Şii-Sünni meselesine olan ilgim, yıllarca, Şiilik ile Sünnilik arasında yakınlaşmayı sağlamak için birisi Mısır’da diğeri Tahran’da olmak üzere iki merkez bulunduğuna dair öğrencilik yıllarından kalma kulaktan duyma bilgilerimle ve daha sonra bu yöndeki çabaların yararsızlığını savunan yazılardan yaptığım ufak tefek tercümelerle sınırlı kaldı. Ne zaman ki gelişmeler beni, günümüzde İslami ilimlerin ve İslam düşüncesinin meselelerine eğilme ve en azından “Sünnet ve Hadis alanındaki meselelerin çözümüne katkıda bulunma” şeklinde bir yön duygusu geliştirmeye sevk etti; Şii-Sünni meselesi bütün ağırlığıyla kendisini hissettirmeye başladı. Zira İslam Dünyasının yaşayan geleneklerinden olan Sünnilik, Şiilik, İbadilik, Zeydi/Mutezililik içerisinde bilhassa İmamiye Şiası, İran İslam Devriminden sonra bütün dünyanın, özellikle de İslam Dünyasının ilgi odağı haline geldi. Ancak bu ilgi çift taraflı, yani hem müspet hem de menfi yönde idi. Ülkemizde bu ilginin müspet tarafı toplumda sivil kesimlerde ağır basarken, resmi çevrelerde menfi yönü ağır basıyor, bu yüzden ihtiyat, hatta endişe ile izleniyordu. (Aslına bakılırsa ortada bir “izleme”den de bahsetmek te hayli zordu, zira bu izlemeyi yapabilecek uzmanların istihdam edildiği tek bir resmî-gayr-ı resmî araştırma merkezi dahi yoktu, hala da –ne üniversitelerde, ne de bürokraside – yok!). Mamafih Çağdaş İran İslam düşüncesinden, özellikle “gizli Sünni” olmakla itham edilmiş olan Ali Şeriati’den yapılan çeviriler sayesinde, ortada dine imana zarar bir durumun olmadığını, tam aksine köklü ve derin bir dindarlık ile, kendi geleneğini samimiyetle ve ciddi bir şekilde sorgulayabilen düzeyli bir entelektüel çaba ile karşı karşıya bulunduğunu fark etmekte insanlar gecikmedi. Bu olumlu hava ülkemizdeki İslami neşriyat alanında İran İslam Düşüncesinin ürünlerinden yapılan çok sayıda çevirinin kendisine saygın bir yer edinmesine yol açtı. Bu gelişmeler gerek tarihten gelen ön yargıları, gerek Batı’lı emperyalist sömürgeci güçlerin ekmeye çalıştığı fitne tohumlarını giderek ortadan kaldırmaya başladı. Toplumun sivil kesimlerindeki bu olumlu gelişmeler resmi alanı da etkilemekte gecikmedi ve bugün gelinen noktada ülkemiz ile İran arasında hemen her alanda fevkalade olumlu gelişmeler yaşanmakta, yüzyıllardan beri sınır ihtilafı yaşamamış bu iki kardeş ülke arasındaki işbirliği ve yardımlaşma alanları giderek genişlemektedir.
İşte böylesi olumlu bir tablo ile karşı karşıya bulunduğumuz bir dönemde geçen ay İran(Tahran)da akdedilen bir kongreye katılmak benim için fevkalade ufuk açıcı oldu ise de, ülkemiz açısından iç açıcı olduğunu söylemek pek o kadar kolay değil. Sözünü ettiğimiz bu toplantı Tahran’daki “İslam Mezheplerini Birbirine Yak(ın)laştırma Dünya Forumu(el-Mecma’u’l-‘Âlemî li’t-Takrîb beyne’l-Mezahibi’l-İslamiyye/The World Forum For Proximity of Islamic Schools of Thought)” tarafından düzenlenen ve “İslam Birliği Belgesi” oluşturmayı amaçlayan uluslararası bir kongre idi. Ne var ki ilk defa katıldığım bu kongre beni ülkemiz açısından dehşete ve derin bir üzüntüye duçar eyledi; çünkü yapılan bu toplantı ilk değil, yirmi birinci toplantı idi ve bir ilahiyatçı olarak ben ancak yirmi birincisine katılabilmiştim, üstelik te bu toplantıya katılan en zayıf heyet te İran’ın komşusu yetmiş milyonluk koca Türkiye’den gelen heyeti idi. Hatta dört kişi katılmış olsa da ortada bir heyetin mevcudiyetinden söz etmek bile doğru değildi, zira katılanlar, birbirinden habersiz ve bağımsız, sadece ikisi akademisyenden oluşan “dört” sivil iyi niyet elçisi idiler.
İlk defa, o da ancak yirmi birincisine katıldığım bu tür bir faaliyeti hakkıyla değerlendirmek için, en azından – bana takdim etme nezaketini gösterdikleri – önceki toplantıların görüntülü kayıtlarının ve bu konuyla ilgili diğer dokümanların dikkatli bir şekilde incelenmesi gerekir. Hayli zaman alacak olan bu tür bir tetkiki ileriye bırakarak, şimdilik sadece bu yirmi birinci toplantıyı gecikmeksizin değerlendirmek daha uygun olacaktır. Hava alanındaki karşılamadan başlayıp uğurlamaya kadar devam eden başarılı organizasyon ile iki gün boyunca gösterilen sıcak ilgi ve yoğun misafirperverliğe işaret etmeyi de ihmal etmeksizin, toplantının muhtevasına göz atacak olursak, özetle sizlerin dikkatine sunmak istediğim hususları şu şekilde sıralamak mümkündür:
Öncelikle dikkat çeken husus katılımın zenginliği ve genişliği idi. Zira Kuzey Afrika’dan Uzak Doğu’ya, Orta Asya’dan Yemen’e ve Bosna-Hersek’ten Afrika’ya varıncaya kadar neredeyse bütün İslam ülkelerinden geniş bir katılım söz konusu idi. Belki de bu katılımın en eleştiriye açık yönü, katılımcıların kahir ekseriyetinin erkek olması, bir-iki hanımefendi dışında kadınların temsil edilmemiş olmasıydı. Hatta bu güne kadar gördüğüm, kadın katılımın en düşük olduğu toplantı muhtemelen bu toplantıydı. Sadece katılımcı olarak değil, izleyici olarak da kadınların azınlıkta olduğunu da eklemek gerekir. İran gibi, Müslüman kadının en ileri düzeyde sosyalleşmiş olduğu bir İslam ülkesinde karşılaştığım bu manzaraya şaşırmadığımı söylesem yalan olur. Hatta bu konuyu yetkililere açtığımda, “biz çağırdık ama gelen olmadı” anlamındaki izahların da beni tatmin etmediğini belirtmek isterim. Siz okuyucularımız için ilgi çekici, hatta bazılarımız için şaşırtıcı olduğunu tahmin ettiğim husus ise, Suudi Arabistan’dan gelen Şii heyet idi. Zira Suudi Arabistan’da Şii nüfus ta olduğu ülkemizde pek bilinen bir şey değildir. Ancak Suudi Arabistan’dan gelen heyet içerisinde beni şaşırtan birisi daha vardı: yirmi küsur yıl önce Riyad’ta aynı fakültede ve aynı bölümde görev yaptığımız, ancak bu kadar uzun süredir birbirimizden haber alamadığımız değerli meslektaşım ve dostum Salahuddin el-İdlibî de Cidde’den katılmıştı. (el-İdlibî, Suudi Arabistanlı meslektaşı ve mesai arkadaşı Musfir ed-Dumeynî ile birlikte, aynı yıllarda, Hadiste metin tenkidi konusunda bildiğim kadarıyla ilk olarak doktora tezi yapan bir akademisyen olması itibariyle Hadis araştırmaları alanında tanınan birisidir).
Ama beni asıl şaşırtan Suudi Arabistanlı Şiiler içerisinde, daha önce Yemen hakkında yazdığım bir yazıda sizlere bahsetmiş olduğum, Beyrut’ta yayımlanan “el-Kelime” dergisinin de yayın kurulu başkanı olan, Suudi Arabistan’daki “Ukâz” dergisinde ve Ürdün’deki “el-Ğad” gazetesinde haftalık yazılar yazan Zeki el-Mîlâd (www.almilad.org) gibi entelektüellerin bulunmasıydı. Onun aracılığıyla tanıştığım bazı Lübnan’lı Şii kardeşlerimizin İran İslam Düşüncesinin Farsça ürünlerini Arapça konuşan dünyaya aktarmak amacıyla çıkarmakta oldukları “Nusûs Muâsıra(Çağdaş metinler)” adlı üç aylık derginin de yayın kurulunda yer alan bu entelektüel ile tanışmak benim için büyük bir kazanç oldu. Ama benim için asıl kazanç, bir Tunus ziyareti esnasında- hayli pahalı olduğu için değip değmeyeceğini düşünerek- satın almakta tereddüt ettiğim “Nazariyyetu’s-Sunne fi’l-Fikri’l-İmâmîyyi’ş-Şî’î(İmami Şii Düşüncesinde Sünnet Nazariyesi)” adlı eserin yazarı Haydar Hubbullah ile tanışmak oldu. Aynı oturumda bir araya geldiğimiz bu yeni nesil genç şii entelektüellerin çağdaş İslam Dünyası ve Düşüncesi alanında fevkalade aktif olduklarını, pek çok Şii ve Sünni çevrenin çıkardığı dergilerde yazılar yazıp, bu çevrelerle işbirliği yaptıklarını özellikle belirtmek gerekir. Gerçi bu yeni nesil Şii entelektüeller, daha önceki yazılarımızda bahsetmiş olduğum Iraklı Şii entelektüel Ahmed el-Kâtib (www.alkatib.co.uk) ile mukayese edilebilecek düzeyde öz eleştiri yapabilen ve Şii-Sünni yakınlaşmasına onun kadar katkıda bulunup hizmet eden biri olmasalar da, yine de gerek eleştirellik, gerek açık fikirlilik, gerekse Şii-Sünni diyaloguna taraftar olmaları ve bu amaçla Şii-Sünni mukayeseli çalışmalar yapmaları hasebiyle, gelecekte İslam Dünyasında önemli roller oynamaya aday olduklarını şimdiden görmek pek te zor değildir. Zor olan ise, bütün bu olumlu gelişmeler kervanına katılacak, bu kardeşleriyle işbirliği yapacak, tartışmalara katılacak, katkılarda bulunacak –akıcı bir Arapça ve Farsça ile yazıp konuşabilen– Müslüman entelektüellerin, ilim ve fikir erbabının, sanat ve edebiyat ehlinin ülkemizden de çıkması için daha ne kadar bekleyeceğimiz sorusuna cevap vermektir.
Bu uluslararası toplantıda sunulan tebliğlere gelince, toplantıların yirmi birincisi gerçekleştirilmesine rağmen, iyi niyet ve temennilerin eşliğinde sergilenen genel yaklaşımların çok ta ötesine geçilebilmiş görünmemektedir. Gerçi Şia ile Sünnilik arasındaki meselelerin metodolojik boyutuna dikkat çekmeye çalışan tebliğler de sunulduysa da, bunların da aradan geçen yirmi küsur yıldan sonra mikro düzeylere inebilmiş olması beklenirken, maalesefbu konudaki beklentimiz boşa çıkmıştır. Hele iki ekol arasındaki ihtilaflarda belirleyici olan “rivayetlerin epistemolojisi/ bilgi değeri” konusunun önemine yakışır bir şekilde ele alındığını söylemek daha da zordur. En azından bu konuda ortak bir zeminde buluşmaya yönelik ciddi bir süreç içerisine girildiğini gösteren kayda değer bir gelişmeye şahit olunamamıştır. Nitekim tebliğ sahiplerinin, sık sık âyetlerin yorumu ya da delil olarak sunulan birtakım rivayetler konusunda hala kendi mezheplerinin klasik yaklaşımlarını sürdürmekten kendilerini alamamaları da bu önemli meselenin çözümü yolunda henüz yeterince mesafe alınamamış olduğunu göstermektedir. Kanaatimce bu durumun sebebi, bu merkezin giriştiği bu önemli faaliyetin, daha baştan metodolojik ve epistemolojik bir ortak zemin arayışına girmemesi ve müteakip toplantıları bu hedef doğrultusunda –makro ve mikro düzeyde- planlamayı öncelikleri arasında değerlendirememesi olsa gerektir. Yine kanaatimce bu meselede taraflar ortak bir zeminde buluş(a)madıkça, ileride yapılacak bu toplantıların “diplomatik” diyalog ve iyi niyet düzeyinin ötesine geçmesi pek mümkün olmayacaktır.
Konu mezhepler arası yakınlaşma olunca, bütün bu eleştirilere rağmen, bu önemli hedefe ulaşmak için atılması gereken adımlara dair görüş ve kanaatlerimizi paylaşmak amacıyla sunduğumuz tebliğe dair özet bilgi vermekte de yarar vardır. “Lâ Sunniyye ve lâ Şî’îyye;lâ Zeydiyye ve lâ İbâdiyye: İslâmiyye İslâmiyye ! – el-Vahde el-İslâmiyye: mine’l-Hıtâb ila’t-Tanzîr(Ne Sünnî, ne Şiî, ne Zeydî ne İbadî; Müslüman, Müslüman! –İslam Birliği: Söylem’den Teoriye)” başlığını taşıyan tebliğimizin iki temel vurgusu vardı: 1) Artık söylemi bir kenara bırakıp, mikro düzeye kadar inen müşahhas adımlar atılması zamanıdır. 2) Mezhep taassubuna karşı, mezhepleri aşan bir Müslüman kimliği inşası için kolların acilen sıvanması şarttır. Günümüzde acilen atılması gereken bu iki adımın gerçekleşme imkanı konusunda geçmişten ve günümüzden cesaret verici birtakım örneklerin sunulduğu tebliğde, bir yandan siyasi, itikadi ve fıkhi mezhepler arasındaki ortak noktaların, aslında sanılanın aksine ihtilaflardan çok daha fazla olduğu, içinde bulunduğumuz kritik dönemde ihtilafların değil bu ortak paydanın ön plana çıkarılmasının gereğine işaret edilirken, öte yandan Sünnilik, Şiilik, Zeydilik, Mutezililik, İbadilik, Selefilik, Tasavvuf ve Felsefe arasında ayırım yapmaksızın, İslam geleneğinin tamamına Müslüman olarak sahip çıkma, bu mirasa toptan, ama eleştirel bir yaklaşımla bakma, mezhep taassubunun inşa ettiği duvarları yıkma anlamında –mezhepleri yok sayan değil- onları aşan bir Müslümanlık tasavvuruna olan ihtiyaca vurgu yapılmıştır. Zaten son yüzyılda Cemaluddin el-Afganî’den bu yana yaşamış ve yaşamakta olan çağdaş İslam düşünürlerinin neredeyse tamamının, aslında sosyolojik ve kültürel olarak belli bir mezhep coğrafyasının çocuğu olsalar da, İslam Dünyasının meselelerine çözüm üretme sürecinde yazıp çizdiklerinin herhangi bir mezhebe göre yazılmamış olması gerçeği de bu ihtiyacın kendisini güçlü bir şekilde hissettirdiğini gösteren açık bir delildir. Ne Afgani’nin, İkbal’in, Abduh’un, Mehmed Âkif’in, Musa Carullah’ın, ne de Mevdudi, Mâlik b. Nebî, Şeriatî, Farukî, Fazlurrahman ya da Hasan Hanefi’nin belli bir siyasi, itikadi veya fıkhi mezhebi esas alarak yazdıkları söylenebilir. Bunların Kur’an ve Sünneti merkeze alan, İslam geleneğinin belli bir bölümünü değil, tamamını benimseyen, ancak eleştirel bir gözle okuyan ilim, fikir ve eylem adamları olduğu rahatlıkla ifade edilebilir. Bu özellik, Zeydilerin “beşinci mezhep” olarak nitelendirilmesinde olduğu gibi, Şeriati’nin gizli Sünni olarak “itham” edilmesinde ya da Sünni dünyanın Şeriatî’nin eserlerini hararetle benimsemesinde de görülebilir. Keza son on’lu yıllarda yapılan akademik çalışmalarda belli bir mezheple sınırlı kalınmaması, bilakis bütün mezheplerin imkan nispetinde mukayeseli olarak incelendiği, sonuçta da hangi mezhebe ait olursa olsun, en uygun çözümün benimsendiği bir yaklaşımın yaygın olarak benimsenmesi de bu eğilimin derinden hissedilmiş olmasının bir sonucu olmalıdır. Nitekim en muhafazakar eğilimlere sahip olduğu sık sık dile getirilen Selefi Suudi Arabistan üniversitelerinde bile, Selefi- Hanbeli mezhebinin değil deliller arasında tercih(el-ittibâ’u bi’d-delîl) kuralının resmi politika olarak yaygınlaştırılmaya çalışılması, küçümsenmemesi gereken olumlu gelişmelerdir. Elbette bu gelişmeler son derece genel ve başlangıç niteliğinde olup,asla yeterli değildir. Bu yöndeki çabaların artık epistemolojik ve metodolojik ortak bir zemin arayışına yönelmesi şarttır. Bu yöneliş ivme kazandığı takdirde bilhassa “Usul-i Fıkıh” alanında, mezhepler arasındaki ortak zeminin ne kadar geniş olduğu ortaya çıkacaktır. Bu bakımdan mezhepler arası yakınlaştırma çabalarında usul-i fıkıh alanının merkeze alınması fevkalade önemli sonuçlara yol açabilecek potansiyellere sahiptir.
Tabiatıyla bu yakınlaşma eğilimlerinin İslam Dünyasındaki siyasi gelişmelerdeki müspet etkisi de gözen kaçmamaktadır. İran İslam Devriminin Şii olmayan İslam Dünyasında da sempati ile karşılanması, hatta desteklenmesi, Irak’ta ve Lübnan’da Amerikan emperyalizmine karşı oluşturulan cephede birtakım Şii-Sünni grupların yan yana yer alması, Hizbullah’ın ve lideri Nasrallah’ın Sünni dünyada büyük bir coşku ile desteklenmesi, öte yandan Sünni tabanlı Hamas’a Şii dünyanın desteği, aslında Kur’an’da sadece “Müslüman” olarak isimlendirilmiş olan Ümmetin fertleri arasında yayılmak istenen “mezhepçilik” fitnesinin ortadan kaldırılmasına yönelik güçlü arzu ve talebin bir göstergesi olarak rahatlıkla yorumlanabilir. Bu olumlu gelişmelerin önündeki en büyük engel ise, bu mezhepçilik fitnesini yaymak isteyen emperyalist sömürgeci ABD-İngiltere-İsrail üçlüsü kadar, kendi saltanatlarını sürdürebilmek için bu sömürgecilerle işbirliği yapmakta tereddüt etmeyen, İslam Dünyasındaki çoğu işbirlikçi yönetimlerdir. Elbette şu anda İslam Dünyasının en güçlü direniş noktası olarak görünen İran’ın ve Şia’nın, Sünni dünyanın kendilerine yönelik bu teveccühünü istismar ederek, onları Şiileştirmek gibi bir misyonerliğe soyunmaması da, bu yakınlaşma sürecinin kalıcı bir başarıya ulaşması için elzemdir.
Bütün bu anlatılanlar, en az diğer İslam ülkeleri kadar ülkemizi ve bölgemizi de ilgilendiren gelişmelerdir. Ne yazık ki gerek resmi, gerek sivil düzeyde ülkemizin bütün bu gelişmelere karşı takındığı kayıtsız tavır ise son derece üzücü, hatta endişe vericidir. Ne devlet, ne hükümet, ne sivil-askeri bürokrasi, ne üniversiteler, ne de sivil toplum kesimleri ve medya tarafından bu gibi faaliyetlerin bu güne kadar ciddiye alındığı görülmemiştir. İslam Dünyasındaki gelişmelere sırtını çeviren ülkemizin elitlerinin bu aymazlığını bir bilim insanı olarak anlamak mümkün değildir.
Temennimiz, yirmi birincisi Tahran’da yapılan bu toplantıların, artık her yıl bir başka İslam başkentinde yapılması ve gelecek yıl ülkemizin bu toplantıya ev sahipliği yapmasıdır. Belki bu şekilde ülkemizin de bu sürece aktif olarak dahil olması yolunda önemli bir adım atılmış, bilhassa İlahiyat camiamızın, İran’da ve Şia Dünyasında yaşanan ilmi ve fikri gelişmeleri yakından tanımasının, İran ile Türkiye arasındaki siyasi ve iktisadi ilişkilere ek olarak, ilim ve fikir alanında da sıkı bir alışveriş sürecine girilmesinin temelleri atılmış olur. Aralarındaki dostluğun en müşahhas göstergesi olarak, dört yüz yıldır sınırları değişmemiş olan Türkiye ve İran arasında, bu alandaki yakınlaşma ve işbirliği ile, bu sınırlar bir yandan daha da sağlamlaştırılmış; öte yandan kardeş iki ülkeyi ayıran bu sınırlar, ilim, fikir ve sanat alanındaki resmi-sivil ilişkiler sayesinde aşılmış olacaktır; tıpkı mezhepler arasındaki sınırların aşılması yolunda atılmış olan adımlarda olduğu gibi.
Bakışlarını “Batı”ya dikmiş olan elitlerimizin ve aydınlarımızın “Doğu” yu keşfetmesine vesile olan Doğu Konferansı Girişimi’nin bir üyesi olarak, mezhepleri yakınlaştırma alanındaki bu tür faaliyetlerde ülkemizin de güçlü bir katılımla temsil edilmesinin,bu gibi toplantılara ev sahipliği yapmasının, İslam Dünyasında ülkemize yönelik –sık sık romantizme vara – teveccühün daha da artmasına vesile olacağını kesin olarak söyleyebilirim. Ancak yine kesin bir dille, bu gelişmelerde motor gücün, resmi diplomasi anlayışından ziyade, “sivil diplomasi” anlayışı ve yaklaşımı olması gerektiğini de ifade etmek gerekir. Gerek resmi, gerek sivil çevrelerin, ama özellikle üniversitelerin ve akademik çevrelerin, bütün bu gelişmelerin önemini idrak etmekte geç kalmaması dileğiyle.