeyen bu siyasi hareketin, “İslamî” sıfatıyla hiçbir biçimde bağdaşmayacak uygulamalara başvurmakta tereddüt dahi etmemesi, slogan ve söylem düzeyindeki – sözüm ona – İslami gelişmelerin başına gelebilecek trajedinin mahiyeti hakkında da bize yeterli ipuçları sunmaktadır. İslam Dünyasına yönelik düşmanca uygulamaları bütün dünyanın gözünde cereyan eden, yüz binlerce, hatta milyona varan masum Müslümanların hunharca katliama maruz kalmasının baş sorumlusu, ABD, İngiltere, İsrail üçlüsünün İslam Dünyasına yönelik imha planlarının “eş başkanı” olmayı gururlanacak kadar fütursuz, Müslümanları katleden ve gelecekte belki de Suriye ve İran’da yeni katliamlar planlayan İsrailli pilotların ülkemizde eğitilmesine, İncirlik üssünden Müslümanlara yönelik operasyonlar için binlerce sorti gerçekleştirilmesine göz yumacak kadar umursamaz, İskenderun limanından yine bu İslam dünyasının düşmanlarının Irak’a sürekli lojistik sevkiyatta bulunması karşısında kılı dahi kıpırdayamayacak kadar mecalsiz bir zihniyetin İslami ideallerle ne kadar ilgisi olabilir? Keza ülke ekonomisini tamamen küresel sermeyenin, çıkar gruplarının ve uluslararası finans kuruluşlarının emrine veren, zenginlerin daha zengin, fakirlerin ise daha fakir olması pahasına gerçekleşen kişi başına düşen milli geliri öne sürerek, İslam’ın emri olan sosyo-ekonomik adaleti sağladığını zanneden, ama bu hedeften fersah fersah uzaklaşan, toplumdaki ahlaki dejenerasyon karşısında kılı dahi kıpırdamayan, memleketin bir suç ülkesi haline gelmesinden ciddi bir endişe duyduğunu gösteren herhangi bir ciddi adım atmayan, yolsuzluk iddialarının ayyuka çıkmasına aldırmayan, sadece politik slogan ve söylemlerle yetinen, eleştirilere asla tahammül edemeyen bir siyasi anlayış, slogan ve söylem olarak dahi, İslam’la bağdaştırılması mümkün olmayan bir çizgiyi temsil ettiğini itiraf etmek durumundadır.
“Tek Yol İslam” slogan ve söyleminin bugün ülkemizde vardığı noktaya dair siyaset alanından verdiğimiz bu örneklerin benzerlerini, birtakım cemaat, tarikat ve diğer dini gruplar için de bol bol vermek hiç te zor değildir. Zaten bu kesimlerde görülen yolsuzluk, dejenerasyon ve istismarın hangi boyutlara vardığını görmek için medyaya yansımış olan birtakım gelişmelere bakmak dahi yeterlidir. Bugün gelinen noktada, “Tek Yol İslam” cıların büyük bir kısmının lisan-ı halleriyle “Tek Yol Statükoya Eklemlenmek, İktidarın Nimetlerinden Pay Kapmak” , “Tek Yol AB”, “Tek Yol BOP/GOP/YOP” sloganlarını haykırdıklarını, öte yandan iktidar, para, şöhret ve şehvet pastasından hissedar olmak için yanıp tutuştuklarını, Nasreddin Hoca fıkrasındaki gibi “Biraz da Biz Ölelim” dediklerini hepimiz duyar gibi, görür gibiyiz. Bu sebeptendir ki, bir zamandan beri Türkiye’de “Siyasal İslam”ın bittiği iddiaları ortalıkta uçuşmaya başladı. Şaşırtıcı ve üzücü olan ise bu iddiaları savuranların büyük bir kısmının, daha önce bu Siyasal İslam’ı savunan ve ondan nemalanan kesimler olmalarıydı. Tabii bunlara bir de Siyasal olsun olmasın, İslam ve İslam’a dair her tezin çökmesinden sonsuz mutluluk duyanları da eklemek gerekir.
Sözü daha fazla uzatmadan, sadece yukarıda anlatılanlardan hareket ederek dahi, şu sonuca varmak yanlış olmayacaktır: “Tek Yol İslam” diğer İslam Dünyasında ve ülkemizde, önceleri bir ümit olarak zuhur etmiş, sonraları bu ümidi gerçekleştirmesi beklenen hareketlerin bir slogan ve söylemi olmuş ve nihayet günümüzde ideallerle gerçekler arasındaki yaman çelişkinin yarattığı derin kriz ve savrulmanın tutsağı olmuştur.
Bu acı gerçekleri art arda sıralarken, aslında amacımız “Tek Yol İslam” ın bir slogana indirgenmesinin, acı sonuçlarına işaret etmekten başka bir şey değildir. Demek istediğimiz şudur ki “Tek Yol İslam” İslam Dünyasında henüz bir gerçekliğe dönüştürülebilmiş değildir. Fakat elbette bu, “ Tek Yol İslam” tezinin yanlış ve gerçek dışı olduğu veya Siyasal İslam’ın bittiği anlamına gelmez. Olsa olsa bu tezin içinin doldurulamamasının ve onu bir slogan ve söyleme indirgenmesinin, sadece slogan ve söyleme indirgenen bir siyasal İslam anlayış(sızlığ)ının, İslam’a bağlanan umutları boşa çıkarmaktan başka bir işe yaramadığı anlamına gelebilir.
Bütün bunlara rağmen, “Tek Yol İslam” , ülkemiz ve sair İslam Dünyası için bir gereklilik midir? İslam’a inanmış, onun insanlığın son ümit kaynağı ve kurtuluş adası olduğuna iman etmiş birinin buna “hayır” demesi ne mümkün? Ama bu cevabın sadece imana dayalı – bazılarınca dogmatik – bir cevap olduğu zannedilmesin. Hele insanlığın ve gezegenimizin sonunu getirmeye aday, küresel, bölgesel ve ulusal ölçekteki gelişmeleri her gün gören ve yaşayan bizlerin bu soruya hayır cevabı vermesi, kendi kendimizin idam fermanını imzalamak anlamına gelmez mi? Artık İslam’ın sadece ona inanan Müslümanların değil, inanmayanların da yeğane ümit kaynağı olabileceğini müzakere etme zamanıdır. Çünkü İslam’ın insanlığa sunduğu temel prensipler, herkes için, her yerde, her zaman geçerli olan “evrensel” prensiplerdir. Bu prensipler sadece Müslümanların değil, bütün insanlığın hayrına olacak gelişmelerin teminatıdır. Çünkü İslami öğreti, insanı en iyi tanıyan yaratıcısının, – sadece Müslümanların değil- bütün insanların yaratıcısı olan Allah’ın, sadece Müslümanlara değil bütün insanlığa yol göstermek için gönderdiği bir ilahi lütuftur. Bu öğretinin rahmetinin kuşatıcılığı, bütün insanlığı kapsayacak kadar geniştir.
Peki bizim şu anda geldiğimiz nokta da bir iddia bir söylem sayılmaz mı? Şayet bu noktada kalınırsa tabii ki cevap “evet”tir. Bu durumda söylemden eyleme geçmek için atılması gereken adımlar nelerdir? Bu sorunun cevabı için ciltlerce yazmak mümkün ise de, burada en azından şunu söylemek gerekir: Yapılacak ilk iş, “Tek Yol İslam” tezinin can düşmanı olan, sekülerleşme, dünyevileşme, ahlak dışılık, değerler erozyonu, dejenerasyon, egoizm ve zevkçilik(hedonizm) esaretinden kurtulmaktır. Bunu gerçekleştirdikten sonra atılacak adımlar ise, yukarıda eleştirilenlerin tam tersini yapmaktır. Daha da ileri adımlar atmak için ise, Kur’an’ın rehberliğine başvurmak gerekir. Unutmamak gerekir ki Kur’an her meselenin hazır çözümünü vermez, sadece insani bütün durumlar için daima geçerli olan evrensel tespitler yapar. Detaylı çözümle(mele)ri ise insana bırakır. Kendisinden yardım isteyenlerin hedefe varabilmeleri için sadece koordinatları verir, bu koordinatlardan hareket ederek hedefe ulaşma işini ise bize bırakır. Çağdaş İslam Düşüncesi, bu koordinatlar yardımıyla hedefe nasıl varabileceğimize dair sayısız deneme ve örneklerle doludur. İşte İslam Dünyasındaki “Tek Yol İslam” cıların göremedikleri, farkına varamadıkları, varsalar bile önemini idrak edemedikleri, idrak etseler bile genellikle kuşku ile dışladıkları bu birikim, aslında bizlere geniş imkanlar ve açılımlar sunabilecek potansiyellere sahiptir. Ne var ki marifet iltifata tâbidir. Ülkemiz ise henüz bilgiye iltifat edilen bir toplum olma seviyesinden hayli uzak bulunmaktadır. Sözünü ettiğimiz bu marifete iltifat etmeyen kesimlerin başında ise ne yazık ki yine, şimdiye kadar “Tek Yol İslam” sloganıyla yetinenler gelmektedir. İnananı inanmayanıyla ülkemiz insanı İslam konusundaki çağdaş birikime yönelmedikçe, gerçeklerin yerini daima slogan ve söylemler almaya devam edecektir. O takdirde bu noktada, kusur İslam’ın mı, yoksa İslam’ı asrın idrakine söyletemeyen bizlerin mi? sorusunu sormak daha doğru olmaz mı?