-Ahlaka dair Bir Tartışmaya davet-
Ahlaktan bahsetmek kolaydır. Başkalarının ahlaklı olmasını istemek te öyle! Zor olan ise insanın kendisinin ahlaklı olmasıdır. Daha zor olan ise ahlakı yeryüzünde egemen paradigma haline getirebilmektir. İslam dünyası tarihinin başlangıcından beri daima ahlaki meselelerle karşı karşıya kalmış, ahlakla ilgili dertlerden başını kurtaramamıştır. Bunun sebeplerinin teşhis ve tespiti başlı başına bir araştırmayı gerektirir. Burada bize düşen ise daha ziyade bu hayati önemi haiz konuya dikkat çekmek olmalıdır.
Genel olarak 21. yy İslam Dünyası, özel olarak ta İslami hareketler ahlakın İslam’ın neresinde durduğu sorusunu teorik ve pratik düzlemde tartışmak bakımından son derece elverişli zeminlerdir. İslam’ın zuhurundan itibaren geçen dönemleri de göz önüne almak suretiyle, bugün bulunduğumuz nokta itibariyle ilk anda göze çarpan konuları ve bu konulara dair tespitleri kırk yamalı bohçanın birer yaması kabilinden olmak üzere şu şekilde sıralamak yerinde olacaktır:
1. İslamın kurucu metni ve kurucu tecrübesi esas alındığında ahlak İslami öğretinin ağırlık merkezi olmasına rağmen, klasik-çağdaş İslam düşüncesinde bu husus gerektiği şekilde vurgulanamamıştır. Bunun açık delillerinden birisi, on beş asırlık İslam tarihinde ahlak hiçbir zaman eğitim faaliyetlerinin odak noktası olamamıştır. Nitekim İslami ilimler faaliyetleri içerisinde bağımsız bir disiplin olarak ahlak ve ahlak felsefesinden bahsetmek oldukça zordur.
2. Ahlakın İslami eğitim anlayışının merkezinde yer almadığının en açık delili, klasik ya da modern olsun, İslami eğitim kurumlarında ahlak dersi denebilecek bir alanın olmayışı ya da son derece cılız oluşudur.
3. Daha vahimi ise gerçek anlamda İslami denebilecek bir ahlak disiplininden söz etmenin neredeyse imkansız oluşudur. Zira geçmişte ve günümüzde İslam ahlakı alanına ait olduğu ileri sürülen eserlerin neredeyse tamamı Kur’an’a dayalı bir ahlaktan ziyade Aristo felsefesinin ahlak anlayışının tekrarı ya da yeniden üretilmesinden ibarettir. Doğrudan Kur’an’a dayalı bir ahlak ve ahlak felsefesi ortaya koyma çabaları ise çok yeni ve cılız çabalardır.
4. Ulema tarafından da ahlaka hak ettiği öneme denk bir itina gösterildiğini söylemek zordur. Nitekim on beş asırlık İslam geleneğinde ahlak ve ahlak felsefesine dair kapsamlı müstakil eserlerin yok denecek kadar az olması bu durumun açık bir göstergesidir.
5. İslami öğretiyi “Metafizik/Kurucu ilkeler alanı – Ahlak alanı – İbadetler alanı – Toplumsal düzenlemeler alanı” şeklinde hiyerarşik bir düzen/değerler piramidi halinde özetlemek mümkündür. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de ahlak alanındaki en temel sapma bu piramidin tersyüz edilmesi şeklinde ortaya çıkmıştır.
6. Ahlakın İslam dünyasından tali bir mesele olarak kaldığının en aşikar delili, çağdaş İslami hareketlerin öne çıkan gözde konularının ahlaktan ziyade “şeriatın tatbiki” meselesi olmasıdır. Halbuki şeriatın tatbiki, yukarıda işaret edildiği üzere, İslami öğretinin değerler piramidinin en son sırasında yer alan normatif alan/toplumsal düzenlemeler alanına aittir. Bu ise en son sıradaki şeriatın tatbiki meselesinin ilk sıraya alınması, yani değerler hiyerarşisinin altüst edilmesi, ya da değerler piramidinin tepetaklak edilmesi demektir.
7. Özellikle günümüz İslam dünyasında ahlakın rolünün son derece cılız olmasının bir başka sebebi ise, ahlakın tamamen bireysel planda ele alınması; toplumsal ahlak, sistem ahlakı veya küresel ahlak düzeyinde bir İslam ahlakı ortaya konamamış olmasıdır.
8. İslam’ın geniş kitlelere öğretilmesi amacıyla kaleme alınmış eserlerde ahlaka ayrılan yer de, ahlakın İslam’daki merkezi yer ve önemine tamamen terstir. Mesela günümüzden bir örnek vermek gerekirse, Ömer Nasuhi Bilmen hocamızın ilmihalinde zelletu’l-kârî(namazda ayetlerin okunuşunda yapılan hatalar) başta olmak üzere namaz-abdestle ilgili konulara, üstelik kılı kırk yaran bir teferruata boğularak yüzlerce sayfa tahsis edildiği halde ahlaka birkaç on sayfa tahsis edilmiş olması bu durumun pek çok örneklerinden sadece birisidir.
9. Geniş kitlelere İslam hakkında bilgi vermek için yazılmış olan eserlerde ahlak adı altında verilen bilgilerin hatırı sayılır bir kısmı da doğrudan ahlakla alakalı olmayıp, adab-ı muaşeret kabilinden malumatlardır.
10. Hukuk ahlakın müeyyide ile desteklenmiş şekli olduğu halde, İslam hukukunda teorik ve pratik olarak ahlakın genellikle göz ardı edildiğini birtakım “hile-i şer’iyye’ler” de gözlemlemek mümkündür.
11. Ahlak meselesinin İslam dünyasındaki cılız rolünün bir başka göstergesi ise, son yüzyıllarda Müslümanların ahlak felsefesi alanında dünya çapında bir entelektüel yetiştirememiş olması, bu alanda söz sahibi olanların ise genellikle Batı’lı entelektüeller olmasıdır.
12. İslam ahlakının temel kavramlarından olan emr-i ma’ruf ve nehy-i münker konusunda da, on beş asırlık İslam geleneğinde müstakil ve kapsamlı neredeyse bir tek esere bile rastlanamaması, buna mukabil böylesi bir eserin kaleme alınmasının bir oryantaliste nasip olması da son derece üzücü ve manidardır (bkz. Michael Cook, Commanding Right and Forbidding Wrong in Islamic Thought)
13. İslam dünyası İslam ahlakına taban tabana zıt unsurlar taşıyan kültürüyle de hesaplaşmak zorundadır. Zira İslam dünyasında Müslümanlığı belirleyen esas unsur, bizatihi Kur’an ve Sünnet’in kendisi olmaktan ziyade, bu iki temel referans etrafında oluşmuş olan kültür, daha doğrusu “Halk islamı” ya da “Popüler İslam” denen olgudur. Çok büyük ölçüde sözlü kültüre, hatta kulaktan duyma bilgilere dayanan bu tür Müslümanlık yaygın ve egemen dindarlık biçimi olup, bünyesinde İslam’ın ahlak anlayışına aykırı pek çok unsuru barındırmaktadır. İslam konusundaki bu bilgi kirliliği, beraberinde İslam ahlakına aykırı pek çok inanç, düşünce ve uygulamanın İslam olarak algılanmasına yol açmaktadır.
14. Şefaat inancı, Kur’an’da açık ve kesin bir iman esası olarak vazedilmemiştir.Bu inanç, bazı ayetlerin parçacı ve zorlama tevillere tabi tutulmasıyla, sıhhati tartışmalı ve iman konusunda delil teşkil etmesi mümkün olmayan hadis rivayetlerine dayanmaktadır. Bu dünya hayatında ahlak dışı bir tavır olan ve halk diliyle “torpil” tabir edilen bir anlayışın, öte dünyaya aktarılmasından hiçbir rahatsızlık duymamaları, Müslümanların ahlak alanında yedikleri ilk darbelerden olmuştur. Bu darbenin etkileri güçlü biçimde bugün de hala devam etmektedir.
15. Cebriyeci bir Kader inancı da İslam dünyasında yaygın ve egemen olup, aslında böyle bir anlayış Kur’an’da açık ve kesin bir iman esası olarak vazedilmemiştir. Bu inanç, Kur’an’ın bütünlüğünü parçalama pahasına seçilen bazı ayetlerin parçacı ve zorlama tevillere tabi tutulmasıyla, sıhhati tartışmalı ve iman konusunda delil teşkil etmesi mümkün olmayan hadis rivayetlerine dayanmaktadır. İslam tarihinde ilk defa Emevilerin kendi saltanatlarının yanlışlarına karşı toplumsal tepkiyi azaltmak ve dini kullanarak kendilerini meşrulaştırmak için ortaya attıkları ifade edilen bu tür bir yanlış inancın ne gibi ahlak dışı sonuçlara yol açabildiğini son zamanlarda Suudi Arabistanda Hac’ta yaşanan ölümlerin, keza daha önce ülkemizde yaşanan Gölcük depremi gibi felaketlerin sorumlularının peşine düşülecek yerde “ kader” olarak geçiştirilmesi, bu konuda yoruma gerek bırakmamaktadır.
16. Tevekkül – bazılarının dediği gibi “teâkül” – kültürümüzde adeta tembelliğin diğer adı olmuş dini bir kavramdır, dolayısıyla bir sapmadır. Özellikle bazı kesimlerin üretim süreçlerinin dışında kalarak, toplumun üzerine yük teşkil etmesinde bu sapmanın önemli bir rolü vardır. “Âdem oğlu kendi el emeğinden daha hayırlısını yememiştir” ilkesinin altını oyucu nitelikteki bu tür sapmalar, geçimini bizzat sağlama ve toplumsal üretime katılma görevinden sıvışmanın aracı haline gelmiştir ki, bunun toplumsal açıdan ahlak dışılığı zımnen teşvik edici bir unsur olduğu ortadadır.
17. Tövbe konusunda da bir sapma söz konusudur. Zira tövbe İslam’a ve ahlaka aykırı davranışları bir daha asla tekrarlamama konusunda verilmiş kesin bir karar olması gerekirken, geçmişte olduğu gibi günümüzde de, ahlak dışılıkların sürekli tekrarlandığı ve her tekrarlanışında tövbeye adeta bir “aklanma operasyonu” ya da “günah çıkarma işlemi” olarak baş vurulduğu, bir kandırmaca ya da kendini ve toplumu aldatma girişimi haline getirilmiş, bir başka deyişle tövbe suçları ve suçluları koruyan bir kalkan ya da adeta bir “suç ortağı” haline getirilmiştir.
18. İman-amel ilişkisindeki sapmaya gelince, bunun İslam dünyasındaki ahlaki dejenerasyonun ve hatta çöküşün en önde gelen sorumlularından olduğunda kuşku yoktur. Zira Muhammed İkbal’in İslamda Dini Düşüncesinin Yeniden İnşası adlı eserinin ilk sayfasında ve ilk cümlesinde yaptığı Kur’an’ın teoriden ziyade amelin önemini vurgulayan bir kitap olduğuna dair tespit, mahza hakikat olduğu halde, tarihi süreçte bazı kelam ve felsefe ekolleri Kur’anî öğretinin bu hassasiyetinden uzaklaşıp kopmuş ve iman ile amel arasındaki kopmaz ilişkiyi kopararak, imanı ile ameli arasında uçurum bulunan bir İslam dünyasının oldukça erken bir dönemden itibaren ortaya çıkmasına ve bu durumun bugüne kadar varlığını devam ettirmesine yol açmıştır.
19. İtaat ve teba kültürü de söz konusu ahlaki dejenerasyon ve çöküşün önemli sorumlularındandır. Zira maddi-manevi her türlü iktidara (siyasi iktidarlara ya da mezhep, cemaat, tarikat, vb. oluşumların kanaat önderlerine) kölece boyun eğmek ve onlara karşı çıkmamak bizatihi İslami değerlerin ayaklar altına alınmasına seyirci kalmak demektir. Emevilerden bu yana genellikle iktidarlara karşı Müslümanların tavrı ne yazık ki bu olagelmiştir.
20. Saltanat ta, ahlaki dejenerasyonun temel sebepleri arasında yer almaktadır. Zira itaat ve teba kültürü madalyonun bir yüzü ise, madalyonun öteki yüzü de saltanat anlayışıdır. Siyasi (ve iktisadi) gücün tek bir elde toplanması demek olan saltanat, hem babadan oğla geçmesi, hem de adeta denetim dışı bir yönetim tarzı olması itibariyle ahlak dışı pek çok uygulamanın (mesela nepotizm, iktidar uleması sınıfı, rüşvet, yolsuzluk v.b.) bizatihi kaynağını oluşturmuştur.
21. es-sultan zıllullah fi’l-ard (Sultan yeryüzünde Allah’ın gölgesidir) inancı ise saltanat anlayışını kitleler nezdinde meşrulaştırmak ve muhalefeti bastırmak için saltanata geçirilmiş dini bir zırh işlevi görmüştür. Bu zırh sayesinde saltanat sistemi, muhalefet ve eleştirileri İslama ve Müslümanlara düşmanlık şeklinde damgalayarak, her türlü toplumsal muhalefetten ve tenkitlerden kendisini büyük ölçüde korumuştur. Bu da saltanat sistemlerindeki ahlak dışı pek çok uygulamanın varlığını rahat bir şekilde sürdürmesinden başka bir işe yaramamıştır.
22. Sadaka kültürü, geçimini başkalarının sırtından sağlamayı mümkün kılması itibariyle, hem bazı kesimlerin üretim süreçlerinin dışında kalmasına yol açmaktadır, hem de sadaka alan elin veren ele bağımlılığını artırmakta ve perçinlemektedir. Özellikle günümüzde bu kültürün politik amaçlarla nasıl istismar edildiğini hemen hepimiz yaşayarak görmüş bulunmaktayız.
23. Daru’l-harb mantığı, İslam’ın yasaklarının etrafından dolanmanın ve İslam’a aykırı pek çok uygulamanın yaygınlaşmasına yol açan bir yaklaşım olarak tarihte de günümüzde de ahlak dışı pek çok uygulamanın konusu olmuştur. Sadece yakın zamanda yaygın olarak uygulandığı ifade edilen , İslam ülkeleri dışındaki ülkelerde yaşayan Müslümanların banka faizi, kumar, at yarışı v.b. gayr-ı meşru kazanç yollarına tevessül etmesi bile örnek olarak yeterlidir. Keza ülkemizde bu mantıkla bilhassa devlet malına zarar vermenin İslami bir emir olarak telakki edildiği dönemleri hatırlatmakta da yarar vardır. Şu andaki mevcut iktidarda bile bu mantıkla hareket edenlerin varlığına dair duyumlar, meselenin ciddiyetini hala korumakta olduğunun bir göstergesi sayılabilir.
24. Harp hiledir anlayışının, cephe savaşlarındaki fiili harp stratejisi ile ilgili bir kavram olmaktan çıkarılarak, İslam dışı olduğu varsayılan bütün toplumlarda, sözüm ona İslam’ı egemen kılmak iddiasıyla savaş taktiği ve stratejisiyle alakası bulunmayan pek çok İslam ve ahlak dışı uygulamanın kılıfı olarak kullanıldığına dair pek çok örnek söz konusudur.
25. Hülle yaklaşımı, Fazlurrahman’ın tabiriyle ahlakın fıkhın olmazsa olmaz bir parçası olmaktan çıkarılmasının ve formaliteci bir fıkıh anlayışının kaçınılmaz sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu örnek aynı zamanda yine Fazlurrahman’ın tabiriyle ahlakın mutlaka fıkha zerk edilmesi gerektiğini açıkça gözler önüne sermektedir.
26. Zekat hileleri, hülle uygulamasının mali alandaki tezahürlerinden birisidir. Gerek hüllede gerekse zekatla ilgili hilelerde İslami emirlerin etrafından dolanma niyeti açıktır ve bunun İslam ahlakına taban tabana zıt uygulamalar olduğunda şüphe yoktur. Mesela zekata konu olan malın üzerinden bir yıl geçmesine az bir süre kala bu malı birisine göstermelik olarak hibe etmek ya da benzeri bir yolla zekattan kaçmak ilk anda akla gelen örnekler arasındadır. Bu konu basit bir mesele gibi görünse de, günümüzde servet sahiplerinin zekat konusunda üzerine düşeni yapmaktan geri kaldıkları gerçeği göz önüne alınırsa, sosyal dayanışma ve fakirlik meselesinin çözümüne katkıyı azaltması bakımından bu durumun önemli bir ahlaki zaafa işaret ettiği söylenebilir.
27. Tarikatlar ve cemaatler tarihin belli dönemlerinde birtakım müspet roller oynamış olsa da, özellikle kapalı yapılar olması, bilhassa mali denetimin söz konusu olmaması itibariyle daima suistimallere açık olagelmiştir. Bu durumun günümüzde bilhassa ülkemizde tarikatların artık holdingleşme çılgınlığına esir olduğu bir süreçte örneklerini bol bol görmek hiç te zor değildir. Öte yandan yine bu kapalı yapıların iç denetim, iç kontrol ve iç muhalefet mekanizmalarından mahrum olması sebebiyle maddi istismarların yanında manevi istismarlara, özellikle de sık sık cinsel istismarlara yol açtığı kimseye gizli saklı değildir.
28. Fitne söylemi, kendisi bizatihi ahlak dışılık nitelemesine maruz kalmasa da, ahlak dışılıklara karşı bireysel ve kurumsal olarak girişilecek çabaları bastırmak ve etkisiz hale getirmek için, ahlaklıların değil de ahlaksızların elindeki bir silaha dönüşebilmektedir.
29. Uydurma hadisler İslam’a ve ahlaka aykırı pek çok inanç, düşünce ve uygulamayı meşrulaştırma aracı olarak İslam’ın ilk asırlarından beri daima kullanılagelmiştir. Son yüzyıllarda hadis uydurma faaliyetlerinin ne durumda olduğuna dair ciddi araştırmalar olmadığı için bu konuda fazla bir şey söylemek mümkün değilse de, geçmiş yüzyıllarda uydurulmuş olan rivayetlerin günümüzde bol bol piyasaya sürülüp tedavüle sokulduğu herkesin malumudur. Bilhassa vaazu nasihat, tasavvuf, tarikat ve halk İslamına dair eserlerde bu tür rivayetlerin en yoğun olarak kullanım alanı bulduğunu da burada hatırlatmakta yarar vardır. Pekçok uydurma rivayetin halkın Müslümanlık anlayışında Kur’an ve Sünnet’ten daha belirleyici olduğu gerçeği göz önüne alınırsa, konunun bizatihi Allahın dinine saygı açısından ahlakla ilgisi kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
30. Örfi kanunlar, daha ziyade geçmiş asırlarda İslam imparatorluklarında, özellikle de Osmanlı imparatorluğunda İslami hükümler dışında konulmuş olan kanun ve düzenlemeler olup, bunlar içerisinde İslami öğretiye taban tabana zıt olanlara da rastlanmaktadır ki, bu husus ta idari alanda birtakım ahlak dışı uygulamalara meşruiyet kazandırması bakımından olumsuz sonuçlar doğurmuştur.
31. Kör taklit, siyaset ve yönetim alanındaki itaat kültürünün düşünce alanındaki ikizidir. Hatta siyaset alanındaki olumsuzlukların ortaya çıkmasına da vesile olan bu kölece zihni tutumdur. İlim ve fikir insanlarının ya da kanaat önderlerinin düşüncelerinin İslami öğretiye uyup uymadığına bakmaksızın onların kölece peşinden gitmenin son örnekleri ise, kendisini peygamber ilan edecek kadar işi ileriye götüren birtakım cemaat ve tarikat liderlerinin bu yaptıklarının cemaat ve tarikatlarından hiçbir tepki ile karşılaşmamış olmasıdır. Yine bu gibi çevrelerde maddi-manevi hatta cinsel istismarların ne kadar yaygın olduğu da kimseye gizli değildir.
32. Din istismarının Emevilerle başladığı genel olarak kabul edilmekle birlikte, bu istismarın ahlaki açıdan olumsuz sonuçları üzerine yeterince durulduğu söylenemez. Günümüzde ise siyasal İslam ve İslami hareketler başta olmak üzere, çeşitli dini guruplarda, bu çevrelerin ticari faaliyetlerinde ve medya aleminde tam bir ahlak dışılık olan din istismarının pek çok örneğini görmek zor değildir. Bu konuda geniş bilgi için İSLAMİYAT dergisinin DİN İSTİSMARI sayısına bakılabilir.
33. Üç maymun (Görmedim – Duymadım – Bilmiyorum) benzetmesi, İslam’a ve ahlaka aykırı gelişmeler karşısında bilhassa ülkemizde son onlu yıllarda Müslümanlar arasında görülen vurdum duymazlıklar için kullanılan bir metafordur. Özetle İslami kesimlerin muhalefette iken eleştirdiği her şeyi (haksızlık, yolsuzluk, adam kayırma, rantiyecilik, rüşvet, haksız kazanç, ötekileştirme vs) iktidara yaklaştıkça, özellikle de merkeze yerleştikçe teker teker bizzat bunları irtikap eder hale gelmesi ve buna karşı kimsenin ses çıkarmaması, hatta işi “şimdiye kadar başkaları yedi, biraz da bizimkiler yesin” diyecek pişkinliğe vardırması, ülkemizdeki İslami kesimlerdeki ahlaki savrulma ve dejenerasyonun giderek artmasının ve kanıksanmasının sebeplerinden birisidir.
34. Benim hırsızım, benim yolsuzum yaklaşımı da, üç maymun yaklaşımının tabii bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Daha önce zikredilen hususlardan bazılarının da gerekçe olarak ileri sürüldüğü bu dejenerasyon ve ahlaki çöküş, “nasıl yaşarsan öyle inanmaya başlarsın” tespitini haklı çıkarırcasına, mazur ve hatta meşru gösterilmeye de çalışılmaktadır ki, bunda İKTİDAR ULEMASI denen kişilerin de önemli bir rol oynadığını unutmamak gerekir.
35. Mezhepçilik afeti, bilhassa içte vatandaşlar arasında ayrımcılığa yol açması, dış politikada ise yine mezhepçilikten kaynaklanan ayrımcılığa bağlı olarak bu iktidar döneminde yaşanan politik skandallara ve fiyaskolara yol açması bakımından son derece tehlikeli bir unsur olarak ortaya çıkmaktadır. Bu afetin, Müslümanların birbirlerini boğazlayacak noktaya kadar varmış olması ise, meselenin ahlak meselesini de aşan boyutlara ulaştığının açık bir delilidir.
36. Irkçılık afeti için de mezhepçilik afeti hakkında söylenenleri aynen tekrarlamak mümkündür. İçerideki Türk-Kürt çatışmasının yol açtığı ahlak ve hatta akıl dışı gelişmelerde, dışarıda ise İslam dünyasında Arap-Acem-Türk- Kürt- Amazıg gibi etnik unsurların birbirlerine karşı düşmanca tavırlarında ve birbirlerini yok etmeye yönelmelerinde bu afetin ahlak dışılıklarını ayan beyan görmek mümkündür.
37. Dün dündür bugün bugündür, üç maymun ve benim hırsızım, benim yolsuzum yaklaşımlarıyla bağlantılı bir ahlak dışılıktır ki, bilhassa mevcut iktidarın gerek ideolojik olarak gerek iktidarının belli bir döneminde ağır bir şekilde eleştirdiği hususları, bilahare bunları eleştiren kendileri değilmiş gibi savunur hale gelmeleridir ki bunu açık ahlaki bir problem olduğunda şüphe yoktur. Buna bir örnek vermiş olmak için, mevcut iktidarın daha önce eleştirdikleri darbe kurumlarını bilahare benimsemesi hatta savunur hale gelmesidir ki, bunun dün dündür bugün bugündür zihniyetinin açık bir ispatı olduğunu rahatlıkla ifade etmek mümkündür.
38. Zaruretler haramları mübah kılar ilkesi(zliği), iyi niyetle vazedilen bir fıkhi ilkenin siyaset alanında nasıl istismar edilebildiğine dair yeterince ikna edici bir örnektir. Bilhassa İKTİDAR ULEMASI denilen ve görevi iktidarın gayr-ı meşru uygulamalarını meşrulaştırmak olan kesimlerin en sık başvurdukları ve en kullanışlı gördükleri bu fıkhi ilkedir. Mamafih bu ilkenin İslam’ın temel değerlerini ayaklar altına alma pahasına uygulanabileceğini zanneden bu iktidar ulemasının, İslam’ı anlamamış olduklarını söylemek pek te abartı olmasa gerektir.
39. Devletin malı deniz yemeyen domuz deyimi toplumumuzda yaygın olan ahlaki dejenerasyonun anonim bir ifadesi olsa da, İslami kesimin de bu zihniyetin pençesine düşmesi insanı ciddi olarak endişelendirmektedir. Zira temiz ve şeffaf bir toplum inşası yolunda bir ümit ve çözüm odağı olması gerekenlerin – mesela mevcut iktidarda olduğu gibi – problemin bir parçası haline gelmesi, karşı karşıya bulunduğumuz ahlaki krizin ne kadar derin olduğunu yeterince göstermektedir.
40. Ilımlı İslamcı-Küreselleşmeci-NATO’cu, G20’ci, Tüketim Toplumcu “Eklemlenen Müslümanlar” ise İslami kesimdeki ahlak krizinin bölgesel ve küresel ölçekteki yansımalarına işaret etmektedir. Zira yine mevcut iktidarda İslami kesimim küresel emperyal güçlere olan direnci kırılmış, NATO içselleştirilmiş ve savunulmuş, son olarak ta geçen günlerde düzenlenen G20 toplantısı vesilesiyle görüldüğü üzere, dünyayı ateşe veren ve yıkıma uğratan bu ülkeler iktidar yandaşı İslami kesimler tarafından adeta kutsama noktasına varacak kadar yüceltilmiştir. Aslında daha baştan küreselleşmeye eklemlenmenin tabii sonucu olan bu durum, yeryüzünde özgürlük, eşitlik, adalet, evrenin dengelerinin korunması ve diğer temel insan haklarının sözcüsü ve savunucusu olması gerekenlerin, nasıl bu küresel dejenerasyona eklemlenmeye can attığını da gözler önüne sermiştir.
Kırk yamalı bohça dedikse de aslında yamaların listesi çok daha uzundur. Amacımız İslam dünyasının ve onun bir parçası olan ülkemizin aynı zamanda evrensel ahlaki ilkelerle de örtüşen İslam ahlakı perspektifinden teorik ve pratik olarak ne kadar uzak olduğuna dikkat çekmektir. Zaten İslam ülkelerinin uluslararası yolsuzluk endeksi başta olmak üzere pek çok insani ve ahlaki endekslerde son sıralarda yer alması, İslam dünyasının nasıl derin bir krizle karşı karşıya bulunduğunu gözler önüne sermektedir. Buna Müslümanların çeşitli gerekçelerle birbirlerini boğazlayacak ve ülkelerine saldıracak kadar kontrolden çıkmış olmasını da eklersek, ahlak ve maneviyat alanındaki krizin korkunç boyutlarını görmek hiç te zor olmayacaktır.
Genel olarak dinler ve özellikle İslam, yeryüzündeki ahlaki çöküş dönemlerinde ahlaki restorasyon amacına yönelik ilahi projeler olsa da, İslam’ın özünün ahlak,ama sadece bireysel ahlak değil toplumsal ahlak, sistem ahlakı ve küresel ahlak olduğu unutulduğu içindir ki, İslam geçmişte olduğu gibi şu anda da yeryüzünde bir AHLAK İSYANI YA DA AHLAK DEVRİMİ gerçekleştirme misyonunu yerine getirememektedir. İslam’ın bu temel amacını gerçekleştirmeye yönelebilmesi için, tekrar İslami öğretinin ahlak merkezli olarak inşa edilmesi bir zorunluluktur. Bunun gerçekleşebilmesi uzun yıllar sürecek bilinçli ve planlı çabalara bağlıdır. Bu alanda mütevazı da olsa bir adım atmış olmak için işe, bugünkü ortalama Müslümanlar için pek te anlamlı olmayan en ince detaylarına kadar namaz abdest hakkında yüz ikiyüz sayfa yer ayıran ama ahlak konusunu son derece cılız bir şekilde geçiştiren, dahası ahlakı bireysel ahlaka indirgeyip toplumsal ahlakı ve sistem ahlakını ihmal eden devrini tamamlamış dini kitapların bir tarafa bırakılarak, asıl İMAN VE AHLAK merkezli ve küresel bir ahlak devrimini amaçlayan bir İslam tasavvurunu topluma sunacak eserler yazmakla başlamak uygun olabilir.