Ülkemizin kâhir ekseriyetini oluşturan Müslümanların acı talihleri, Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, bilhassa CHP iktidarlarında psikolojik, fiziki, sosyal, kültürel, ekonomik, siyasi sayısız baskılara, zulümlere, aşağılanmalara, ama hepsinden önemlisi “Müslümanlığına” yönelik bin bir çeşit baskılara maruz kalmak olmuştur. “Devlet baba” ve onun “seçkin evlatları” gibi düşünmediği, inanmadığı, onun istediği gibi yaşamadığı, yani dünya görüşü onlarınkinden farklı olduğu için sık sık dayak yemekten de kurtulamamıştır. Gerçi bunda garipsenecek bir şey de olmasa gerektir, çünkü değil mi ki devlet “baba”dır, o halde “baba dediğin döver de sever de”.
Peki bu Müslüman halktan ne isteniyordu? Cevap tek kelime ile şuydu: İSLAM İLMİHALİNİ TERKEDEREK, POZİTİVİZM İLMİHALİ İLE AMEL ETMESİ! İslam gibi bir ortaçağ dinini(!) bırakıp, çağdaş pozitivizm dinine iman etmesi! Allah’a değil bilime tapması, yol gösterici olarak vahyi değil aklı rehber edinmesi! Bu ikisinin bir arada bulunmasına bile tahammül edilemezdi. Bu Ortaçağ kalıntısı İslam dininin haram kılmış olmasına bakmayıp, yeni pozitivizm ve Batıcılık dini ahkamınca “domuz eti” de yemeli, gıda maddelerinde domuz eti ve ürünleri olup olmadığını araştırmak gibi abes işlerle uğraşılmamalı, içkinin haram olduğu safsatasını bir tarafa bırakıp, çağdaşlığın gereği olarak “şarap” ve diğer Batı menşeli içkileri kadehlerden yudumlayarak medeni olmak için aydınlık ufuklara doğru zafer sarhoşluğu içinde yürümelidir. Elbette çağdaşlaşmak için bu da yetmez, hanımların tesettür emrine karşı çıkarak, önce çarşaflarını çıkarmaları, sonra başörtülerini atmaları, ardından kademe kademe olabildiğince bedenlerini teşhir ederek balolarda, kokteyllerde, resepsiyonlarda, umumi toplantılarda – şimdi ise ek olarak televizyonlarda, boyalı basında, gece klüplerinde, plajlarda – arz-ı endam etmeli, daha doğrusu Allah’ın – pardon tabiat ananın – verdiği güzelliklerden erkekleri mahrum etmemelidirler. İlke şudur: Çağdaş bir kadın bedenini ve güzelliklerini ne kadar pozitivizm dininin müminleri olan kardeşlerine arz ederse, bu dine göre o kadar sevaptır. Biraz daha cüretkar bir çağdaşlaşmacı ve batılılaşmacı bir kadın kategorisine girebilmek için, bu uğurda erkeklerle flört te etmeli, evli iseniz, arada sırada eşinizi aldatabilme özgürlüğünü de tadabilmelisiniz.Tabiatıyla bu kadar açılıp saçılınca, güzellik salonları, manikür, pedikür, makyaj, kozmetik ürünler, parfümler olmadan olur mu? Üstelik bu suretle çağdaş kadınlar ülke ekonomisine de ciddi bir katkı da yapmış olacaklardır. Erkeklere gelince onlar için de “Pozitivizm İlmihali” nin ahkamı şu şekildeydi. Namaz kılmak için camiye gitmek yerine, iktidardaki Partinin teşkilatlarına, Halkevlerine, Kur’an Kursları yerine Köy enstitülerine gidile. “Kabe Arabın olsun, Çankaya bize yeter” hadisi(!) gereğince Hac etmek yerine Anıtkabir’e gidile. Ezan yerine “Çıktık açık alınla” marşı söylene. İlle de bazı gericiler ezan okuyup namaz kılmak isterlerse, ancak “Türkçe ezan ve namaz” caiz olup, diğerlerinin Arapçılık olduğu yaygarası gecikmeksizin koparılmalıdır. Gerici zikirler, ilahiler yerine, çağdaş Batının “Klasik(!) Batı Müziği” ikame edilmelidir. Erkekler hacı misi yerine Batı menşeli, Batı dillerindeki markalara ait, tercihen ithal ürünleri tercih etmelidirler. Şayet bir yabancı dil öğrenilecekse bu Fransızca, Almanca veya İngilizce olmalıdır, ama Arapça veya Farsça’ya zinhar yaklaşılmamalı, hatta akıldan dahi geçirilmemelidir. Kur’an okumayı öğrenmek isteyenleri canından bezdirmek için elden gelenin arkaya konulmaması gerektiğini ise söylemeye bile lüzum yoktur.
Çağdaş kültür mü istiyorsunuz, alın size Tango, Caz, Bale, Dans, Batılı romancılar- ama Tolstoy gibi dindar ve İslam’a sempati ile yaklaşanlara da dikkat!- ,çağdaş sinema mı istiyorsunuz, alın size Holywood yapımı filmler. Çağdaş düşünürleri mi soruyorsunuz: Elbette Darwin, Marx, Durkheim, August Comte, Freud’den başka kim olabilir.?
Modern konut mu istiyorsunuz, hemen banyoya Batı usulü bir küvet ile bir de tuvalete alafranga taş yerleştirdiniz mi, tamam; elbette böyle çağdaş konutlara da Batılılar gibi ayakkabı ile girmeyi ihmal etmemeli, unutup da gericiler gibi ayakkabıları çıkararak eve girme hatasına düşülmemelidir. Kesinlikle yemekler çatal-kaşık bıçak ile yenmeli, köylüler gibi elle yeme gafletine düşülmemelidir(Canım ekmek arası döneri de çatal-bıçakla yiyecek değiliz ya, onu da o köylüler gibi elle yiyivermek o kadar da ciddi bir kural ihlali sayılmaz).
Günlük konuşmada İslami kavramlar kullanmaktan özenle kaçınılmalı, “Allah demeyecek misiniz?” gibi bir soruyla karşılaşılması durumunda sadece “ Allah’a ısmarladık” , “Allah Allah!” gibi ifadelerle durumu geçiştirmelidir.
Gerek soyadı seçiminde- tabii seçebilirseniz-, gerek çocuklara verilecek isimlerin seçiminde de İslami isimleri seçmekten kaçınıp, en azından “Kaya, Çelik, Demir, Savaş, Ateş, Deniz, Devrim, v.s.” seküler ve dindışı isimleri seçmeye gayret etmelidir. Özellikle Türk olmayanlara – mesela Kürtlere- Türk isimleri ve soyadları vermenin imkanları araştırılmalıdır. Bilhassa Kürtlerin ana dillerini konuşmalarının önüne geçmek için elden gelen çaba gösterilmelidir.
Gerici erkekleri tespit ve teşhis etmek için onların gümüş yüzük takıp takmadıklarına bakılmalı-zira onlara göre altın erkeklere haramdır-, kadınlarla tokalaşıp tokalaşmadıklarına, makam odalarında gizlice namaz kılıp kılmadıklarına, Cuma günü öğle tatilinde Cuma namazına gidip gitmediklerine bakmak, kokteyl ve resepsiyonlarda içki içip içmediklerine dikkat etmek gerekir.
Müslümanların –ya da “Gericilerin” fark etmez – giderek uyanması, gençlerinin üniversitelere yönelip, devletin çeşitli kademelerinde görev alması, üstelik giderek yüksek makamlara çıkması durumunda gerektiğinde Çağdaşlığın ve Batılılaşmanın sembollerinden olan Demokrasi ayaklar altına alınmış olur diye düşünülüp te darbe ve ihtilal çığırtkanlığı yapmaktan çekinmemeli, şayet bu gericiler ve yobazlar parti kurup hükümete talip olurlarsa o zaman da parti üstüne parti kapatmakta zerre kadar tereddüt gösterilmemelidir.
İşte Osmanlı İmparatorluğunun ardından kurulmuş olan Cumhuriyet’in ilk sıralarında, izlenen politikalarla gayr-ı Müslim azınlıkların Anadolu’da minimum düzeye indirildiği ve bu suretle bir anlamda Osmanlı döneminden daha ileri bir İslamlaşma’nın ortaya çıktığı gelişmelerin ardından, paradoksal bir şekilde, yukarıda tasvir etmeye çalıştığımız gelişmelerin giderek artan dozda etkileri sonucunda, Müslüman toplum üzerinde dayanılmaz bir baskı oluşmuş ve bu baskıya duyulan derin tepki de “devletin partisi” CHP karşısında “halkın partisi” DP’nin zaferi şeklinde tezahür etmiştir.
Bu döneme kadar devlet, devlet aygıtları ve devletçi elitler tarafından pek çok alanda sürekli baskı altında tutulan Müslüman halkın, önce DP’yi, daha sonra AP’yi, ardından ANAP ve REFAH’ı ve nihayet AKP’yi iktidara taşıyarak verdiği cevaba bakıldığında, bunların tamamının Müslüman halkın İslami kimliğine yönelik tehdit ve baskılara verdiği bir cevap olduğu kolaylıkla görülecektir. Nitekim dindar-muhafazakar kesimlerin temsilcisi konumundaki “sağ-muhafazakar-İslami eğilimli” partilerin kemikleşmiş oylarının %70-75; buna mukabil, “devletçi, statükocu, baskıcı, pozitivist-kemalist, ismi solcu cismi sağcı” partilerin kemikleşmiş oylarının ise %25-30 civarında kalması, aslında birinci derecede bu baskıcı zihniyet ve politikaların, İslam’a ve Müslümanlar’a karşı sürekli tavır alan, onlarla bir türlü sıcak ilişkiler kuramayan bir geleneğin ürünüdür.
Cumhuriyet dönemi Türk siyasetine bakıldığında baskıcı politika ve uygulamaların sürekli devlet, sivil-askeri bürokrasi, devletçi elitler, sermaye ve medya eliyle ve desteğiyle gerçekleştiği; Müslüman halkın da sürekli bu baskılara direnmek ve bilhassa seçimlerde sandık başında gereken cevabı vermek durumunda kaldığı açık bir şekilde görülür. Bu dönemde Müslüman halkın devlete, sivil-askeri bürokrasiye, devletçi elitlere, sermaye ve medyaya baskı yaptığından söz etmek mümkün değildir; zira baskı yapabilmek için elinde ne devlet aygıtı gibi bir aygıt, ne de ordu gibi bir “silah gücü” mevcut değildir. Bu durumda Müslüman halkın bırakın baskı yapmayı, can havliyle baskılardan kurtulmaktan başka bir derdi olamayacağı da aşikardır.
Şimdi ömrü bu Müslüman halka baskı yapmakla geçmiş olanların ve onların izinden gidenlerin, bugün kalkıp ta kendilerinin bir “mahalle baskısı” ile karşı karşıya olduklarını iddia etmelerinin ciddiye alınır bir yanı olabilir mi?
Devletin ve aygıtlarının baskıcı niteliği mi değişti, ordunun tamamı mı İslamcı oldu, sermaye ve medya tamamen İslamileşti mi, ne oldu da bu sürekli “dayak yiyen” dindar kitleler, kendilerine dayak atanları tehdit eder hale geldi? Seçim sandığında koz olarak kullandığı reyi dışında, başkalarına baskı uygulamasını mümkün kılacak hiçbir kaba gücü, zorlayıcı hiçbir yetki ve iktidarı olmayanların baskıcılıkla nitelendirilmesi ne kadar inandırıcı olabilir ki? Baskıcılığın her türünü uzun yıllar sistemli olarak uygulamış olanların, realite karşılığı bulunmayan, gerçekler dünyasıyla alakası olmayan, hele inandırıcılığı hiç olmayan birtakım gerekçeler- daha doğrusu mevhum bahaneler – ileri sürerek, gerçekten de ortada bir baskı varmış gibi yaygarayı basmasının tek bir izahı olabilir: Suç bastırmak için zeytin yağı gibi üste çıkma çabası!
Daha açık konuşmak gerekirse, aslında yaşananlar, ortada ciddi bir psikolojik harbin mevcudiyetini gündeme getirecek kadar vahim bir durumla karşı karşıya bulunduğumuzu göstermektedir. Daha vahim olan bir başka husus ise, baskıya uğrayan, zulmedilen, hakları gasp edilen ezici dindar ekseriyete karşı, malum kesimlerin “baskı var!” yaygaralarının arkasına saklanarak sergiledikleri tavırların, kimilerince “pişkinlik” , kimilerince ise “yüzsüzlük” olarak nitelendirilebilecek bir noktaya kadar vardırılabilmiş olmasıdır. Bu noktada insanın aklına, Peygamberler geleneğinden bugüne ulaşan son hikmet kırıntılarından olduğu bir hadis rivayetinde ifade edilen İslam kültüründeki şu meşhur söz gelmektedir: Utanmadıktan sonra dilediğini yap!
Gerçekten de çağdaşlık adına sergilenen, ama aslında çağdaşlık kavramını kirleten böylesi bir zihniyet, böylesi bir ilkesizlik karşısında “peygamber sabrı” ile bir “Lahavle..” çekmekten başka ne yapılabilir ki?
Sözü uzatmayalım:Ülkemizde olan bitenler son derece açık ve nettir. Başörtüsü yasakçılarının tavırları üzerinde dikkatlice tekrar düşünün; Başörtüsünü ısrarla türban olarak dayatıp, bunun üzerinden manevra yapma taktikleri; Yasakçı çevrelere ve ele başılarına medyanın sora sora bıktığı “Başörtüsü meselesini çözmek istiyor musunuz, istemiyor musunuz? sorusuna verilen “Başörtüsü meselesi diye bir şey yoktur, kız öğrenciler başlarını açarak üniversiteye girmektedirler, artık onlar da bunu kabullendiler, bu mesele bitmiştir, tekrar tekrar gündeme niye getiriliyor ki?” şeklindeki cevaplar; Başörtülülerin %70 gibi ezici çoğunluğunun laiklik ilkesiyle bir problemleri olmadığı alan araştırmaları tarafından açıkça ortaya konduğu halde, hala başörtüsünü laiklik için tehlike olduğu zokasını yutturma çabaları;
Anayasa değişikliğine rağmen, kendilerini Anayasa’nın bile üzerinde gören, Anayasa’ya, Meclis’e ve Meclis’in şahsında Millet’e zerre kadar saygı duymayan, Anayasal kuruluşları babalarının malı ve emir erleri gibi gören, Anayasa’nın gereğini yapmayacaklarını fütursuzca ilan etmekten korkmayan, meydan okuyucu külhanbeyi tavırları; Anayasa’nın ve Meclis’in her şey demek olmadığını, Meclis’in her istediğini yapamayacağını tehditler savurarak ilan etmekle, Millet egemenliği, Meclis’in Yasama Egemenliği gibi kavramları ayaklar altına alan ve bu suretle Millet bağımsızlığına karşı adeta işgalci, sömürgeci, mandacı ve işbirlikçilerden beklenmesi âdet olan tavırları kendi milletine karşı sergileyen despotik dayatmaları ve de histerik beyanları; Anayasa değişikliğinin 411 gibi rekor sayıda oyla kabul edilmesini bile hazmedemediği için bu oyları verenlerin ellerinin kaosa kalktığı şeklinde akıllara ziyan bir iddiayı manşetlere taşıyacak kadar gözü dönmüş medyatik çılgınlıkları; İslam’la, Müslümanlarla, başörtüsüyle dost olmadıkları cümlenin malumu olmasına rağmen; İslam alanına da tecavüz etmekten geri kalmayarak, Müslümanlara Müslümanlık dersi vermeye kalkışmalarını, baş örtmenin İslam’ın beş şartı – kim dedi ki İslam’ın şartı beştir?- arasında yer almadığına dair verdikleri fetvalarını; kılınamayan namazların kazası gibi baş açmaların da kaza edilebileceği şeklinde- mezhep kurucusu müçtehid imamların bile ağzını açık bırakacak – zeka(!) ürünü kıyas örneklerini; Başörtüsü yasakçısı zihniyetin bu ve benzeri söylem ve eylemlerini alt alta dizecek toplayacak olursanız, toplama işleminin sonucunun, başörtüsü karşıtlığı ve hatta düşmanlığı ile sınırlı olmadığını görmekte gecikmezsiniz. Başörtüsü karşıtlarının derdinin ne başörtüsü, ne Anayasa, ne kanun değişiklikleri, ne bunların Anayasa’ya uygunlukları, ne laiklik’in tehlikede olması, ne mahalle baskısı, ne üniversitelerde öğrencilerin birbirine yan bakma riski olmadığını, bütün bunların ötesinde başka bir şey olduğunu anlamak için fotoğrafın tamamına bakmak gerekir. Cumhuriyet öncesinde Osmanlı’nın son dönemlerinde tohumları atılan, Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde filizlenen, 1950-60 yıllarına gelinceye kadar Müslüman bir topluma baskı uygulayacak kadar güçlenen, daha sonra da giderek kan ve güç kaybetmeye başlayan, 1980’lerden itibaren ise Müslüman Milletin maşeri vicdanı tarafından “marjinal” liğe mahkum edilen bu zihniyetin asıl derdinin , genel olarak din olgusu ya da başka dinler değil, özel olarak ve bizzat İslam’ın ta kendisi ile ilgili olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Aslında başörtüsü üzerinden bir başka mücadelenin yürütüldüğünü gören ve dile getiren değerlendirmelerin varlığı, bu hususun o kadar da meçhul olmadığını göstermektedir. Çünkü başörtüsü karşıtı zihniyetin eylem ve söylemlerinin analizinden, bütün bunların gerçekte “İslam ve Müslümanlar” aşkına yapıldığı sonucunu çıkarmak için, bilinen bütün bilim, mantık, ahlak, hukuk ve din kurallarını tepetaklak etmekten başka çare yoktur. Aslında başörtüsü karşıtı zihniyetin yapmak istediği de tam olarak işte budur: Geçmişte topluma dayatılmak istenen “Pozitivist amentü ve ilmihal” e karşı direnen ve kaybettiği mevzileri tekrar geri almaya çalışan Müslümanlar’ın “İslam âmentüsü ve ilmihali”ne karşı yürütülen çok yönlü psikolojik savaş ve baskı kampanyası.
Başörtüsü karşıtı zihniyet, bu toprakların ruhu olan İslam’a karşı geçmişte Haçlılar’ın yapmaya çalıştığını, aynı Haçlı Batı’dan devşirme pozitivist ideolojiyi/dini “Çağdaşlık ve Laiklik” ambalajıyla bu millete “yutturmak” suretiyle tekrarlamak istemektedir. İşte asıl mahalle baskısı, hür iradesiyle Milletin reddettiği bu pozitivist dini, zorla ona kabul ettirme çabası, daha doğrusu baskısıdır. Bu baskıyı kamufle etmek isteyenler, “mahalle baskısı” gibi senaryolara başvuracaklarına, çıkıp mertçe düşüncelerini söylesinler, Milletten hak ettikleri cevabı alsınlar. Ama bunu asla yapmazlar, yapamazlar. Zira kafalarının arkasındakileri açıkça bu Millete söyledikleri takdirde sonucun ne olacağını onlar çok iyi bilmektedirler: Tam bir hezimet!. Nice haçlı seferlerine direnen ve üstesinden gelen bu toprakların ruhu “İslam”ın, başörtüsü yasakçılığı üzerinden bu millete pozitivizmi dayatmak isteyenlere, yerli oryantalistlere ve neo-haçlılara pabuç bırakmayacağını tarih bir defa daha gösterecektir. Ancak tarihi yalancı çıkarmamak için Müslümanlar ne yapmaları gerektiğini biliyorlar mı, biliyorlarsa gerekli adımları atıyorlar mı? Müslümanlar da unutmasınlar ki Allah’ın yardım ve desteği mutlak ve şartsız değildir. Bilakis bu ilahi yardıma mahzar olmak için çok önemli bir şart olduğunu burada tekrar hatırlatmak gerekir: “Siz Allah’a yardım ederseniz, O da size yardım eder”.
Mecelle’nin kuralı ve ana çizgileri dindir. Halbuki insanlık yaşamı, hergün hatta her an esaslı değişikliklerle karşı karşıyadır. Bunun değişikliklerini, yürüyüşünü hiçbir zaman bir nota çevresinde saptamak ve doldurmak mümkün değildir. Kanunları dine dayalı olan devletler kısa bir zaman sonra ülkenin ve ulusun ihtiyaç ve isteklerini karşılayamazlar. Çünkü dinler değişmez hükümler belirtirler. Yaşam yürür; ihtiyaçlar hızla değişir, din kanunları, kesinlikle ilerleyen yaşamın önünde biçimden ve ölü sözcüklerden fazla bir değer, bir anlam ifade edemezler. Değişmemek dinler için bir zorunluluktur. Bu bakımdan dinlerin sadece bir vicdan işi olarak kalması günümüz uygarlığının esaslarından ve eski uygarlıkla yeni uygarlığın en önemli ayırt edici özelliklerinden birisidir. Esaslarını dinlerden alan kanunlar uygulanmakta oldukları toplumları indikleri ilkel dönemlere bağlarlar ve ilerlemeye engel bellibaşlı etken ve nedenler arasında bulunurlar. Türk ulusunun kaderini yüzyılımız içinde bile ortaçağ hükümleri ve kanunlarına bağlamakta, dinin değişmez hükümlerinden esinlenilen ve tanrısallıkla sürekli ilişki içinde bulunan kanunlarımızın en güçlü etken olduklarından şüphe edilmemelidir.
Yüzyılımız uygarlığına mensup devletlerin ilk ayırıcı nitelikleri din ile dünyayı ayrı görmektedir. Bunun tersi, devletin kabul ettiği din esaslarını kabul etmeyen kimselerin vicdanlarını baskı altına almak olur. Bunu yüzyılımızın devlet anlayışı kabul edemez. Din, devlet gözünde vicdanlarda kaldıkça saygındır ve temizdir. Dinin hüküm halinde kanunlara girmesi tarihin akışında çoğu kez hükümdarların, zorbaların, güçlülerin keyif ve isteklerini tatmine aracı olması sonucunu getirmiştir. Dini dünyadan ayırmakla yüzyılımızın devleti, insanlığı tarihin bu kanlı sıkıntısından kurtarmış ve dine gerçek ve sonsuz bir taht olan vicdanı ayırmıştır. Özellikle çeşitli dinlere mensup uyruklara sahip devletlerde tek bir kanunun bütün toplumda uygulanma yetkinliğini kazanabilmesi için bunun dinle ilişkisini kesmesi ulus egemenliği için de bir zorunluluktur. Çünkü kanunlar dine dayanırsa, vicdan özgürlüğünü kabul zorunluluğunda bulan devlete, çeşitli dinlere girmiş uyrukları için ayrı ayrı kanun yapmak gerekir. Bu durum yüzyılımız devletinde temel koşul olan siyasal, toplumsal, ulusal birliğe tamamen aykırıdır.