– Hak mezhep zulme karşı Cihad ve Direniş demektir, işgalcilerle işbirliği değil!-
Tarihi açıdan, ne Kur’an’ın nüzûl sürecinde, ne de Hz.Peygamber’in hayatta olduğu dönemde herhangi bir mezhepten, fırkadan, cemaatten veya tarikattan bahsetmek mümkün değildir. Zira Kur’an’ın nüzülü tamamlanıp ta bir metin(Mushaf) haline getirilmesi Hz.Peygamber’den sonra gerçekleştiği için, bu metnin anlaşılması konusunda farklılıkların ortaya çıkması da söz konusu değildi, çünkü vahyi alan ve tebliğ eden Hz.Peygamber hayatta iken, böyle bir ihtilaf zaten mümkün değildi. Son zamanlarda yapılan araştırmalar, Kur’an’ın anlaşılmasındaki ihtilafların sebeplerinden olan kıraat farklılıklarının da, geleneksel anlatımda ileri sürüldüğü gibi Kur’an’ın farklı kıraatler şeklinde indirilmiş olmasından değil; gelişimini henüz tamamlayamadığından, hareke ve noktalamanın mevcut olmadığı bir yazıyla yazılmış olan mushafın tabii olarak farklı şekillerde okunmasından kaynaklandığını ortaya koymuş bulunmaktadır. Kısaca İslam’ın kurucu tecrübesi içerisinde “mezhep, fırka, cemaat veya tarikat” denilebilecek bir olguya rastlamak mümkün değildir.
Bu tespitten hareketle “mezhep, fırka, cemaat veya tarikat” olgusunun dinin olmazsa olmaz bir unsuru olmaktan ziyade tamamen şartların ürünü “tarihi” bir olgu olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz. Zira başta Hz.Peygamber olmak üzere Kur’an’ın nüzulü ve İslam’ın teşekkülü sürecinin canlı şahitleri olan ilk Müslüman neslin sona ermesi ile, Kur’an’ın ve Sünnet’in tarihi bağlamı konusundaki hayati önemi haiz bilgiler de büyük ölçüde kayba uğramıştır. İşte bir yandan bu bilgilerin gelecek nesillere tam olarak intikal etmemiş olması, diğer yandan Hz.Peygamber döneminde mevcut olmayan yeni durumların ve meselelerin zuhuru, bunlara dair İslami çözümler üretme sürecini kaçınılmaz kılmış, bu noktada izlenecek yol konusundaki epistemolojik ve metodolojik görüş farklılıkları ise tarih içerisinde mezhepler, fırkalar, tarikatlar şeklinde ortaya çıkmıştır. Durum özetle bundan ibaret olduğu halde, Müslümanlık için bir araç olan mezhepler, fırkalar ve tarikatlar zaman zaman bir amaç haline getirilebilmiş, Müslümanlar arasında ayrılık, çekişme ve parçalanmalara yol açabilmiştir. Elbette bu süreçte şahsi, siyasi ve iktisadi çıkarlar kadar, ben merkezcilik, ön yargılar ve taassup ta rol oynamıştır. Bu genel değerlendirme, sadece mezhepler için değil, çeşitli fırkalar, tarikatlar ve cemaatler için de aşağı yukarı geçerlidir.
Diğer yandan mezhepler ve fırkalar arasındaki farklılıkların özden, yani dinin temel esaslarından ziyade teferruatta söz konusu olduğu, hatta zannedildiğinin aksine, üzerinde ittifak edilen konuların ihtilaflı konulardan kat kat fazla olduğu da genellikle gözden kaçırılmaktadır.Ne var ki mezhep taassubundan kendisini kurtaramamış bir takım müelliflerin, diğer mezhepler hakkında eksik veya yanlış bilgi vererek ihtilafların abartılmasına yol açtıkları da acı bir gerçektir.Geçmişte de günümüzde de mevcut bu hizipçi,mezhepçi,fırkacı zihniyete mensup bazı çevrelerde, Müslümanların “73 fırka” ya ayrılması bir kader olarak dahi gösterilebilmiştir.
İşte aslında İslami ilimler konusunda uzman olan ulemâ arasında kalması ve imkan nispetinde geniş halk kitlelerine yansıtılmaması için elden gelen gayretin gösterilmesi gereken bu “mezhep” olgusu, maalesef geçmişte olduğu gibi günümüzde de Müslümanlar arasında ayrılık,çekişme ve düşmanlık kaynağı haline getirilmek istenmektedir.Bu ayrılık ve çekişme değirmenine gönüllü olarak su taşıyanlar ise, içte mezhebi din edinmiş mutaassıp çevreler, dışta ise mezhepçiliği kendi emperyalist amaçları için bulunmaz bir fırsat olarak gören ve büyük bir keyifle,hatta ağzının suyu akarak bu meseleyi sürekli kaşımaya çalışan dış mihraklardır.Bu mihrakların başını ise,herkesin bildiği gibi ABD,İngiltere ve İsrail çekmektedir.Bu küresel hegemonya heveslilerinin İslam Dünyasında mezhepçilik ateşini körüklemek için “Oryantalizm” adı altında yıllardan beri sürdürdükleri birtakım çalışmalar yanında,son yıllarda Filistin,Lübnan,Afganistan ve Irak işgallerine karşı İslami direnişi kırmak amacıyla “mezhepçilik” kartını siyasi olarak ta oynamaya çalıştığı açıkça görülmektedir.Bilhassa bu küresel hegemonya heveslilerinin heveslerini kursağında bırakan Şii dünyanın,İran’ın önderliğinde sergilediği güçlü anti-emperyalist duruş, Nasrallah’ın Lübnan’da İsrail’e karşı gerçekleştirdiği zafer, İran,Suriye,Lübnan hattında bir anti-emperyalist cephe oluşması, ama asıl dikkat çekici olan, Sünni Dünyanın her yerinde – elbette yönetimleri kastetmiyoruz – bu cepheye tam bir destek verilmesi,hatta Hizbullah ve Nasrallah rüzgarlarının her yerde esmesi, işgalciler ve sömürgeciler açısından bir panik havası yaratmıştır.Nitekim bu panik havası içerisinde,apar topar kendilerinin işbirlikçisi olan bazı yönetimlerin dini kurumlarından Hizbulah karşıtı beyanat ve fetvalar alarak, bu olumlu gelişmelerin önünü almaya çalışmışsa da, bunda başarılı olamamışlardır.Şu kadar var ki, bu işgalci sömürgecilerin şeytani planları arasında bir Sünni-Şii çatışması yaratma,öte yandan da işlerine hangisi gelirse ona göre,bazen Şii,bazen de Sünni kesimleri destekleme stratejisinin de bulunduğu herkese malumdur.Nitekim Irak’ta Şii ağırlıklı el-Maliki hükümetiyle işbirliği yapan da, ama Irak direnişini kıramayınca bu defa Şii kesimlere karşı direnişin omurgasını oluşturan Sünni kesimleri destekleme planları yapan,hatta Sünni olarak değerlendirilen Baasçı direniş gruplarıyla görüşmeyi dahi göze alabilen de aynı ABD ‘dir.(Mamafih Baasçı ağırlıklı direniş gruplarının- Arapça ve İngilizce- internet sitesi olduğu anlaşılan albasrah2003@yahoo.com da Baasçıların işgalci ABD ile hiçbir surette görüşme yapmalarının söz konusu olmadığına dair kesin resmi açıklamalar da yer almaktadır).
İslam Dünyasını işgal ve sömürü planlarını saklamayan, hatta bunları dünyanın gözüne sokarcasına alenileştirecek kadar yüzsüzlüğü ve pişkinliği ele alan Batılı küresel hegemonya heveslilerinin, İslam Dünyasını bu işgal ve sömürü planlarına direnemeyecek kadar küçük ve güçsüz parçalara ayırma peşinde olduğunu artık sağır sultan dahi duymuş bulunmaktadır.Ortaçağda başlattıkları Haçlı seferleriyle ortadan kaldıramadıkları İslam Dünyasını,XX. yüzyılın başlarında İngiltere tarafından tezgahlanan ve Osmanlı Devletinin parçalara ayrılması ve İsrail’in temellerinin atılmasıyla sonuçlanan ikinci Haçlı seferi dalgası ile parçalara ayıran Yahudi-Hristiyan(Judeo-Chretien) Batı; XXI. yüzyılın başında Neo-Con evanjeliklerin önderliğinde,İngiltere ve İsrail’in desteğinde düzenlediği üçüncü dalga Haçlı seferi ile, bu parçaları daha da küçük parçalara ayırarak kolay yutulur birer lokma haline getirme peşinde olduğunu saklama ihtiyacı bile hissetmemektedir.İngiltere öncülüğündeki Haçlı seferinde Osmanlı imparatorluğunu parçalamak için kullanılan araç ağırlıklı olarak“etnik” farklılıkların kaşınması idi.Bu üçüncü dalga Haçlı seferinde parçalanmış olan İslam dünyasını daha da küçük parçalara ayırmak için kullanılacak olan aracın,”etnik” farklılıklar yanında,ağırlıklı olarak “din ve mezhep” farklılıklarını kaşımak olduğu gören gözlere gizli değildir.Artık dünyada herkesin bildiği,duyduğu ve gözleriyle gördüğü bu kirli planlar ve atılan adımlar bir gerçek olduğuna göre, bu noktada herkese,ama öncelikle hedefteki biz Müslümanlara düşen,bu oyunları bozacak adımlar atmaktan başka bir şey değildir.
İslam Dünyasına yönelik saldırıların aktörleri olan Batılı sömürgeci ve işgalciler, amaçlarına ulaşabilmek için askeri işgal ve yıkım yanında “etnik” ve “dini-mezhebî” farklılıkların kaşınmasını da bir silah olarak kullandıklarına göre, bize düşen de silahlı direniş kadar, “etnik” ve “dini-mezhebî” farklılıkları bir ayrılık değil, tam aksine bir güç ve direniş kaynağı haline getirmekten başka bir şey değildir.
Askeri direniş(Cihad) her Müslüman’ın en önde gelen görevi olduğundan,hele günümüzde öncelikli bir farz haline geldiğinden, kadın-erkek,genç-ihtiyar, fakir-zengin ,âlim-câhil her Müslüman bu konuda kendi konumuna ve imkanlarına göre mutlaka bir şeyler yapmakla mükelleftir.Mamafih konumuz her ne kadar meselenin bu yönünden ziyade “etnik” ve “dinî-mezhebî” farklılıkların kaşınması tehlikesi olsa da, bu meselede Müslümanların takınacağı tavrın da bu Cihad görevinin çok önemli bir parçası olduğunu özellikle vurgulamak gerekir.
İslam Dünyasına yönelik işgal ve sömürü uygulamalarını kalıcı hale getirmek isteyen yeryüzünün “kontrolsüz güçler”inin bağrımıza saplamak istediği bir hançer olan “ırkçılık,kavmiyetçilik,milliyetçilik,ulusçuluk” gibi etnik ideolojiler karşısında “Müslüman Renk Körüdür” sloganıyla karşı koymak ve ırkı,rengi,dili,cinsi,bölgesi ne olursa olsun bütün Müslümanların kardeş olduğuna “iman etmek” gerektiğine dair görüşlerimizi daha önce sizlerle yine bu sayfalarda paylaşmıştık.Geriye “dinî-mezhebî” ayrımcılıkları kaşımak isteyen bu şer odaklarına karşı nasıl bir tavır takınmamız gerektiği konusu kalmaktadır ki, teorik ve pratik olarak izlenmesi gereken yol kanaatimizce şu şekilde olmalıdır:
1. Dini alanda görülen mezhep,fırka,tarikat v.b. dini gruplar şeklindeki farklılıklar, İslam’ın emri veya olmazsa olmazı değil, tarihi ve sosyal şartların kaçınılmaz sonucudur.Dolayısıyla mezhep ve fırkalar İslam’da aslî değil,ârızî bir durumdur.İslam’ın Tevhid dini olması, yaratıcı olarak tek bir Allah’a kulluk edilmesi anlamına geldiği kadar, Müslümanların –farklı değil – aynı İslami esaslara iman edip bunlarla amel etmeleri gerektiği anlamına da gelir.
2. İslam’da Müslümanların – iman,ibadet,toplum,hukuk, v.b.- hemen her alanda vahdet ve kardeşlik bağlarını gözetmesi ve koruması Müslümanlıklarının zorunlu bir parçası ve gereğidir.Bu konuda onların sloganları “Bütün Müslümanlar sadece ve sadece kardeştir” ayetidir.Dolayısıyla tarihsel birer form olan mezhep,fırka,cemaat ve tarikatlar, evrensel İslam kardeşliğine zarar vermedikçe meşrudur; aksi takdirde İslami olmaktan çıkarak gayr-ı İslami bir niteliğe bürünür.Hatta Şeriatî’nin ifadesiyle “Dine karşı Din” halini alabilir.Dolayısıyla mezheplerin parçalayıcı değil,birleştirici bir rol oynama konusunda fevkalade hassasiyet göstermeleri gerekir.Aksi takdirde Allah’ın(c.c) Kur’an-ı Kerim’deki “ Dinlerini çeşitli fırkalara ayırarak paramparça edenler gibi olmayın..” uyarısının muhatabı olmaktan kurtulamazlar.
3. Gerek yaşanan tarihi tecrübeler,gerek günümüzde görülen – yukarıda bahsettiğimiz – gelişmeler; mezhep,fırka,tarikat,cemaat v.d. dini gruplaşmalar şeklinde ortaya çıkan farklılıkların, sadece İslami ilimler ve İslam Düşüncesini ilgilendiren bir mesele olmadığını, en az bu boyutu kadar, siyasi yönü de olan bir olgu olduğunu göz ardı etmemek gerekir.Dolayısıyla meseleye sadece teolojik değil, “teo-politik” bir gözle bakmak gerektiğini asla unutmamakta fayda vardır.
4. Müslümanlar arasındaki bu tür farklılıkları dinen adeta bir zorunluluk,hatta kaçınılmaz bir kader gibi göstermek için asırlardır başvurulan “Yahudilerin 71, Hıristiyan’ların 72 fırkaya ayrıldığı, Müslüman’ların ise 73 fırkaya ayrılacağı” veya “Ümmetin ihtilafının rahmet olduğu” şeklindeki rivayetler ;günümüzde yapılan kapsamlı araştırmalar tarafından da ortaya konduğu üzere, gerek kaynakları ve isnatları açısından delil olamayacak kadar problemli olması ,gerekse tarihi gerçeklere ters düşmesi bakımından, ama hepsinden önemlisi, daha önceki ümmetlerde olduğu gibi dinin fırkalar halinde parçalanması bizzat Allah(c.c) tarafından yasaklandığı için, gerçeği yansıtması söz konusu değildir.Dolayısıyla artık Kur’an’ın konuyla ilgili uyarılarını bir tarafa bırakıp, bu gibi güvenilmez rivayetlere sarılma yanlışına da son verilmeli, ihtilafı değil,ittifakı – olabildiğince ilke edinilmelidir.
5. Mezhepler konusunda dışlayıcı değil,kapsayıcı ve kuşatıcı olmak gerekir.Bu hedef doğrultusunda, delil olması mümkün olmadığına işaret ettiğimiz 73 fırka rivayetleri gibi rivayetlerin telkin ettiği gibi , Ehl-i Sünnet’i merkeze alan, onu toptancı bir mantıkla “Fırka-i Nâciye” ,onun dışındakileri ise “Fırak-ı Dâlle(Sapık Fırkalar)” olarak gören anlayışa kesin olarak son vermeli, bütün İslam mezheplerinin meşruiyetleri kabul ve itiraf edilmelidir.Bu konuda “Ehl-i Sünnet” veya “Fırka-i Nâciye” olmayı bir etiket, belli bir grubun tekelindeki bir imtiyaz olarak değil de bir nitelik olarak gören,buna bağlı olarak “Şii,Sünni, İbadi, Zeydî veya Mutezili olsun,kim Kur’an ve Sünnet’e uyarsa Ehl-i Sünnet te , Fırka-i Nâciye de o’dur” diyen, daha doğrusu hak yolda olmayı ve kurtuluşa ermeyi bir gruba mensubiyette değil,Kur’an ve Sünnet’e bağlılıkta arayan bir anlayışın geliştirilmesine âcil bir ihtiyaç vardır.Aslında İslam’ın ilk asırlarında da mevcut olan , günümüzde de mesela Zeydîler tarafından sürdürülen bu anlayışın yeniden diriltilmesi ve güçlendirilmesi gerektiğinde kuşku yoktur.
6. İşin doğrusu mezhepler ve fırkalar arasında İslam’ın temel esasları ve uygulamaları açısından fevkalade bir farklılıktan söz etmek te oldukça zordur.Zira mezhepler arası farklar yaygın kanaatin iddia ettiği gibi adeta bir “uçurum” niteliğinde değildir.Tam aksine bu farkların, aynı mezhep içerisindeki görüş farklılıkları düzeyinde olduğu dahi söylenebilir.Ciddi bir fark gibi görünen pek çok hususun aslında İslami ilkelerden değil, tarihi,felsefi,politik yaklaşım farklılıklardan ibaret olduğu da ileri sürülebilir.(Nitekim önce Şiada Siyasal Düşüncenin Gelişimi adıyla, kendi mezhebine dair eleştirel bir eser yazan Ahmed el-Kâtib, ardından Selefiliği, onun ardından Sünniliği benzer bir şekilde eleştirel olarak ele aldıktan sonra, son olarak Şia ile Ehl-i Sünnet arasındaki farkların dini değil,tarihi ve siyasi olduğunu savunan bir eser yazmakla bu konuda fevkalade önemli bir katkıda bulunmuştur.Ahmed el-Kâtib, eserleri ve görüşleri hakkında bkz. www.alkatib.co.uk.)
7. Günümüz İslam Dünyasında da mevcudiyetini sürdüren İmamiye Şiası,Ehl-i Sünnet, İbadiyye, Mutezile ve Zeydiyye gibi – bazısı ölü mezhep zannedilen – kelam mezhepleri; Hanefi,Maliki,Şafii,Hanbeli gibi fıkıh mezhepleri; Rufai,Kadiri,Nakşi,Şazeli,v.d. tarikatler; Selefilik,Ehl-i Kur’an,Ehl-i Hadis,Yenilikçiler,Gelenekçiler gibi çağdaş akımlar ve daha pek çok alt kategorilere rağmen ,Mağrib’ten Maşrık’a(Fas’tan Endonezya ve Malezya’ya), Kuzey’den Güney’e(Orta Asya’dan Yemen ve Güney Afrika’ya) , Balkanlar’dan Avrupa,Amerika ve Avustralya’daki Müslüman topluluklara varıncaya kadar nereye giderseniz gidiniz, gündelik hayatta yaşanan İslami pratikler bakımından ciddi bir fark göremezsiniz.Zaman zaman fark olarak dile getirilenler,gerçekte “fark” olarak dahi nitelendirilmesi hayli zor olan, son derece teferruat kabilinden farklılıklardır.O kadar ki, çok uzun süre arkadaşlık edip,beraber çalıştığınız, işbirliği yaptığınız bir arkadaşınızın farklı bir mezhep geleneğinden geldiğini bile genellikle tesadüfen öğrenirsiniz.Çünkü Allah bir,Peygamber bir,Kur’an bir,Cihad bir,ezan bir,namaz,oruç,zekat,hac bir, ahlak esaslarımız bir,helal- haram bir, hatta örf âdetler bile birdir.Memleketiniz, ırkınız,renginiz, diliniz, kültürünüz ne kadar farklı olursa olsun,Dünyanın herhangi bir yerindeki Müslümanlarla bir araya geldiğinizde yabancılık duymazsınız,bilakis kendinizi kardeşleriniz arasında hissedersiniz, onlardan fevkalade bir misafirperverlik ve destek görürüsünüz, asla aç ve açıkta ,yolda kalmazsınız,dışlanmazsınız,hele bir mezhep ayrımcılığına kolay kolay maruz kalmazsınız.(Elbette bu , sayılanların hiçbir istisnası olmadığı anlamına gelmemektedir).
8. Bilhassa son yüzyıldaki sosyo-kültürel ve ekonomik gelişmeler, özellikle son yıllarda iletişim alanında görülen baş döndürücü gelişmeler, İslam toplumları arasındaki siyasi sınırların kolaylıkla aşılmasına,buna bağlı olarak farklı coğrafyalardaki farklı geleneklerin birbirleriyle kolaylıkla temasa geçmesine, birbirlerini tanımasına,karşılıklı alış-verişte bulunmasına yol açmış,bu da geçmiş asırlarda mezhepler ve fırkalar arasında örülmeye çalışılmış olan duvarların yıkılmasını hızlandıracak bir sürece yol açmış görünmektedir.Mesela İran İslam Devriminden sonra ,İmami Şii geleneğe mensup ilim ve fikir erbabının, entelektüel ve sanatçılarının eserlerinin İslam Dünyasının her yerine yayılması, tercümelerin yapılması, karşılıklı ziyaretlerin ve müşterek ilmi-fikri toplantıların yapılması; keza Çağdaş İslam Düşüncesinde görülen Mısır ve Hind-Pakistan eksenli gelişmelerin yine bütün İslam Dünyasında yankı bulması,Hind-Pakistan bölgesinin Hanefi; Hicaz’ın Hanbeli-Selefi;Kuzey Afrika’nın Maliki; Ortadoğu’nun Şafii geleneklerinin bu suretle harmanlanması ; diğer yandan farklı coğrafyalardan farklı geleneklere mensup ilim ve fikir adamlarının eserlerinin İslam Dünyasının her yerinde boy göstermesi; her biri farklı gelenek ve eğilimlere sahip olan, Afgani,Abduh,İkbal,Reşid Rıza,Şibli Numani,Emin el-Hûlî,Halefullah,Emir Ali,Hasan el-Bennâ, Mevdudi,Sibai,Malik b. Nebi,Şeriati, Mutahhari, Muhammed Bakır es-Sadr,Seyyid Kutub,Muhammed Kutub,Hasan Hanefi,Muhammed Âbid el-Câbiri,Abdulkerim Suruş,Muhammed İzzet Derveze,Maruf Devalibî, Hasan Turabi,Raşid el-Ğannûşî,Seyyid Sâbık,Suleyman en-Nedvî, Ebû Zehra,Mustafa ez-Zerkâ,Roger Garaudy,Aliya İzzetbegoviç, Perviz Manzur,İsmail Râci Fârûkî,Abdulhamid Ebû Suleyman,Nâsır Hâmid Ebû Zeyd,Ferid İshak(Farid Esack) ve daha nicelerinin eserlerinin farklı İslami kültür ve geleneklere mensup kitleler tarafından rahatlıkla benimsenmesi,aslında mezhep taassubundan uzak geniş halk kitlelerinin,kendi haline bırakıldığı takdirde, farklılıkları bir zenginlik olarak görme eğiliminde olduğunu gözler önüne sermektedir.
9. Elbette bu, eski ve yeni bütün İslami mezheplerin,fırkaların,tarikatların,cemaat ve grupların hakikate yakınlıkta aynı mesafede olduğu şeklinde post-modern bir bakış açısını savunduğumuz anlamına gelmemektedir.Kuşkusuz İslam’ın sabit hakikatleri vardır ve mezhep ve fırkalar,tarikat ve cemaatler bu hakikatlere yakınlığı nispetinde değer ve itibar kazanırlar.Ancak İslam’ın sabitelerine sadakat ve bağlılık mücerret iddialardan ziyade, teorik ve pratik plandaki gerçeklerden hareketle belirlenebilecek bir şeydir.Bu sebeple mesela İslam Dünyasına yönelik son sömürgeci işgaller karşısında izlediği en ilkeli direniş politikalarıyla İran ,Lübnan’da ise Hizbullah , bu alanda İslami öğretiye uygun hareket etmekle aslında tam ters yönde hareket ederek işgalcilerle işbirliği yapan veya kendi iktidarları için işgalcilere boyun eğen Sünni yönetimlerden çok daha fazla “Ehl-i Kur’an ve Sünnet ” ünvanını hak etmektedir.Çünkü Allah ve Rasulü’nün yolundan gitmek düşmanlarla işbirliği yapmak,onlara boyun eğmek, işgale direnenlere karşı fetva vermeyi değil,tam aksi yönde hareket etmeyi gerektirir.Keza Fransa’daki başörtüsü yasağını destekleyen veya kendi iktidarının zulüm ve haksızlıklarına ses çıkarmayan bir “el-Ezher” bu açılardan asla Ehl-i Sünnet olarak nitelendirilemez.Ülkemizde de kendi cemaatini potansiyel birer terörist gibi görmek anlamına gelen terör hutbe ve vaazlarıyla Müslümanların izzet ve şerefini rencide eden , diyalog toplantılarında bou gösteren,ama bu toplantılarda küresel hegemonların zulüm ve işgalleri aleyhine tek kelime dahi söylemeyen bir Diyanet yönetimi de ,bu bakımdan gerçek anlamda bir Ehl-i Sünnet olamaz.Keza ülkemizde başörtüsü bir teferruat diyerek mensuplarının hanımlarının başlarını açmalarını telkin ederek,başörtüsü konusundaki baskı,haksızlık ve zulümleri adeta destekleyen ,ılımlı İslam projelerinin taşeronluğunu üstlenen bir kesimin de bu noktada kendilerini Ehl-i Sünnet olarak nitelendirmeye hakkı yoktur.Ama aynı şekilde ne Irak’taki ABD işgal güçleriyle anlaşıp işbirliğine giden Şii kesimler ,kendilerini Ehl-i Beyt taraftarı , ne de aynı güçlerle işbirliğine giden Sünni kürtler kendilerini Sünni olarak nitelendirme hakkına sahiptirler,zira Ehl-i Sünnet veya Ehl-i Beyt taraftarı olmak,zalim küffarın değil,mazlumların safında yer almayı gerektirir.Yine Irak’taki işgal güçleriyle işbirliği yaparak elde ettiği paralarla sık sık Hacca veya Umreye gitme modasından bahseden bir yazarın da ifade ettiği gibi,işbirlikçiliği bırakıp tevbe edeceği ve ülkesini işgalden kurtarmak için çaba sarf edeceği yerde ortada işgal yokmuşçasına Hac ve Umre ile ibadeti uğraşan, Cihad farzını terk edip, farz bile olmayan mükerrer Hac ve Umreye gitmeyi Allah’a kulluk zanneden bir anlayışın neresi “hak” olabilir? Hz.Peygamber’in(sav) İman’dan sonra en üstün amel olarak Cihad’ı,ondan sonra Hacc’ı gösterdiği rivayetlere de dikkat çektikten sonra,ulemadan bazılarının çıkıp ta,Irak işgali sona erdirilmedikçe, Cihad farzını bırakıp da Hac ve Umre’ye gidilmesini yasaklayan bir fetva vermesini isteyen yazar(albasrah2003@yahoo.com) haksız mı,yoksa yanlış mı düşünüyor?
Öte yandan mesela Sünni bir İslam ülkesi kabul edilen memleketimizde, ezan,abdest,namaz,oruç, zekat, hac, sadaka, helal-haram kavramlarına yabancı, cinayet,hırsızlık,zina,fuhuş,yalancılık,iftira gibi her türlü kötülüğe gırtlağına kadar batmış, haksız kazanç,lüks,şöhret,şehvet ve sefaletten başka bir düşüncesi olmayan,hatta her gün İslam’a ve Müslümanlara dolaylı veya doğrudan hakaret etmeyi iş edinmiş olan “Sünniler”in,gerçekte Hz.Peygamber’in Sünnetini ağızlarına almaya hakları olabilir mi? Bu gibilerin , sırf Sünni bir toplumda doğdukları ve geleneksel olarak kendilerini Sünni olarak kabul ettikleri için, bütün bu İslama aykırı uygulamalarına rağmen onları “Fırka-i Nâciye” olan Ehl-i Sünnet şeklinde nitelendirebilir miyiz? Gerek etnik olarak ayrımcılık yapanları – Arap,Türk,Kürt,Fars v.s.milliyetçilikleri peşinde koşanları -,gerek mezhep taassubu ile hareket edip, işi gücü kendisi gibi düşünmeyen Müslümanları tekfir etmek olanları da mı “Fırka-i Nâciye” olan Ehl-i Sünnet şeklinde göklere çıkaracağız?Bu takdirde Kur’an ve Sünnet’e bağlılık meselesini göz ardı etmiş, Müslümanlığı ayağa düşürmüş olmayacak mıyız?
10. Peki bir mezhebin,fırkanın,tarikat veya cemaatin, bir akımın veya eğilimin İslami sabitelere yakınlığı konusunda bugün göz önünde bulundurulması gereken kriter(ler) nedir?Kanaatimizce bu konuda en makul yaklaşım,İslam’ın amaçları ve hedefleri açısından meseleyi ele almaktır. İslam’ın en genel amaçlarının yeryüzünde can,mal,akıl,nesil ve din’i koruma altına almak olduğu şeklindeki geleneksel tespite katılarak diyebiliriz ki, günümüzde hangi mezhep ve fırka,tarikat ve cemaat, akım ve eğilim olursa olsun, şayet bu İslami amaç ve hedeflere aykırı bir yaklaşım içerisinde ise veya bu yaklaşım içerisinde olanları destekliyor,onların ekmeğine –onlara karşı mücadele etmemek v.b.suretle- yağ sürüyorsa,hele hele İslam Dünyasını boğmak isteyenlerin çeşitli projeleri içerisinde taşeronluk yapmaktan bile çekinmeyecek kadar pervasız davranabiliyorsa, bu gibilerin ne Ehl-i Beyt’ten ne de Allah Rasulü’nün Sünnetinden bahsetmeye hakları olmasa gerektir.Dolayısıyla günümüzde binlerce,on binlerce, yüz binlerce, hatta milyonlarca Müslüman’ın katledilmesine seyirci kalan,bu katliamların failleriyle diyalog ve işbirliği yapan, İslam Dünyasını bu mücrimlerin istediği şekilde şekillendirmek için – demokrasi,özgürlük, ,insan hakları – gibi kavramları istismar ederek kirletmekten çekinmeyen kesimler, istedikleri kadar kendilerini İslami bir fırka,mezhep,tarikat veya cemaat olarak nitelesinler, istedikleri kadar Ehl-i Beyt ya da Ehl-i Sünnet taraftarı olduklarını iddia etsinler, diledikleri kadar diyalog,hoşgörü,sevgi,barış ve kardeşlik sözcüklerini dillerine pelesenk etsinler, netice değişmeyecektir: Onlar hak yolda değil, bâtıl bir yolda yürümektedirler, gittikleri yolun ne Kur’an ile ne de Sünnet ile alakası yoktur.
Öte yandan bir fırka,mezhep,cemaat veya tarikat İslam Düşmanlarına karşı Cihad edenleri; dinleri,canları,malları ,toprakları,kültür ve medeniyetleri uğrunda direnişe geçenleri “terörist” olarak göstermekten,nitelemekten,damgalamaktan çekinmiyor ve bu suretle de zâlim işgalcilerin safında yer alabiliyorsa, bu gibilerin de kendilerini Ehl-i Beyt ya da Ehl-i Sünnet olarak tanımlama hakları olamaz.
Özetle söylemek gerekirse günümüzde hak-bâtıl,hidayet-dalalet ölçüsü şu veya bu mezhebe,fırkaya,tarikat veya cemaate, şu veya bu akım veya eğilime mensup olmak değil, İslam’a ve Müslümanlara yönelik siyasi,askeri,ekonomik ve kültürel tehdit,işgal ve saldırılar karşısında kimin safında yer aldığına ve ne yaptığına bakmaktır.Bu itibarla İslam’a ve Müslümanlar’a yönelik saldırılara karşı koyan,tavır alan,bu uğurda Cihad görevini yerine getirmek için elinden geleni yapanlar,Müslümanları parçalamak için değil birleştirmek için çalışanlar hidayet üzere olup ,Sünni,Şii,İbadi,Zeydi,Mutezili, Selefi, Kadiri,Nakşi,Şazeli, Rufai,ne olurlarsa olsunlar, mezhepleri de,tarikatları de“hak yolda” demektir. Ama tam tersi yönde gidenler,hangi mezhebe,fırkaya,cemaate veya tarikata mensup olursa olsunlar, kendileri “dalalet” üzere , mezhep,fırka,cemaat veya tarikatları da “bâtıl yolda” demektir.Çünkü bu gibiler bu şekilde hareket etmekle,açıkça , İslam’ın bizzat varoluş sebebi olan en temel konularda İslam’a ve Müslümanlara sırt çevirmiş olmaktadırlar.Gidilen bu yolun Allah ve Rasulünün, Kur’an ve Sünnet’in, Ehl-i Beyt’in ve ashab-ı güzin’in yolu olduğunu söylemek için ya İslam konusunda son derece cahil,ya da fevkalade kötü ve art niyetli olmak gerekir.Zaten tarih boyunca İslam Dünyasının felaketini hazırlayanlar da bu gibilerden başkası olmamıştır, günümüzde de öyle! İşte bu yüzden değil midir ki,günümüzde artık bu tür illetlerle malul bir Müslümanlıkla yola devam etmek adeta imkansız hale gelmiş olup, yeni bir Müslümanlık tasavvuruna,daha doğrusu çarpıtılmış ve saptırılmış bir Müslümanlık yerine İslam’ın sabitelerine sadık bir Müslümanlığın yeniden inşasına acilen ihtiyaç vardır.Bu Müslümanlığın mezhepleri de, Ümmet’i parçalayan bir şey olmaktan çıkarıp, birleştiren bir unsur olarak gören yeni bir bakış açısı geliştirme durumunda olacağı aşikardır.Bu yazı ile bu konuda mütevazı bir katkıda bulunmuş olma ümidiyle…