BEGIN TYPING YOUR SEARCH ABOVE AND PRESS RETURN TO SEARCH. PRESS ESC TO CANCEL

KÜRESELLEŞME KARŞISINDA ÇAĞDAŞ İSLAM DÜŞÜNCESİ VE GÜNÜMÜZ İSLAM DÜNYASI

11 Ekim 2004

Kürselleşmenin olumsuzluklarına karşı Asya’dan, Asya’nın en önemli medeniyet ve kültür havzalarının başında gelen İslam Dünyasından yükselen güçlü bir ses olarak Doğu Konferansı Girişimi, Irak’ın işgalinin hemen akabinde Türkiye’deki bir grup aydının başlattığı bir girişimdir. Ülkedeki farklı eğilimleri (mesela dinli-dinsiz, müslüman-hristiyan, sağcı-solcu, şii-sünni v.b.) aynı ortak payda etrafında kolayca toplama başarısını gösterdikleri bu girişim, özetle, siyasi, askeri, ekonomik ve kültürel olarak kendisini, bölgesini, hatta gezegeni tehdit altında gören ve hisseden vicdanların gür bir sesle haykırışı ve kararlı bir dayanışmasıdır. Kendiliğinden ve tamamen sivil bir birliktelik olarak bu girişimin kendine isim olarak Doğu Konferansı’nı seçmiş olması da ayrıca anlamlıdır. Genellikle sanatçı, yazar, akademisyen, gazeteci, siyasal aktivist, serbest meslek erbabı, sendikacı ve çeşitli sivil toplum örgüt mensuplarını bünyesinde toplamış bulunan girişim, hem bölgesel ve küresel problemler konusunda fikir alışverişinde bulunmayı, hem de bölgedeki farklı din, mezhep, ırk ve kültürlere mensup entelektüellerin birbirlerini, kültürlerini ve ülkelerini tanımaları için sağlıklı bir şekilde işleyen aracısız iletişim kanalları açmayı hedeflemektedir. Bu suretle bölgede kalıcı ilişkilerin tesisinin de mümkün olacağı düşünülmekte, pek çoğu küreselleşme olgusuyla yakından ilgili olan bölgesel problemlerin çözümü yolunda işbirliği imkanlarının artacağı ümit edilmektedir.
Mamafih Doğu Konferansı’nın öncelikli ve acil olarak ele almayı düşündüğü konular bölgesel olsa da, nihai hedefinin küreselleşmenin yol açtığı olumsuzlukların tamamıyla yüzleşmek, küresel problemlerin çözümü için küresel ölçekte bir işbirliğine yönelmek olduğunu da burada belirtmek gerekir.
Bütün bu hedefleri geçekleştirebilmek için Doğu Konferansı Girişimi çerçevesinde önce Suriye, İran, Mısır, Lübnan, Mısır ve Ermenistan’a ziyaretler gerçekleştirilmiş, bu ziyaretler esnasında sivil toplum örgütleriyle görüşmelerde ve fikir alışverişinde bulunulmuş, Kasım 2005’te yapılması düşünülen Doğu Konferansı uluslararası İstanbul buluşması için ön görüşmeler yapılmıştır. Daha şimdiden fevkalade olumlu yansımaları ve etkileri ile dikkatleri üzerine çeken bu girişim başarıya ulaştığı takdirde, bunun küreselleşmenin meydan okumalarına Asya’nın verdiği önemli bir cevap olarak, bölgesel ve küresel ölçekte bir ümit kaynağı teşkil edebileceğini göz ardı etmemek gerekir.
Asya’nın en Batısından yükselen Doğu Konferansı Girişiminin bu haykırışına Asya’nın diğer bölgelerinden de benzer katılımların gelmesi, Asya’nın hikmet ve ferasetinin ölmediğini, bilakis hala canlı ve diri olduğunu ispat edecektir. Zaman, medeniyetlerin beşiği olan Asya’nın tekrar bütün dünyaya, sekülerizmin yol açtığı hastalıkları tedavi edecek olan hikmet ve feraseti sunması zamanıdır. Bu sempozyumun bu misyonu hayata geçirmede ilk adımı teşkil etmesi dileğiyle, bu organizasyonu gerçekleştirenleri cân u gönülden tekrar tebrik eder, bu tür faaliyetlerin devamını dilerim.
Dünyamızın siyasi, askeri, ekonomik ve kültürel açıdan ciddi bir Batı(ABD ve AB) hegemonyası tehdidiyle karşı karşıya bulunduğu bir dönemde Asya’nın bu tehdide rağmen kendine dönüp bakması, kendi değerinin farkına varması çok önemli ve anlamlı bir gelişmedir. Üstelik böyle bir toplantının, Batıcılığın bir ideoloji haline getirilebildiği, yönetici elitlerin ve geniş bir aydınlar kesiminin tutku halinde Batılılaşmayı savunduğu bu topraklarda gerçekleştirilmesi ise ayrıca anlamlıdır. Bu bakımdan Batının her alanda mutlak üstünlüğü miti ile beyinlerin yıkandığı bir dünyada, Asya’nın kendisinin farkına vardığını gösteren böyle bir toplantıyı gerçekleştirenleri gönülden tebrik etmek gerekir.
Asya’da doğan ve büyük ölçüde medeniyet(ler)ini Asya’da kuran İslam’ın ve İslam Dünyasının, günümüzde Küreselleşme karşısındaki konumuna dair geniş bir literatürün bulunduğu ve bu tür bir toplantının en azından ülkemiz açısından ilk olduğu göz önüne alınacak olursa, burada sadece genel bir değerlendirme yapmakla yetinmek zorunda kalacağımızı, detaylı değerlendirme ve tartışmaları ileride düzenlenecek benzer toplantılara bırakacağımızı ifade etmek yerinde olacaktır.
Hemen belirtelim ki İslam dünyasının küreselleşme karşısında net bir fikrinin ve ortak bir tavrının olduğunu söylemek mümkün olmadığı gibi, küreselleşmenin ne anlama geldiğini bütün boyutlarıyla algılayabildiğini söylemek te oldukça zordur.
İslam dünyasının daha önce Batı’nın sömürgeleri olduğu ve resmi olarak / kağıt üzerinde bağımsızlıklarını ilan etmiş olsalar da, pek çoğunun gerçek anlamda bağımsız olmadıkları, bilakis Batı’ya bağımlı oldukları göz önüne alındığında, yönetimlerin genelde küreselleşme sürecinin belirleyicisi olan Batı’ya uyumlu politikalar izlediklerini görmek hiç de şaşırtıcı olmasa gerektir. Hatta siyasi ve ideolojik olarak Batı karşıtı bir pozisyonu benimsemiş olan birtakım İslam ülkelerinde bile, küreselleşmenin birtakım olumsuz etkilerinden kurtulmak mümkün olamamıştır.
Geniş halk kitleleri açısından da durum çok farklı değildir. Küreselleşmenin ne olduğu, nelerin küreselleşip nelerin de küreselleşmemesi gerektiği konularında kitlelerin açık ve net bir fikir sahibi oldukları söylenemez. Kesin olan şu ki, onlar küreselleşmeyi büyük ölçüde maddi boyutlarıyla algılamakta, bilim ve teknoloji alanındaki gelişmelerden yararlanmak gerektiğini düşünmekte, ancak bunun hayat tarzları ve dünya görüşleri üzerinde birtakım tesirleri olabileceğini fark edememekte, bu sebeple de küreselleşmenin özellikle olumsuz sonuçları genç nesiller üzerinde giderek daha açık bir biçimde görülmektedir. Maddi/maddeci/materyalist mülahazalar, yani para, servet, şöhret, lüks hayat, başıboş, kontrolsüz ve sınırsız cinsellik, güç, iktidar ve tahakküm gibi amaçlar hayatın nihai hedefleri olarak algılanmakta ve bu hedeflere ulaşmak için sınır ve değer tanımazlık eğilimleri giderek gençler arasında yaygınlaş(tırıl)maktadır. Kuşkusuz bütün bu gelişmelerde, küreselleşmenin sacayaklarından biri olan medyanın yarattığı ve gerçeklerden ziyade imajlara dayalı bir hayali/sanal dünyanın – ki bunun Batılı bir dünya olduğunu söylemeye bile gerek yoktur – ve buna yönelik beyin yıkama sürecinin çok büyük bir rolü söz konusudur. Bu mülahazaların teyidi için özellikle Türkiye, Lübnan ve Tunus gibi İslam ülkelerinde basit birtakım gözlemlerde bulunmak bile yeterlidir.
Özetle İslam ülkelerinin kalkınmışlık(!) düzeyi bakımından Üçüncü Dünya Ülkeleri kategorisinde yer aldıkları da hatırlanacak olursa, küreselleşmenin bu medeniyet havzasındaki yansımalarının olumsuzluk yönünün ağır bastığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bu durumun tabii bir sonucu olarak İslam ülkeleri açısından bu kavramın pek de olumlu imalar taşımadığı söylenebilir. Buna bir de küreselleşme adı altında son yıllarda yaşanan birtakım olumsuz gelişmeleri de ilave edecek olursak, tablonun daha da kötüleştiği görülecektir. Zira yeni dünya düzeni, – evrensel değerler olarak – demokrasi, eşitlik özgürlükler ve insan haklarının sözüm ona küreselleşti(rildi)ği bir dönemde, İslam dünyasının (Bosna-Hersek, Çeçenistan, Irak, Filistin ve Afganistan’ın )bu kavramlarla alay edilircesine ve bütün dünyanın gözleri önünde alenen ve pervasızca işgal edilip yağmalandığı, kısacası bu ideallerin bombalanıp havaya uçurulduğu göz önüne alındığında, ortada gerçekten bir küreselleşme mi, yoksa iki yüzlülük/çifte standart şeklinde tezahür eden bir ahlak dışılık mı olduğu sorusu kaçınılmaz olmaktadır. Buna küreselleş(tir)me adına yürütülen kapitalist yayılmacılığı ve bütün diğer Üçüncü Dünya Ülkeleri/Gelişmemiş Ülkeler gibi İslam ülkelerinin gizli bir sömürüye maruz bırakılmasını da eklemek gerekir. Aslında küreselleşmenin İslam ülkelerindeki olumsuz sonuçlarına dair çok daha uzun bir liste hazırlamak pekala mümkündür. Yine İslam dünyasının, gelişmiş-geliş(tiril)memiş ülkeler ya da kuzey-güney denklemindeki dengesizliğin, yani kalkınma, sağlık, eğitim, kültür v.b. alanlarındaki eşitsizlik, adaletsizlik, haksızlık ve sömürünün önemli bir mağduru ve mazlumu olduğunu da unutmamak gerekir. Özetle İslam dünyasının, küreselleşme sürecinin giderek daha da galip vasfı haline gelen olumsuzluklardan büyük bir pay aldığı rahatlıkla ifade edilebilir.
Bir bakıma bu değerlendirmeler küreselleşmenin küresel ölçekteki sonuçlarının bir hesap özeti de sayılabilir. Zira yeryüzünde küreselleşen, eşitlik, özgürlük, adalet, refah, sağlık, eğitim, adil ücret, çok kültürlülük, ahlaki değerler, silahsızlanma, maddi-manevi çevrenin korunması, tabii kaynakların verimli, ekonomik ve geri dönüşümlü olarak kullanılması, hikmet – irfan ve vahiy değil; tam aksine eşitsizlikler, adaletsizlikler, işgaller, katliamlar, yağmalar ve talanlar, gizli-açık sömürü, açlık ve kıtlıklar ve buna bağlı ölümler, dünya egemenliği projeleri, her çeşidiyle maddecilik, egoizm, hedonizm, kapitalizm, tüketim çılgınlığı ve ekonomisi, ilkesizlik, çıkarcılık, çifte standartçılık, skandallar, ahlaki değerlerin erozyonu, cinsel başıboşluk ve sınır tanımazlıklar, sapmalar, kadının ve bedeninin istismarı, kitle/magazin kültürü, hikmet, felsefe ve düşüncenin gerilemesi, sekülerizm, maddi-manevi çevre kirliliği, silahlanma ve nükleer tehdit, intiharlar, boşanmalar, gayr-ı meşru ilişki ve birliktelikler, aile kurumunun sarsılmasıdır.
Peki çağdaş İslam düşüncesi bütün bu gelişmeler karşısında nasıl bir tavır takınmaktadır? Bu sorunun cevabına geçmeden önce, genel olarak İslam dünyasının farklı eğilimlerdeki entelektüellerinin tutumuna da bir göz atmak gerekir. Aralarındaki farklılıklara rağmen, İslam ülkelerinin entelektüellerinin küreselleşme konusunda pek çok hususta hemfikir olduklarını öncelikle belirtelim. Mesela küreselleşmenin kapitalist modernizmle ve şu an için ABD hegemonyasıyla/emperyalizmiyle eş anlamlı olduğu, ancak ABD’nin bu merkezi rolünün sonsuza kadar devam etmesinin mümkün olmadığı, SSCB’nin yıkılmasının üçüncü dünyayı karmaşa içinde bıraktığı ve bunun akabinde İslam dünyasında otoriteryanizmin yükseldiği ve kapitalist çevrelerin Batı’lı kapitalist çevrelerle işbirliğine gittiği, İslam ülkelerinde sefaletin arttığı, orta ve fakir kesimler için bir umut olarak ta İslami hareketlerin güçlendiği ve küreselleşmenin bölgede sonuç itibariyle İsrail’e ve siyonistlere yaradığı şeklindeki tespitlerde genel bir ittifaktan söz etmek mümkündür. Diğer yandan küreselleşme eleştirisi konusunda bilhassa sol kesimlerin ön plana çıktıklarına da burada işaret etmek gerekir.
İslam Dünyasının entelektüellerinin genel olarak durumu özetle bu merkezdedir. Özel olarak İslam entelektüellerinin küreselleşme karşısındaki durumuna gelince, çizdiğimiz genel tablonun pek dışında değildir. Zira bu genel tabloda işaret edilen tespitlerin birçoğuna katılan İslam ilim ve fikir adamları, küreselleşmenin gerçekte Amerikan kültürü, bencilliğe varan aşırı bir bireysellik ve rafine bir materyalizmden başka bir şey olmadığını da bu tespitlere ilave ederler. İslam dünyasındaki sol kesimin ekonomi-politik ağırlıklı değerlendirmelerine mukabil İslam entelektüellerinin küreselleşmenin yol açtığı kültürel, toplumsal dejenerasyonlara ve genç nesiller üzerindeki yıkıcı etkilerine, tüketim kültürüne ve bu gelişmelerde medyanın ve birtakım teknolojik imkanların oynadığı fevkalade olumsuz role dikkat çektikleri söylenebilir.
İslami kesimde küreselleşmeyi Batıcılık ve yeni sömürgecilikle bir tutma eğiliminin de güçlü olduğunu burada vurgulamakta yarar vardır. Öte yandan küreselleşme(el-‘avleme) ile evrensellik (el-âlemiyye) arasında ayırım yapılması gerektiğini, Amerikan kültürünün diğer kültürleri yutması anlamındaki küreselleşmeye, kültürler arası etkileşim ve kültürel çoğulculuk anlamındaki bir evrensellikle cevap verilebileceğini savunanların bulunduğunu da eklemek gerekir.
Çağdaş İslam düşüncesinde küreselleşmeye karşı takınılan tavrın büyük ölçüde olumsuz nitelikte olmasının tabii bir sonucu olarak, kültürel bir himayecilik ve savunmacılık refleksi ortaya çıkmakta ve küreselleşmenin zararlı etkilerine karşı panzehir olarak İslam kültürüne ve İslami değerlere atıfta bulunulmaktadır. Bu noktada bazı İslam düşünürlerinin küreselleşmeyi tamamen olumsuzladıkları ve tek çare olarak ona karşı direnmeyi gösterdikleri de görülebilmektedir. Buna mukabil farklı eğilimlere mensup birçok entelektüel gibi bazı İslam düşünürlerinin küreselleşmede birtakım olumlu yönlerin bulunduğunu göz ardı etmedikleri ve bu sebeple bilhassa modern teknolojilerin, küreselleşmeye karşı İslami panzehiri yaygınlaştırma amacıyla kullanılması gerektiğini dile getirdikleri de görülmektedir.
Dikkat çeken bir diğer nokta ise, İslam ilim ve fikir adamlarının, küreselleşmenin tarihi kökenleri ve felsefi/fikri temelleri ile hesaplaşmaksızın, sadece günümüzdeki tezahürlerini dini açıdan değerlendirmekle yetinme eğiliminde olmalarıdır. Bu bakımdan küreselleşme tartışmaları açısından İslam entelektüelleri arasında birinci sınıf ilim ve fikir adamlarına, dünya çapında hikmet ve felsefe erbabına rastlamak hayli zordur. Mamafih küreselleşme ve özellikle de olumsuzluklarını bertaraf etme konusunda sadece İslam Dünyasına değil, insanlığın tamamına ciddi katkılarda bulunabilecek bir vizyonun oluşturulması için başlangıç adımları sayılabilecek birtakım gelişmelerin bulunduğunu da unutmamak gerekir.
Görünen o ki 18.yy’dan itibaren öce İslam ve Batı, daha sonraları İslam ve Modernite, ardından da İslam ve Postmodernite şeklinde devam eden tartışmalar, artık günümüzde İslam ve Küreselleşme başlığı altında yoğunlaşacaktır. Ne var ki bu entelektüel tartışmaların İslam dünyasına yönelik ve onu olumsuz yönde etkileyen siyasi ve ekonomik gelişmelerden bağımsız bir şekilde gerçekleşeceğini beklemek pek mümkün değildir. Hele küreselleşmenin olumsuzluklarından Batı’nın/ABD’nin sorumlu tutulduğu, üstelik bunu inkarı imkansız bir biçimde doğrularcasına Filistin, Bosna-Hersek, Afganistan, Çeçenistan ve son olarak Irak’ta işgal, yıkım ve katliamların fütursuzca uygulandığı bir dönemde, bu beklenti gerçekçi de değildir. Kaldı ki küreselleşmenin sütten çıkmış bir kaşık gibi ve tamamen masum bir süreç olmadığını bizatihi bu sürecin baş aktörleri bile itiraf etmektedir.
Burada günümüz İslam Dünyasında ve Çağdaş İslam Düşüncesinde niçin küreselleşmenin olumsuz yönlerinin ön plana çıktığı şeklinde bir soru da akla gelebilir. Bunun sebebinin genel olarak İbrahimi dinlerin ve bu geleneğin son halkası olan İslam’ın yeryüzündeki her tür kötülükle ve şer cepheleriyle mücadeleyi öğretisinin merkezine yerleştirmiş olmasında aramak gerektiği söylenebilir. Nitekim mesela, Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam’da ortak olan on emir’in çoğunu yasakların oluşturması, genel olarak ta İslam’da kötülüklerle mücadelenin iyilikleri hayata geçirmeden önce gelmesi(İslam hukukundaki, def-i mefâsid celb-i menâfi’den evladır, ilkesini hatırlayınız) ve kuşkusuz küreselleşmenin olumsuz sonuçlarının can yakıcı ve yıkıcı oluşu, zorunlu olarak olumsuzlukların ön plana çıkmasına yol açmaktadır.
Küreselleşmenin bu olumsuz, hatta yıkıcı sonuçları göz ardı edilemeyeceğine göre, Çağdaş İslam Düşüncesinin bu konudaki tespit, teşhis ve tekliflerinin sadece İslam Dünyası için değil, aynı zamanda bütün insanlık için de bir değer taşıyabileceği gözden uzak tutulmamalıdır. Bu amaçla küreselleşmenin olumsuz sonuçlarına karşı İslam dünyasında bir bilinç geliştirmekle işe başlanabilir. Çağdaş İslam Düşüncesi, küreselleşmenin tehdit ve tehlikelerine karşı, Tevhid’i yeniden yorumlamak suretiyle, İslam’ın sosyal, ekonomik ve kültürel alanlardaki değer ve normlarını bu çağın diliyle yeniden formüle edip sistemleştirmeye, ardından da bunları küreselleştirmeye çalışmalıdır. Bir anlamda bu el-emru bi’l-ma’rûf ve’n-nehyi ‘ani’l-munker(iyiliği destekleyip yaymak; kötülükle mücadele edip onu engellemek ) prensibinin günümüz şartlarında yeniden canlandırılması demek olacaktır.
Elbette küreselleşmenin olumsuzlukları konusunda İslam Dünyası kadar diğer pek çok Asya kültür ve medeniyetinin de insanlığa sunacağı birtakım değer ve normları olacaktır ki, bu kültür ve medeniyet havzalarının vizyon, hikmet ve feraseti de İslam Dünyası’nınkine benzer bir değer taşımakta, önem arz etmektedir. Bu açıdan Asya insanlığın önünde bir ümit ışığı olabilecek potansiyellere sahip bulunmaktadır. Bu potansiyelleri harekete geçirmek ve kuvveden fiile çıkarmak için ortak bir vizyon çerçevesinde işbirliği yapmaktan daha makul bir şey olamaz. Gerçekten de, Hılfu’l-Fudûl geçmişte Mekke şirk toplumuna ait bir kurum olmasına rağmen, buna aldırmayarak onu benimseyen ve fiilen destekleyen Hz.Peygamber’in, peygamber olduktan sonra da onu benimsemesi, ayrıca el-emru bi’l-ma’rûf’un İslamın da temel esasları arasında yer alması, bugün de benzer bir işbirliğini mümkün, hatta mevcut şartlar karşısında zorunlu kılmaktadır.
Bu vesileyle burada, günümüzde adeta moda haline gelen diyalog çağrılarına ve toplantılarına da kısaca temas etmek yerinde olacaktır. İlke olarak diyalog çağrılarına karşı çıkmak için ortada açık bir sebep olmamakla birlikte, uygulamaları konusunda aynı şeyleri söylemek mümkün değildir. Zira bu toplantılar genellikle medyatik ve protokol niteliğinde olup, küreselleşmenin olumsuzluklarına karşı müşahhas adımların atıldığını söylemek mümkün değildir. Yeryüzündeki her türlü kötülük, zulüm, işgal ve sömürü ile mücadelede en ön safta yer alması gereken dinlerin üst düzey yöneticilerinin katıldığı bu gibi toplantılarda, bu mücadele konusunda ciddi hiçbir adımın atılmamış olması – mesela işgaller dizisinin şu an için son halkası olarak, ABD ve İngiltere’nin dünyanın gözleri önünde Irak’ı işgal edip yağma ve katliamlara başvurmaktan çekinmemesi karşısında diyalog toplantılarında çıt çıkmaması – diyalog çağrılarının arkasında başka amaçlar bulunup bulunmadığı şüphesine yol açmaktadır.
Sözün özü şudur ki, küreselleşmenin sonucu dünyanın küçük bir köye dönmesi ise, o takdirde bu köyün sakinlerinin bu köydeki gelişmelere bigane kalması düşünülemez.
İslam peygamberi Hz. Muhammed’in(s.a.v) toplumsal ölçekteki olumsuzluklarla mücadelenin gerekliliğini vurgulamak için şöyle bir örnek verdiği kaynaklarımızda nakledilir: İnsanlar bir gemiye binerek yolculuğa çıkarlar. Çekilen kur’a sonucunda bazıları geminin üst kısmına, bazıları da alt kısmına yerleşirler. Alt kısımda seyahat edenler su almak için yukarıya çıktıkça yukarıda seyahat edenleri rahatsız ettiklerini düşünerek, böyle yapmak yerine geminin alt kısmında bir delik açarak,oradan su alma fikrini ortaya atarlar. Yukarıdakiler aşağıdakilerin bu isteklerine boyun eğecek olurlarsa hem gemide delik açanlar, hem de üst kattakilerle birlikte gemi batar. Ama üst kattakiler alt kattakilerin bu isteklerine karşı çıkar da onları engellerlerse, hem kendileri kurtulur hem de alt kattakileri kurtarmış olurlar.

Küreselleşmenin küçük bir köye dönüştürdüğü söylenen dünyayı, hepimizin seyahat ettiği bir gemiye de benzetebiliriz. Şu anda su almakta olan bu geminin batmasını engellemek gemide seyahat edenlerin en tabii hakkı ve görevidir. Asya’ya ve özellikle de İslam Dünyasına yakışan, bu konuda öncü rolü oynamasıdır, yoksa gemiyi delmeye çalışanlardan medet ummak değil!. İslam dünyası için bu öncülük görevinin aynı zamanda dinî bir nitelik taşıdığını gözler önüne seren ve bu yolda çaba sarf etmenin bireysel dindarlığın da bir parçası olduğunu ima eden şu iki ayet mealiyle bu bahsi noktalamak istiyorum:
İşte böylece sizi orta bir ümmet yaptık ki, insanlara karşı şahit olasınız, Peygamber de size karşı şahit olsun( el-Bakara,143)
Siz insanlar için(tarih sahnesine)çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülüğü yasaklar, Allah’a da inanırsınız…( Âlu ‘Imrân,110)