11Röportaj: Bahadır Özgür, Evrensel Gazetesi, 2/11/2004
Ne yazık ki ülkemizde siyasi/ideolojik saplantılardan ve maniplasyonlardan uzak bir şekilde serinkanlı olarak tartışılamayan konuların başında gelir, dinde reform meselesi Garip olan ise, bu konunun İslami kesim tarafından değil de laik(çi) kesim tarafından sık sık gündeme getirilmesidir. Cumhuriyetin Batılılaşma projesinin tabii bir sonucu olarak, yine Batı’daki reform hareketlerinden ilham alan laik(çi)lerin bu reform talepleri, pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da izlenen toplum mühendisliği yaklaşımından dolayı daima tepki ile karşılanmış ve “dinde reform” Müslümanların vicdanında daima sabıkalı bir kavram olarak yer etmiştir. Aslına bakılırsa reform kelimesi, etimolojisi itibariyle o kadar ürkülecek bir anlama sahip değildir. Bilakis re-form şekli hatırda tutularak ele alınacak olursa, kavramın, özünde olumlu bir anlam taşıdığı dahi söylenebilir. Kısacası ülkemizdeki laik(çi) kesimin dinde reform taleplerinin imalarından bağımsız olarak ele alındığında, reformun, bozulan, deforme olan bir yapıyı tekrar eski haline getirmek (ıslah) veya ona yeniden şekil vermek (tecdid) anlamına geldiğini söylemek hiçte yanlış olmayacaktır.
İKİ YÜZYILDIR TARTIŞILIYOR
Bu mesele serinkanlı bir şekilde ve çözüme ulaşmak amacıyla ele alınacaksa, yapılacak ilk iş, Müslümanlar tarafından laik(çi)lerin adeta bir dayatması olarak algılanan bu terimin/kavramın kullanılmasından başka değil, sadece yol açtığı hassasiyetten dolayı vazgeçmektir. (Bu vesileyle aynı kavramın Batı dillerindeki kullanımının mesela “Islamic reform”, “Islamic reform movement”, “Islamic reformer” gibi kullanımların ülkemiz de dahil, İslam dünyasında fazla bir tepkiye yol açmadığını burada hatırlatalım) Ancak kavram olarak kullanılmasından vazgeçilmesi, konunun tartışmaya kapatılması anlamına gelmemektedir. Bilakis, bu konu tartışılmalıdır ve zaten iki yüzyıldır İslam dünyasında “tecdid” ve “ıslah” başlıkları altında fiilen tartışılmaktadır; dahası bu alanda belli bir mesafe de katedilmiş bulunmaktadır. Konuyla ilgili bir başka husus ise, tartışmanın her şeyden önce bilimsel bir zeminde ve önyargılardan kaçınılarak gerçekleştirilmesi gerektiğidir. Bu nokta özellikle önemlidir, zira ülkemizi “siyaset, tababet ve diyanet” alanlarında bilir-bilmez hemen herkesin görüş beyan ettiği ve bunda herhangi bir mahzur görmediği, uzmanlığa gerek dahi duyulmadığı, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmanın normal karşılandığı bir toplum olarak nitelendirmek pek de yanlış olmayacaktır. Özellikle dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta da, en ciddi konuları bile magazin ve televole mantığıyla ele almaya pek meraklı bir kısım medyanın bu konuyu da sulandırmasına fırsat verilmemesidir. Bu girişten sonra artık konunun özüne girebiliriz.
GEREKLİ BİR SÜREÇ
İslam dini söz konusu olduğunda tecdid/ıslah sadece mümkün değil, aynı zamanda gerekli bir süreçtir. Zaten İslam düşünce tarihinde de sürekli olarak tecdid/ıslah çabaları var olmuş, bu amaçla da yöntem olarak “içtihad”a başvurulmuştur. Zaman zaman bu eğilim zayıflasa da, hiçbir zaman tamamen ortadan kalkmamıştır. Bugün de İslam dünyasının çeşitli ilim ve fikir çevrelerinde bu yöndeki talepler sürdürülmektedir. Bu yönde atılması gereken adımların en önemlilerinden birisinin ise, nasıl bir metot izleneceği meselesiyle ilgili olduğunu, bu konunun da tartışma gündeminde bulunduğunu söyleyebiliriz. Meseleye bir başka açıdan, yani din-kültür ve din-şeriat ayrımı açısından da bakmak gerekir. Tecdid bu ayrımda asıl unsuru temsil eden “din” alanında değil, kültür ve şeriat alanında söz konusu olabilir. Zira bütün dinler gibi İslam dininde de, onun olmazsa olmazları sayılan (Tevhid-yaratıcı ve nihai otorite olarak tek Allah’a iman), ahirete, peygamberlere iman, Allah’ın emirlerine uymak, yasaklarından sakınmak, her türlü kötülükle ve zulümle mücadele etmek gibi, birtakım unsurlar vardır ki, bunlar “değiştirilmesi mümkün olmayan” bir alanı temsil ederler. Bunun dışında, özellikle toplumsal alana ve insanlararası ilişkilere dair konularda, zamanın değişmesiyle hükümlerin değişebileceğini zaten İslam uleması kabul etmiş ve nitekim Mecelle’de “Ezmanın tağayyürü ile ahkamın tağayyürü istib’ad olunamaz” şeklinde bir madde de yer almıştır. Aynı şekilde dinin temel esaslarına ve şer’i hükümlerine dair bugüne kadar yapılmış olan yorumların da değişikliğe tabi tutulması ve yeni yorumlara gidilmesi mümkün ve hatta gereklidir. Nitekim bilhassa Kur’an’ın her asırda sürekli yeniden yoruma tabi tutulmuş olması ve bu sürecin bugün de canlı bir şekilde devam etmesi dediğimizi doğrular niteliktedir. Özetle İslam’da yeniliğin ve yeni yorum ve çözümlerin gerçekleştirilebileceği oldukça geniş bir alan ve esnek bir yapı söz konusudur. İşte bu esneklik onun her zaman ve mekânda varlığını sürdürmesini mümkün kılmıştır ve kılmaktadır. Ancak bu noktada gözden kaçırılmaması gereken çok önemli bir nokta vardır ki, o da yorumun sınıfsal bir özellik de taşımasıdır. Dolayısıyla gerçekleştirilecek yeni yorumların İslam’ın temel esaslarına ve ruhuna aykırı olmaması kadar, egemenleri ve statükoyu kayıran, onların çıkarlarını gözeten bir yorum faaliyetine dönüşmemesi de şarttır. Dolayısıyla bugün BOP vb. emperyalist projeleri kalıcı hale getirmek için gündeme sokulmaya ve “ılımlı İslam, diyalog ve hoşgörü ” vb. etiketler altında piyasaya sürülmeye çalışılan bir anlayışın, İslama uygunluğu bir yana, İslam adına karşı çıkılması gereken, siyasi-ekonomik çıkar amaçlı maniplasyonlar olduğu (veya olabileceği) gözden asla uzak tutulmamalıdır. Bilakis İslami yorum ve çözümlerde yapılacak yeniliklerin, bütün insanların temel insan haklarında eşitliği, özgürlüğü, adil bir küresel düzen ve sürdürülebilir bir kalkınma/gelişme anlayışı çerçevesinde, maddi-manevi, bireysel-toplumsal, sosyal-ekonomik, bölgesel-küresel her türlü zulüm ve bozgunculuğa, işgal ve talana karşı Müslümanları ve hatta Müslüman olmayanları bilinçlendirecek, toplumun her alanında görülen dejenerasyona karşı mücadele etmesini sağlayacak, dinin muhalif ya da muvafık olsun, kişi ya da kurumlar tarafından istismar edilmesine fırsat vermeyecek, taklit ve teslimiyete değil, bilgilenme, bilinçlenme ve ikna esasına dayalı bir dini öğreti mesela bir özgürlük teolojisi – yeniden inşa edilebilir.
HÜKÜMETİN POPÜLİZMİ
Bu konuda hükümet kanadından veya bazı resmi kurumlardan gelen açıklamalar, şahsi kanaatime göre, bilinçli, planlı, bilimsel ve entelektüel bir çaba olmaktan çok, biraz popülist, biraz AB giriş süreciyle ilgili olarak politik, ve üstelik kasıtlı ya da kasıtsız, doğrudan ya da dolaylı olarak BOP vb. projelere eklemlenme riski taşıyan birtakım söylemlerden ibarettir. Zira bilebildiğim kadar hükümetin dine ilişkin politikaları konusunda kamuoyuna ilan edilmiş, kamuoyunda tartışılmış ve paylaşılmış herhangi bir resmi belge, program vb. olmadığı gibi, konu sadece bazı kişilerin şahsi inisiyatiflerine bırakılmış gibi görünmektedir. Bu vesileyle ülkemizde dine ilişkin her konunun yeterince özgür ve rahat bir ortamda tartışılmasının mümkün olmadığını da unutmamak gerekir. Bilhassa dini sadece vicdanlara hapsetmek ve toplumsal alanın tamamından sürüp çıkarmak gerektiğine “inanan” pozitivist ve laikçi eğilimlerin bu “dogmatik” tutumlarını gevşetmeleri gerektiği ortadadır. Aksi takdirde din toplumda sürekli olarak bir gerilim konusu olmaya edecektir ki, bunun hiç kimseye, hiçbir faydası olmayacaktır. Bunu aşmanın yolu ise, önyargılardan, vehimlerden ve kuruntulardan vazgeçip, bilimsel bilgiye dayalı bir tartışma ortamının gelişmesine zemin hazırlamaktır. Aslında ülkemiz dahil İslam dünyası, kendini dini düşünce alanında yenileme yolunda iki yüzyıldan beridir birtakım çabalar sergilemektedir. Şu anda bu yenilenmenin yöntemi ve mekanizmaları konusunda da epey yol alınmış durumdadır. Buna rağmen, bir yandan katı muhafazakâr bazı halk kesimlerinin, diğer yandan satükonun resmi dini kurumlarının engellemesi yüzünden bu yenilenme eğilimleri tabana yeterince yansıyamamaktadır. Nitekim Mısır’da el-Ezher kurumu, İran’da egemen dini kurumlar ve ülkemizde Diyanet İşleri Başkanlığı, İlahiyat Fakülteleri ve Din Eğitimi Genel Müdürlüğü gibi kurumlar, böyle bir yenilenmeyi söylem düzeyinde benimser görünse bile, fiiliyatta tam aksi istikamette seyreden kurumlardır. Kuşkusuz bu olumsuz tablonun devamını kendi satüko ve çıkarlarını korumak için zorunlu gören, finans ve medya destekli bazı İslami kesimlerin mevcudiyeti de asla unutulmamalıdır. Ancak gerek sivil gerek resmi birtakım kesimlerin muhalefetlerine rağmen, bu eğilimin giderek güçlendiği ve gelecekte, yenilenmenin kaçınılmaz olduğunun bütün kesimler tarafından kabul edileceği biraz iyimser bir bakış açısıyla da olsa söylenebilir. Fakat tehlike, bu gelişim çizgisinin BOP vb. projelere eklemlenmesi veya bu projelere uyumlu hale getirmek için maniple edilmesinde yatmaktadır. Bu sebeple İslamda yeni yorum ve çözüm peşinde koşanların, küresel hegemonya niyetlerini gizlemeyenlere, İslam dünyasını kendi çıkarlarına karşı çıkmayacak şekilde yeniden yapılandırmak isteyen yeni-sömürgeci güçlere karşı son derece dikkatli ve uyanık olmaları ve onların safında yer almamaya özen göstermeleri şarttır.
https://www.evrensel.net/haber/155841/halk-doktoruna-sahip-cikti