BEGIN TYPING YOUR SEARCH ABOVE AND PRESS RETURN TO SEARCH. PRESS ESC TO CANCEL

BİZ NEREYE İSLAM DÜNYASI NEREYE ? -Ne Olacak Bu Türkiye’nin Hali? –

Mağrib (Fas) diyarının Akdeniz sahilindeki güzel şehri Tanca’da Abdu’l-Melik es-Sa’dî üniversitesi bünyesindeki Akdeniz Araştırmaları Merkezi’nin ev sahipliğinde 26-27 Nisan 2006 tarihinde gerçekleştirilen “Mağrib-Türkiye İlişkileri”  konulu sempozyumun ardından; 16-17 Haziran tarihlerinde bu defa Marrakeş el-Hamrâ (Kırmızı kent Marrakeş) ünvanlı egzotik Marakeş’te ikinci bir bilimsel toplantı daha yapıldı. Marakeş’teki bu toplantının konusu da ” Arap Dünyasında ve Türkiye’de Siyasi İslami Hareketler” idi. Bu toplantı ise Kadı Iyaz Universitesi Hukuk, Ekonomi ve Sosyal Bilimler Fakültesi bünyesindeki “Anayasal ve Siyasal Araştırmalar Merkezi “nin ev sahipliğinde gerçekleştirildi. (Bu vesileyle hatırlatalım ki Tanca ” Seyahatname” si ile meşhur seyyah İbn Battûta’nın memleketidir; Marakeş’teki üniversiteye adı verilen Kadı Iyaz ise şemail’e dair meşhur “eş-Şifa” adlı eserin müellifidir.) Her iki sempozyumun temel eksenlerinden birinin “Türkiye” olması tesadüfi değildir. Zira İslam Dünyasında Türkiye’ye olan ilgi düşündüğümüzden çok daha yaygın ve yoğun bir durumdadır. Nitekim bu yıl içerisinde bu iki toplantıdan önce Kahire Universitesinde “Türkiye Modeli” konulu bir toplantı yapılmış, ayrıca el-Arabiyya, al-Âlem gibi televizyon kanallarında  da  “İslam Dünyası, Batı ve Türkiye” konulu programlar gerçekleştirilmiştir. Tabiatıyla bu ilginin oluşumunda 1 Mart tezkeresinin reddi ile “Doğu Konferansı” girişimi çerçevesinde, İslam ülkelerindeki sivil ve entelektüel kesimlerle kurulan ve artarak gelişip güçlenen ilişkilerin fevkalade önemli rolü olmuştur. Kuşkusuz bütün bunlar aslında sevindirici ancak geç kalmış gelişmelerdir. Fakat biz bu gelişmelerin tafsilatına girmek yerine, daha önemli olduğuna inandığımız başka bir hususa parmak basmak istiyoruz: Bilindiği gibi ülkemizde belli kesimlerde İslam dünyasını ve bilhassa Arap dünyasını- mesela “pis Araplar” kullanımında açığa çıkan -aşağılama, onları insan yerine koymama, onların bize ihanet edip bizi arkadan bıçakladığı klişesini sürekli tekrarlama, onları çöl bedevileri olarak tasvir ve karikatürize etme şeklinde tezahür eden olumsuz bir bakış açısının yaygınlığı malumdur. (Aslında büyük ölçüde Batılı sömürgecilerin mirası olan bu “İslam dünyasını birbirine yabancılaştırıp, parçalı bir halde tutma” politikalarının –ki büyük ölçüde bunda İngiliz parmağı olduğu söylenir– bir başka yönden, İslam Dünyası nezdinde Türkiye’nin “dinsiz” olduğu şayiasının yaygınlaştırılmasında da tezahür ettiğini hatırlatmakta fayda vardır.) Nitekim Dışişleri Bakanlığı çalışanları arasında Arap-İslam Dünyasını 3.sınıf hatta bir sürgün yeri olarak gören bakış açısının egemen olduğuna dair söylentiler, yine aynı bakanlıkta Arapça bilen doğru dürüst bir diplomat bulunmadığı iddiaları, ayrıca ne bu bakanlıkta ne de üniversitelerde her bir Arap-İslam ülkesi üzerinde uzmanlaşmış ilim adamları ve araştırmacıların olmayışı, bu ülkelerle hemen her seviyedeki resmi ve gayr-ı resmi ilişkilerin –özellikle de Batılı ülkelerin bu ülkelerle olan ilişkilerine nazaran -çok zayıf oluşu, bu olumsuz bakış açısının sonucu olsa gerektir. Ne var ki, gerek “Doğu Konferansı” Girişimi çerçevesinde ülkemiz ilim, fikir ve sanat erbabının, kalem ehlinin, medya mensuplarının ve sivil toplum temsilcilerinin bölgeye yaptıkları mükerrer ziyaretler ve temaslar; gerekse bu girişimin tetiklediği müteakip gelişmeler, Arap-İslam Dünyası hakkındaki bu olumsuz bakış açısının gerçekleri yansıtmadığını gözler önüne sermiştir ve sermeye de devam etmektedir. Çünkü:

  1. Malum bazı çevrelerin iddialarının aksine ne genel olarak İslam Dünyasında, ne de özel olarak Arap Dünyasında şu anda bir Türkiye düşmanlığından söz etmek mümkün değildir. Tam aksine neredeyse bu ülkelerin tamamında Türkiye’ye yönelik bir takdir hissi, hatta bir tür romantizm bulunduğu hemen her ziyarette ve toplantıda açıkça görülmüştür. (Bu çerçevede mesela Suriye ve İran ile olan ilişkilerimizin altın çağını yaşadığını bile söylemek mümkündür.)

 

  1. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olduğumuzun bir göstergesi olarak, İslam ve Arap Dünyasını yeterince –belki de hiç- tanımadığımızı da itiraf etmek gerekir. Nitekim bu ülkeleri her yönüyle tanıtan ve çeşitli açılardan inceleme-araştırma konusu yapan, bu çabalara ilgi gösteren daima Batılı entelektüel ve siyasal çevreler olmuştur. Bu alanda Türkiye’nin neredeyse adı bile anılmamaktadır. Zira ülkemizde, bu bölge ve ülkeleri üzerinde yıllarını verip çalışan, sadece literatürle yetinmeyip o ülkelerde yıllarca bilfiil bulunan kaç araştırmacımız vardır? (Nitekim ABD’nin Irak’ı işgali üzerine, ülkemizde gerçek anlamda tek bir Irak uzmanı olmadığı ortaya çıkmıştır. Diğer komşumuz olan İran konusunda da durum farklı değildir. Hatta ülkemizde ilim ve fikir erbabının hala, İran’a gidersem fişlenirim, korkusunu taşıması bu yüzyılda bizim için bir utanç kaynağı değil midir? Bu şartlarda ciddi uzmanların yetişmesi beklenebilir mi?).

 

  1. Bizdeki bu ilgisizlik ve bilgisizliğin hangi boyutlara vardığını gösteren bir diğer husus, bilhassa Arap-İslam dünyasının etnik, dini, kültürel ve siyasî olarak “homojen” bir yapı olarak algılanmasıdır. Halbuki bu ülkeler tam aksine “heterojen” bir yapı arz ederler ve hemen her açıdan fevkalade bir çeşitlilik, farklılık ve zenginlik sergilerler. (Mesela Mağrib(Fas) örneğine dönecek olursak, bu ülkenin tamamının Arap olmadığını, nüfusun yarıya yakınını, Kuzey –Batı Afrika’da egemen olan yerli “Amâzığ/Emâzığ” unsurunun teşkil ettiğini kaçımız biliyordur? (Tesadüf bu ya, İslamiyat dergisinin çıkmak üzere olan sayısında “Amazığ”ları tanıtan bir yazı da yayınlanacak, ilgilenenlerin dikkatine!) Yine Mısır’da –yanlış bilmiyorsam- 7 milyon civarında Kıptî Hristiyan nüfus olduğunu bilenimiz kaç kişidir?).

 

  1. Bizdeki bu ilgisizlik ve bilgisizliğe mukabil İslam dünyasında pek çok Türkiye uzmanıyla karşılaşmak gerçekten şaşırtıcı bir durumdur. Birçoğu yüksek tahsilini Türkiye’de tamamlamış olan bu uzmanlar, Kıbrıs meselesinden Kürt meselesine, Başörtüsü yasağından Saadet ve AKP ‘ye, Türkiye’deki İslami hareketler, cemaatler ve tarikatlardan İsrail ile ilişkilere kadar geniş bir yelpazede pek çok kitap, makale, Tv programı hazırlamakta, bilimsel toplantılarda Türkiye üzerine tebliğ sunmakta, dergi çıkarmaktadırlar (Mesela Türkiye-İran-Mısır stratejik araştırmalarına dair Kahire’de yayımlanmakta olan” Şarknâme” adlı dergi gibi). Bu uzmanların hepsi olmasa da pek çoğu Türkçe bilmekte, sık sık Türkiye’yi ziyaret etmektedirler. (Mesela Marakeş’teki toplantıda Saadet-AKP üzerine tebliğ sunanlardan birisi Suriyeli, diğeri ise Tunus asıllı Türk vatandaşı idi, diğer katılımcıların tamamı da Türkiye’deki gelişmelerle yakından ilgili idi. Keza Türkiye’deki İslami hareketlere dair bir kitabı da bizzat yazarı bana daha önceki Tanca toplantısında hediye etmişti). Bizde İslam Dünyasındaki İslami hareketlere dair bilimsel çalışma ve yayın yapan kaç kişi var? (Bir akademisyen bu işe girişti ise de işinden oldu, yani üniversiteden “atıldı”!). Mesela bütün kollarıyla İhvan’ı Muslimîn (Müslüman Kardeşler) haraketi üzerinde uzmanlarımız var mı? Mağrib(Fas)taki Hizbu’l-Adâle ve’t-Tenmiye(tam olarak tercümesi:Adalet ve Kalkınma Partisi, yani AKP. Partinin amblemi de gaz lambası!) konusunda bilgisi olan uzmanımız var mı? Hatta daha önce kurulduğu ve bizdeki AKP’nin ondan esinlendiği söylenen bu parti hakkında bizzat AKP içinde bir uzman var mı?

 

  1. Hatta daha da ileri giderek, coğrafya olarak ta Arap dünyasını “çöl” ile özdeşleştirme gibi bir kötü alışkanlığımız, daha doğrusu cahilliğimizden kaynaklanan bir şartlan(dırıl)mışlığımız olduğunu Mağrib’i görünce daha da iyi anlıyor insan. Zira kuzeyde Akdeniz, batıda Atlas okyanusu ile çevrili bu ülke son derece bereketli topraklara, zengin bir tabiata, temiz bir havaya ve tatlı bir iklime sahip. Bu ülkenin medeniyet ve kültür değerleri ise, Endülüs medeniyet havzasının adeta bir açıkhava müzesi şeklinde varlığını nasıl devam ettirdiğinin canlı bir şahidi!(Gerçekten de, dendiği gibi Mağrib’in turistik başkenti Marakeş’i görüp te ona âşık olmamak elde değil!)

Bütün bu gerçekler ortada dururken, buna rağmen sık sık Türkiye’nin ağabeyliğini ve büyüklüğünü dile getirenlere de söyleyecek bir çift sözümüz var: Büyüklük göreceli bir kavramdır. Zira kendisinden küçük devletlere göre büyük sayılan bir Türkiye, sıra bütün İslam ülkeleriyle hemen her alanda –sadece zannedildiği gibi ekonomik alanda değil, siyaset, kültür, turizm, bilim ve sanat olmak üzere her alanda– Türkiye’den daha sıkı ilişkiler geliştirmiş, bölgeyi tanıyan, dillerini ve kültürünü bilen bir uzmanlar ordusuna sahip pek çok Avrupa ülkesiyle, hatta okyanus ötesi ABD ile mukayese edildiğinde aniden küçük  kalmaktadır. Ne yazık ki Türkiye bu Batı ülkeleri kadar büyük bir ülke olma kapasitesine sahip olduğu, üstelik Batı’nın aksine İslam Dünyasıyla coğrafya, tarih ve medeniyet birlikteliğine sahip olduğu halde Batı karşısında küçük kalmaktadır. Bunun da sebebi, ilgisizlik, bilgisizlik, vizyonsuzluk ve bütün bunların altında yatan kısır ve anlamsız ideolojik takıntı ve ön yargılardır. Türkiye, İslam ülkelerine yaptıkları resmi ziyaretlerde, yöneticilere ve topluma şirin görünmek için –kadın devlet adamları ve diplomatlar açısından- başörtüsü takmak dahil, bölgenin hassasiyetlerine, inançlarına, geleneklerine riayet etmede son derece titiz davranma politikası geliştirmiş olan Batı kadar ve en azından Batı’nın çıkarcılığının sonucu olan pragmatizmi kadar gerçekçi olamazsa, büyük devlet olma iddiası tartışmalı bir iddia olmaktan öteye geçemeyecektir. Fakat “yönetenler” bu hatada ısrar etse de sivil “sessiz çoğunluk” bu hatayı düzeltme ve İslam Dünyasıyla olan ilişkileri her alanda –en azından Batı ile olan ilişki düzeyine– yükseltmeye kararlıdır. Bunun da yolu formaliteci resmiyetçi hantal resmi diplomasi anlayışına karşılık; sıcak, formaliteden uzak, özgür, dinamik ve pratik “sivil diplomasi” anlayışını geliştirmektir. Nitekim Doğu Konferansı ve müteakip toplantılar “sivil diplomasi” anlayışının “resmi diplomasi” den daha başarılı ve etkili olduğunun açık bir göstergesidir.