BEGIN TYPING YOUR SEARCH ABOVE AND PRESS RETURN TO SEARCH. PRESS ESC TO CANCEL

MEZHEPLER ARASI YAKINLAŞMA’DAN İSLAM DÜNYASININ BİRLİĞİ’ NE

Mezhepler nedir? Ne kadarı dindir, ne kadarı tarihtir? Kur’an’da “mezhepler” in zorunlu veya gerekli olduğuna dair açık ve kesin bir delil yoktur. Tam aksine geçmiş ümmetlerin dinlerini “şîa”lar şeklinde “fırka”lara ayırmış olmaları şiddetle tenkit edilmekte ve bu duruma düşmemeleri için Müslümanlar ciddi olarak uyarılmaktadır (bkz.6,el-En’âm,159; 30,er-Rûm,32).

Allah Rasûlünün ve ashabının, daha sonraları Tâbiûn ve Tebeu’t-Tâbiîn’in, bugün bilinen anlamda “mezhep”leri yoktu. Kurucu mezhep imamlarının bile bir mezhep kurma niyetleri yoktu, daha sonraki asırlarda gelenlerin yaklaşımlarının bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır.
Mezhep tarihî şartların ürünü ve bir süreç sonucu olmakla beraber, Kur’an’ın uyarısı uyarınca “parçalayıcı” değil, ümmet’in birliğini emreden talimatları doğrultusunda “birleştirici” olmalıydı, geçmişte bu gerçekleşmemişse bile bugün öyle olmalıdır.
Özellikle “mezhepler”i adeta “Din” edinmiş olanların karalamalarının ve haksız ithamlarının önünü almak için şu hususun açıkça ifade edilmesinde zorunluluk vardır: Yanlış olan “mezhepler” değil, “mezhepçilik” veya “mezhep taassubu”dur. Yanlış olan bir başka husus ise, mezhepler arası yakınlaşma ve diyalog çabalarının “mezhepsizlik” olarak takdim edilmesidir. Yine bu çabaların, bütün mezheplerin birleştirilerek, bunlardan tek bir mezhep üretmekle de bir ilgisi yoktur, olmamalıdır da. Ortada söz konusu olan çaba sadece, mezhepleri bir vakıa olarak kabul edip, mezhep taassubundan uzak bir şekilde tarafların birbirlerini tanıması, birbirlerinin birikimlerinden yararlanmaya çalışması, kendilerini zenginleştirmeleri, birbirlerinin hatalarından ders almaları, elden geldiğince, İslam Dünyasının geleceği açısından hayati önemi haiz konularda ortak hareket etme ve işbirliği anlayışını yaygınlaştırılması amacına yöneliktir.
Mezhepçilik, tarikatçılık, hizipçilik, grupçuluk, cemaatçilik ve particilik adı altında asırlardır sür(dürül)egelen ayrılıkçı zihniyete son vermek için bugün birtakım adımları atmak artık kaçınılmaz ve hayati ehemmiyeti haiz bir hale gelmiştir.
Bütün Müslümanlar için yeğane en üst kimlik Müslümanlıktır ve bu onların birlik, beraberlik ve kardeşliği için yeterli şarttır. Bütün Müslümanlar için ortak payda Kur’an ve Hz.Peygamber’in örnekliğidir. Bunun dışında tarihin ürünü olan siyasi, itikadi veya fıkhi mezhepler, cemaat ve tarikatler ortak “Müslüman” üst kimliğine zarar vermedikleri sürece – “Din” alanında değil – sadece ve sadece “Dinî düşünce” alanındaki çoğulculuk olarak, her zaman kabul ve reddi mümkün, eleştiri ve değişikliğe açık kişisel fikirler, yorumlar ve içtihatlar olarak kabul edilmelidir.
Mezhepler konusundaki katı tutumlar yumuşatılmalı ve özellikle hak-batıl mezhepler, ya da Ehl-i Sünne – Ehl-i Bid’a veya fırka-i Nâciye- fırak-ı dâlle şeklindeki ayrımcı bakış açıları terk edilmelidir. Bunun yerine bütün mezhepleri “İslam mezhepleri” olarak gören olgun bir bakış açısı yerleştirilmelidir. Hak yolda olmanın, Ehl-i Sünnet olmanın ve hidayet üzere bulunmanın, bir “etiket” değil bir nitelik olduğunu ve hiç kimsenin tekelinde olmadığını, mezhebi ne olursa olsun, kim ne kadar Kur’an ve Sünnet’e bağlı kalırsa, onun Ehl-i Sünnet olmaya o ölçüde hak sahibi olduğunu unutmamak gerektiği ve artık bu esası ortak bir ilke olarak benimsemekten başka çare olmadığı vurgulanmalıdır. (Nitekim geçen yıl (2006) Yemen’e yaptığımız ilmi bir gezide görüştüğümüz Zeydî kardeşlerimizden bazılarının, tam olarak bu görüşü ifade edip, meseleyi “Kim Kur’an ve Sünnet’e uyarsa Ehl-i Sünnet o’dur” diyerek veciz bir şekilde özetlemiş olmaları bizler için fevkalade önemli bir tecrübe idi. Keza Zeydî ulemadan bazılarının, ortaklaşa gerçekleştirdiğimiz bir panelde “Şii ve Sünni kelimelerinin duyulmadığı bir dünya istiyorum” diyecek kadar Müslümanların birliği konusunda arzulu ve hırslı davrandığını göstermesi de bizler için fevkalade bir mutluluk kaynağı olmuştur).
Mezhepler arası ilişkiler ve alışverişler, hem ilmî ve fikrî düzeyde, hem de bütün mensupları arasında teşvik edilmelidir. Bu konuda bütün mezhepleri hakikat arayışı uğrundaki çabaların mahsulü olarak gören ve dışlayıcı değil, kapsayıcı bir bakış açısıyla ele alan bir yaklaşımın yaygınlaştırılmasına çalışılmalıdır. Geçmiş yıllarda ülkemizde ve diğer İslam ülkelerinde “mezhepsizlik” şeklinde mahkum edilen yaklaşımları, günümüzde bilhassa ortak problemlerin çözümü alanında, “Mezhepler arası yaklaşım” yönünde yeniden canlandırmak, “ mezhepler arası diyalog ve yakınlaşma” gayretlerini yaygınlaştırmak, bu bakış açısını her seviyedeki eğitim, dini müesseseler, toplum, medya ve siyaset alanlarında egemen kılmak gerekir.
Mezhepler, cemaatler, tarikatler, gruplar ve partiler arası diyalogun başarısının temel şartı samimiyet ve sağlıklı bilgidir. Yoksa “Dinler arası Diyalog” faaliyetlerinde olduğu gibi, göstermelik, tarafların grup çıkarlarını ön plana aldığı, kendilerinin reklamını yaptığı, kendi görüşlerinin propagandasına çalıştığı, statükonun değiştirilmesi ve yeryüzünde hak ve adaletin hakimiyeti yolunda tek bir adımın dahi atılmadığı bir diyalog, aslında bir aldatmaca olmaktan öteye de geçemez.
Öte yandan bir strateji olarak, mezhepler arasındaki farklılıklardan önce müşterek noktaların ortaya çıkarılmasını esas almak, bu çerçevedeki diyalog ve işbirliği imkanlarını geliştirmek, ihtilafları ise öncelikli mesele olmaktan çıkarmak ve ileriki dönemlerde ilim ve fikir erbabı tarafından ele alınmak üzere zamana yaymak şeklinde bir strateji izlenmesi gerekir. Mezhep, cemaat ve tarikat tartışmalarını sadece işin uzmanları arasında ve ilmi düzeyde yapmaya itina göstermek, ehil olmayanların zihinleri bulandırmasına fırsat vermemek gerektiğini de vurgulamak fevkalade önem arz etmektedir.
Birtakım İslami konulardaki yorum farklılıkları aslında tamamen ilmi araştırmalar alanını ilgilendiren bir mesele olması gerektiği halde, siyasi, etnik ve toplumsal çeşitli unsurların etkisiyle bu alanın dışına taşarak, sık sık, İslam ümmetini parçalayıcı ve ayrılıkları körükleyici bir nitelik kazandığı da olmuştur. Bu gibi mahzurlarından dolayı, İslami yorum farklılıklarını – daha önce ifade ettiğimiz gibi – hak-bâtıl, hidayet-dalâlet, fırka-i Nâciye – fırak-ı dâlle gibi ayrımcı kavram çiftleri dahilinde değil de, ilmi bakış açısı içerisinde kalmak suretiyle sadece “ doğru- yanlış” şeklinde değerlendirmeye zihinleri alıştırmak gerekir.
Mezhep konusu ilmi alanla sınırlandırıldığı takdirde, meselelerin daha ciddi ve ön yargılardan uzak bir şekilde, tamamen ilmi ölçüler içerisinde bir “ araştırma-inceleme konusu” olarak ele alınmasının da önü açılmış olacaktır ki, bu konuda özellikle ilk asırların uleması arasındaki olgun bakış açısının, aynı yaklaşımın bu asırda yeniden canlandırılması bakımından bizler için güzel bir örnek teşkil edeceği muhakkaktır. Bu konuda gerek Eş’ari, Maturidî, Selefî, Hanefi, Maliki, Şafii, Hanbeli ve Zahirisiyle Sünni ekollerin, gerekse İmamiyye ve Zeydiyye’siyle Şia ekollerinin, keza Mu’tezile ve İbadıyye ekollerinin her birisinin diğerinden tam bir serbestlik içerisinde yararlanmaktan asla geri kalmamış olmaları, bazen bu mezheplerin iç içe geçmeleri, aralarındaki ortak paydaların tahmin edilenden daha geniş olduğunu gösteren çağdaş araştırmalarda hemen göze çarpmaktadır. Bu gelişmenin en açık ve güçlü bir biçimde görüldüğü alan ise hiç kuşkusuz usûl-i fıkıh alanıdır. Hangi mezhep söz konusu olursa olsun, bu alana ait literatürü inceleyenler, sözünü ettiğimiz bu serbest ve taassuptan uzak tutumu, mezheplerin birbirlerinden bol bol istifade ettiklerini, pek çok konuda giderek birbirlerine yaklaştıklarını, birbirlerini tamamen ilmi ölçüler içerisinde eleştirmekle yetindiklerini görünce şaşırmadan edemeyecektir.
Aslında benzer bir gelişmenin günümüzde de – geçmişteki kadar güçlü olmasa da – yavaş yavaş ortaya çıktığını ve yaygınlaştırılması için desteklenmesi gerektiğini belirtmek gerekir. Bu duruma dair verilebilecek en güzel örnek, ekseriyeti Sünni olan Türkiye’nin çağdaş Şiî İslami düşünce karşısında takındığı müspet tavırdır. Zira başta Ali Şeriati olmak üzere, çağdaş Şii İslam Düşüncesinin nerdeyse bütün ürünleri Türkçeye tercüme edilmiş olup, Sünni entelektüeller ve okurlar tarafından hararetle okunmakta ve benimsenmektedir. Keza bir şii olduğu söylenen Emir Ali’nin The Spirit of Islam adlı eseri Rûh-ı İslam adıyla çevrilerek, Osmanlıca harflerle daha 1922’de, hem de en sıkı İslami kesimler tarafından yayımlanmış bulunmaktadır. Diğer yandan, İmamiye şiasına ilaveten son zamanlarda Zeydiyye mezhebi üzerine birtakım akademik çalışmalar da yapılmış ve yapılmaktadır. Buna mukabil özellikle İran’da,Türkiye’deki çağdaş İslam Düşüncesi alanındaki gelişmeler aynı ölçüde bilinmemekte, bu konuda yayımlanmış çok az telif ve tercüme eser bulunmaktadır. Gerçi Türkiye’de de, klasik ya da çağdaş olsun Şia düşüncesine dair yapılmış araştırmalar da çok fazla değildir. Ama bu konuda giderek artan bir ilgi olduğu söylenebilir. Karşılıklı tarafların birbirlerini daha yakından tanıması için, ilmi alanda iki ekol arasında çeşitli platformların oluşturulması ve bu platformlarda sık sık ilmi toplantılar yapılması, müşterek projeler dahilinde çalışmaların koordine edilmesi ve yönlendirilmesi son derece yararlı olacaktır.

Bu olumlu gelişmelerin güçlenerek artacağına dair birtakım ipuçları da söz konusudur. Nitekim Şiisiyle, İbadisiyle, Mu’tezile-Zeydiyyesiyle, Sünnisiyle yaşayan İslam mezheplerinin hem kendi içlerinde bir değişim geçirdikleri, hem de birbirlerinden belli ölçüde de olsa etkilendikleri söylenebilir. Bu süreçte zaman zaman, en azından bazı konularda mezhepler arasındaki farklılıkların neredeyse erimekte olduğu bile görülebilmektedir.Bu konuda en tipik örnek Ali Şeriati’nin durumudur.Şia tarafından “gizli Sünni” olarak nitelendirildiği söylenen bu önemli İslam düşünürünün Sünni dünyanın Şii düşünceyle yakından tanışmasında oynadığı rol inkar edilemez. Benzer şekilde Şeraiti- Humeyni çizgisini daha da ileri götürerek, Şii Siyasal Düşüncesinde köklü bir öz eleştiriye girişen ve bu yüzden tepkileri üzerine çeken Iraklı şii Ahmed el-Kâtib’i de burada anmak gerekir. Şii düşüncesindeki gelişmelere, Yemen’deki Zeydi Düşünce içerisindeki gelişmelere dair ülkemizde yapılan çalışmaların sonuçlarına göre, Sünni düşünce ile Zeydi düşünce arasındaki benzerlik ve yakınlıklar sadece klasik dönemlerle sınırlı olmayıp, çağdaş dönemde de benzer bir durum söz konusudur. İbadi geleneğinin ise hayli erken bir dönemden itibaren, Sünni düşünceye pek te yabancı olmayan bir gelişme sergilediği, Hariciliğin bazı aşırılıklarını yumuşattığı da bilinen bir husustur.
Bütün bunlara, Filistin meselesi, Irak, Afganistan ve Lübnan’ın işgali gibi ümmetin ortak davalarında Şii Dünya ile Sünni Dünya arasında – elbette bazı yönetimleri kastetmiyorum – görülen karşılıklı anlayış, uzlaşma ve işbirliği çabaları, bilhassa Türkiye ile İran ve Suriye arasındaki fevkalade gelişme gösteren iyi ilişkiler de ilave edildiğinde, gelecek konusunda daha iyimser olmamak mümkün değildir. Bu durumu göz önüne alarak, Şii ve Sünni Dünyanın, ortak tehdit ve düşman karşısında, tarihten gelen mezhep farklılıklarını bir tarafa bırakma konusunda ne kadar hazır ve istekli oldukları şeklinde bir sonuç çıkarmak pek te yanlış olmasa gerektir.
Mamafih İslam Dünyasında genellikle statükodan yana olan, hatta statükoyu destekleyen muhafazakar olsun, katı muhafazakar olsun resmi-sivil birtakım kesimlerin veya grup çıkarını İslam ümmetinin çıkarlarının önüne geçirme gafletinde bulunanların, sözüm ona “mezhep müdafaası” adı altında, kendi çıkarlarını savunmak için, her türlü diyalog, yakınlaşma ve işbirliği çabalarına şiddetle karşı çıkmaları ihtimalini de göz ardı etmemek gerekir.
Hangi mezhepten olursa olsun Müslümanlar bir ümmet olarak tek bir hedef etrafında toplanmaya, işbirliği yapmaya, yardımlaşmaya, hatta birleşmeye son derece istekli görünmektedirler. Özellikle DOĞU KONFERANSI GİRİŞİMİ çerçevesinde İslam Dünyasının çeşitli bölgelerindeki entelektüellerle yapılan görüşmeler, sadece farklı mezhepler mensup Müslümanlar arasında değil, aynı zamanda diğer bütün dinler ve ideolojilere mensup entelektüeller arasında da böyle bir tanışma, dayanışma, işbirliği ve ortak hareket etme duygusunun güçlü bir şekilde kendisini hissettirdiğini göstermiştir. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde sadece Müslümanlar arası bir birlik ve dayanışma arayışına değil, daha geniş bir çerçevede Müslüman olsun olmasın İslam Dünyasının bütün evlatlarıyla ortaklaşa hareket etmenin arayışına hız vermek giderek bir zorunluluk halini alacaktır. Bu zorunluluk ise bizi ,“Hılfu’l-Fudûl” ruhunun XXI. yy’da yeniden diriltilmesiyle başlayacak yeni bir döneme geçmeye davet etmektedir.