BEGIN TYPING YOUR SEARCH ABOVE AND PRESS RETURN TO SEARCH. PRESS ESC TO CANCEL

İSLAM ÜLKELERİNİN DIŞA BAĞIMLILIĞININ TEOPOLİTİK ANALİZİ

İslam Dünyası

Atlas okyanusundan Endonezya’ya, Orta Asya’dan Yemen’e, Balkanlar’dan Afrika’nın içlerine uzanan bir coğrafyada yaşayan bir buçuk milyar nüfusuyla Müslümanlar, gezegenimiz üzerinde yaşayan toplam nüfusun yaklaşık dörtte birini oluşturmaktadırlar. Elli yedi devlet olarak bu coğrafyada teşkilatlanmış olan Müslümanlara ilaveten, beş kıtada azınlık olarak yaşayan Müslümanlar da bu sayıya dahildir.

Ancak bu ülkelere İslam Dünyası veya İslam ülkeleri adı verilmesi bu devletlerin nüfuslarının tamamen Müslümanlardan oluştuğu anlamına gelmemektedir. Bilakis İslam dünyası, kahir ekseriyeti teşkil eden Müslümanlar yanında Yahudi, Hıristiyan (Süryani, Kıpti, Maruni, v.b.), Zerdüşt, Animist, v.d. din mensuplarının da asırlardan beri bir arada yaşadığı toplumlardır. Hatta bu azınlık din mensuplarının çoğunun bu topraklarda Müslümanlardan önce var olduklarını da hatırlamak yerinde olur.

İslam Devletleri veya İslam Ülkeleri adı verilen bu toplumların “Müslüman” nüfusunun daha yakından ele alınması da konumuz açısından yararlı olacaktır. İslam Dünyasındaki gayr- Müslim nüfus dışında kahir ekseriyeti teşkil eden Müslümanların bir kısmının sadece kültürel bir kimlik olarak bu sıfatı taşıdıklarını, hatta azımsanmayacak bir kesimin “Müslüman” kimliğini kabul etmediklerini, kendilerini bu kimliğin dışında başka kimliklerle tanımladıklarını öncelikle dikkatlere sunmakta yarar vardır. Öte yandan kendilerini Müslüman olarak tanımlayanların tamamının da birbirlerini Müslüman olarak görmediklerini, zira Müslümanlar arasında diğerlerini Müslüman olarak görmeyen azımsanmayacak kesimlerin bulunduğunu; mezhep, meşrep, bakış açısı veya yorum farkı sebebiyle kendisi gibi düşünmeyen Müslümanları ötekileştirme, dışlama, tekfir etme, dalalet ve sapıklıkla itham etme eğiliminin oldukça yaygın ve hafife alınamayacak kadar güçlü olduğunu da bilmek gerekir.
Toplumsal planda görülen bu durumun benzerini İslam devletleri arasında da görmek mümkündür. Nitekim genel olarak Batı yanlısı İslam ülkeleri ile, Batı karşıtı İslam ülkeleri arasındaki gerilim ve çatışmalar, keza mezhep farklılığından dolayı görülen husumet ve düşmanlıklar herkesin malumudur. Hem siyasi hem de mezhep farklılığının rol oynadığı husumet ve düşmanlığın en iyi bilinen örneği ise kuşkusuz İran ile Suudi Arabistan’ın birbirlerine bakışlarında görülebilir. Ve nihayet Müslüman kimliğine sahip çıkanlar içerisinde bile, ülkesinin diğer İslam ülkelerinden ziyade, yabancı ülkelerin, özellikle de İslam ülkelerini fiilen sömüren ve işgal eden “yeni koloniyalizm” düzeni ile işbirliği yapması gerektiğini savunan ve bunun için çaba sarf edenler de vardır. O halde burada dışa bağımlılık açısından teo-politik bir analize tabi tutmaya çalışacağımız İslam Dünyasının, sadece Müslümanlardan müteşekkil, homojen ve “Ümmet” kavramı çerçevesinde değerlendirilebilecek bir yapı arz etmediğini bilerek işe başlayabiliriz.

Dışa bağımlılık ( Being Dependent on the Foreign Contries – التبعية ) – الاعتماد على الدول الأجنبيىة

Dışa bağımlılık, siyasi, ekonomik, teknolojik, askeri v.b. çeşitli alanlarla ilgili olarak kullanılan yeni bir kavram olsa da, içerik olarak İslam medeniyeti tarihinde de ondan öncesinde de şu veya bu ölçüde bilinen bir husustur. Mamafih özellikle küreselleşme kavramının ortaya atılmasından sonra giderek daha yaygın bir şekilde, ama farklı biçimlerde kullanılan kavramın içeriği konusundaki muğlaklığı ve bunun yol açacağı kafa karışıklığını gidermek için, yapmaya çalışacağımız analiz bağlamında bu kavramdan bizim neyi anladığımızı ve neyi kastettiğimizi ortaya koymamızda da yarar vardır.

Öncelikle belirtelim ki “dışa bağımlılık” ifadesindeki “dış” ile genel olarak sanayileşmiş, ekonomik olarak gelişmiş, askeri olarak güçlü, kültürel olarak dominant, ama aynı zamanda sömürgeci, işgalci ve istilacı “Batı”yı kastediyoruz; yoksa her bir İslam ülkesinin diğer İslam ülkeleriyle olan ilişkisi bağlamında bir “dış”tan söz etmiyoruz. Klasik İslami literatürdeki kavramları kullanacak olursak, burada kullandığımız “dış”, “küffar” ya da “ehl-i küfr” kavramlarına denk düşen ve bu kavramların kapsamına giren ülkelerdir. Sovyet bloğunun dağılmasından önce İslam ülkeleri biri “ Batı (Avrupa ve ABD)” diğeri “Doğu (SSCB – Çin) olmak üzere iki küresel güç odağına bağımlı iken, Sovyet bloğunun dağılmasından sonra Doğu’ya bağımlılık sınırlı bir hale gelmiş, buna mukabil Batı’ya olan bağımlılık alanı genişlemiştir. “Bağımlılık”a gelince, burada siyasi, ekonomik ve askeri olarak her bir İslam ülkesinin kendi hür iradesiyle diğer ülkelerle kurduğu ilişkilerin gereği olan bir bağımlılıktan söz etmediğimizi vurgulamak gerekir. Bir anlamda “nötr” ya da “müspet” nitelikte adil bir ilişki biçiminden söz etmediğimizi söyleyebiliriz. Zaten bu tür bir ilişki biçimi tarihin her döneminde ve her coğrafyada görülen normal bir ilişkidir. Elbette bu tür adilane ilişkiler sonucunda tarafların birbirlerini etkilemesi ve birbirinden etkilenmesi daima söz konusu olmuştur.

Ancak bu karşılıklı etkileşimin iki taraflı olmaktan çıkıp tek taraflı bir ilişkiye, hatta daha da ileri giderek bir dayatmaya veya tahakküme dönüştüğü durumlar da söz konusudur. İşte siyasi, ekonomik, askeri veya kültürel olsun çeşitli alanlarda İslam ülkelerinin “Batı” ile olan ilişkilerinde, kendisinin söz ya da inisiyatif sahibi ol(a)madığı, görünürde adilane ikili ya da çok taraflı bir ilişki gibi görünse de gerçekte kabul veya ret imkanının veya alternatiflerden birini özgürce tercihin söz konusu olmadığı durumlar, daha da basitleştirerek söylemek gerekirse, “baskı”, “tahakküm” ve “dayatma” şeklini alan bağımlılık durumları bu analizde kullandığımız “bağımlılık” kapsamında değerlendirilecektir. Kısaca bizim bağımlılıktan kastımız nötr ya da müspet anlamda bir bağımlılık değil, “menfi” manada bir bağımlılıktır. Bundan sonra “dışa bağımlılık” işte bu menfi anlamı çerçevesinde kullanılacaktır.

Analize Giriş : Bir Malumun İlamı

Hali hazırda İslam ülkelerinin büyük bir kısmının siyasi, askeri, ekonomik , teknolojik ve kültürel alanlarda dışa bağımlı olduğu hemen herkesin malumudur. Bunların büyük bir kısmı Batı’ya bağımlı iken, diğer bir kısmı Rusya, Çin, Hindistan gibi Doğu ülkeleriyle ilişki içerisinde bulunmakta, bir başka kısmı da Doğu-Batı ile olan ilişkilerini denge konumunda tutmaya çalışmaktadır. Arap dünyasında bu tabloyu ifade etmek için genellikle “mihveru’l-i’tidal (Ilımlılar ekseni) ” ve “mihveru’l-mukaveme (Direniş Ekseni ) ” şeklinde bir ayrıma da başvurulmaktadır. Mihveru’l-İ’tidal ( محور الاعتدال ) nitelemesi, Suudi Arabistan, Türkiye, Ürdün, Katar, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri ve Mağrib(Fas) gibi Batı yanlısı ve – Türkiye gibi – NATO üyesi ülkeler için kullanılırken ; mihveru’l-mukaveme ( المقاومة محور ) nitelemesi İran, Suriye, Sudan gibi Batı karşıtı politikalar izleyen ve daha ziyade Çin ve Rusya yanında bazı Latin Amerika ülkeleri ile sıkı ilişkiler geliştiren ülkeler için kullanılmaktadır. Tabii bu iki kategoride değerlendirilmesi tam olarak mümkün olmayan ve dolayısıyla “ bağlantısızlar” kavramına daha yakın duran bazı İslam ülkeleri de yok değildir. Ama sonuçta hemen hemen bütün İslam ülkelerinin şu veya bu küresel güç odaklarına sırtını dayamak durumunda kaldıkları veya bu tercihte bulundukları söylenebilir.

Bu durumu daha da açık ve yakın bir şekilde gösteren iki hususa burada işaret etmek hayli yararlı olacaktır. İlk gösterge ekonomik alanla ilgilidir. İslam ülkelerinin ekonomik alanda dışa bağımlılığının en açık göstergesi ise İslam ülkelerinin kendi aralarındaki ticaret hacminin Batı ile yaptığı ticaret hacminin yanında devede kulak mesabesinde kalmasıdır. Öte yandan ülkemiz dahil pek çok İslam ülkesinin ve bilhassa petrol zengini körfez ülkelerinin gerek hanedanlara ve kişilere ait servetlerinin, gerekse merkez bankalarının altın, döviz ve kıymetli kağıt rezervlerini genellikle Batı bankalarında bulunması da bu bağımlılığın elle tutulur gözle görülür göstergeleri arasında zikredilebilir.

Bilimsel bilgi ve teknoloji üretiminde de İslam ülkelerinin çok büyük ölçüde Batı’ya bağımlı oldukları bilinen bir şeydir. Nitekim İslam ülkelerinin toplamının ürettiği bilimsel bilgi ve teknolojinin, bu alandaki küresel üretimdeki payının son derece düşük olması, bu sebeple de sürekli olarak dışarıdan bilgi ve teknoloji ithal etmek durumunda kalmalarında bu durumu açıkça gözlemlemek mümkündür. Daha vahimi İslam ülkelerinin, İslami araştırmalar alanında üretilen bilimsel bilgi bakımından dahi Batı ile rekabet edemeyecek bir durumda olması, söz konusu bağımlılığın boyutları hakkında yeterli bir fikir vermektedir. ( Bu çerçevede İran’ın farklı bir konumda olduğundan sık sık bahsedilir. Zira iddialara göre İran sadece nükleer teknoloji alanındaki çalışmalarından dolayı değil, aynı zamanda genetik mühendisliği alanında da Batı’dan bağımsızlaşacak bir düzeye eriştiği için batı tarafından boy hedefi haline getirilmiştir).

Hem ekonomi hem de bilim ve teknoloji alanında İslam ülkelerinin Batı’ya, ya da daha geniş anlamda “dış”a bağımlılığını gösteren bir diğer gösterge ise, İslam Dünyasının kendi üretimi sayılabilecek iş makinaları, makine yapan makinaları, uçak, tren, kamyon, otobüs, otomobil ve beyaz eşya markaları, elektronik eşya ve teçhizat markaları, keza silah ve mühimmat üretimi açısından son derece yetersiz bir durumda bulunmalarıdır. (Bu bağlamda mesela Malezya’nın Proton, İran’ın da Samand marka otomobil imalatı girişimleri varsa da İslam ülkeleri İslam ülkelerinde üretilen markalara sırt çevirip daha ziyade Batı’da üretilenleri tüketme takıntısını terk etmeye pek te istekli görünmemektedir.)

Askeri bakımdan da durum aynı, hatta daha da ciddidir. Nitekim İslam ülkelerinin pek çoğunun adeta Batılı ülkelerin askeri üsleri tarafından “işgal edildiği” ya da “kuşatıldığı” , üstelik bu üslerin, bulunduğu ülkeleri korumaktan ziyade “İsrail” gibi Batı çıkarlarının bekçisi olan ülkeleri savunmak ya da bu amaçla diğer bazı İslam ülkelerini – mesela İran’ı – “vurmak” amacıyla konuşlandırıldıkları da bilinen bir şeydir. Durumun gerçek boyutlarını görmek için mesela sadece ABD askeri üslerinin İslam ülkelerindeki – bilhassa Ortadoğu bölgesindeki – dağılımına ve yoğunluğuna bakmak dahi yeterlidir.

Kültürel açıdan da benzer bir durum söz konusudur. Mesela bırakın Holywood’u, bir Hindistan’ın Bollywood’u seviyesinde bir sinema ve film sektörüne sahip olamayan İslam ülkeleri Batı ya da “dış” kaynakları yapımlara hem tamamen bağımlıdır, hem de bu yapımların kültürel bombardımanı altındadır. Hatta bu kültürel bombardımanın Filistin, Irak, Afganistan ve diğer işgal altındaki ülkelerin maruz kaldıkları askeri işgal ve bombardımanlardan çok daha tehlikeli ve kalıcı olduğuna da burada dikkat çekmek gerekir.
Hiç kuşkusuz bütün bu alanlardaki dışa bağımlılığa dair burada genel olarak ve makro düzeyde temas edilen hususların, mikro düzeyde gerçek ve net boyutlarının uzmanlarınca istatistiki rakamlara dayanılarak ortaya konulması durumunda, çizilen bu tablonun abartılı bir tablo olmadığı kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Ancak bildiğimiz kadarıyla İslam Dünyasında, İslam ülkelerinin hiçbirisinin hiçbir biçimde ve hiçbir oranda Batı’ya ya da “dış” a bağımlı olmadığını iddia eden ciddiye alınabilecek kişi ve kuruluşlar olmadığına göre, dolaylı olarak İslam dünyasının siyasi, ekonomik, askeri ve kültürel olarak, şu veya bu oranda dışa bağımlı olduklarını söylemek yanlış olmayacaktır ki, bizim müteakip analizlerimiz için bu genel tespit bile tek başına uygun ve tatminkar bir zemin teşkil edecek niteliktedir.

Gelelim Esas Meseleye: İslam Nazarında Dışa Bağımlılık

Her ne kadar bugün ortada, Kur’an’da teorik çerçevesi çizilen ve Hz.Peygamber’in önderlik ve örnekliğinde pratiğe aktarılan bir proje olarak “İslam Ümmeti” benzeri bir Çağdaş İslam Ümmeti’nden söz etmek zor hatta imkansız ise de, en azından bir kültür ve medeniyet havzası olarak bir İslam dünyasından söz etmek mümkündür. Dolayısıyla İslam ülkelerinin dışa bağımlılığı meselesi tartışılırken, Kur’an ve Sünnet’te ifadesini bulan İslam ile, tarihi süreç içerisinde bu İslam’ın üstünü örten ve bugün de hala geleneksel İslam tasavvurları içerisinde kültürel bir miras şeklinde varlığını sürdüren tortuların farkına varmak, sağlıklı bir değerlendirme yapmak için son derece önemli ve gereklidir. Bu durum karşısında, “İslam nazarında dışa bağımlılık” meselesine açıklık getirebilmek için, öncelikle sorulması gereken soru “hangi İslam ? ” sorusu olmalıdır.

Hangi İslam?

Hangi mesele, hangi konu veya hangi soru söz konusu olursa olsun İslam’ın yaklaşımının, cevabının veya tutumunun ne olduğu öğrenmek için yapılacak bir inceleme-araştırmada esnasında İslam’dan bahsederken ne kastettiğimizi açık ve net olarak ortaya koymak, bir medeniyet, kültür veya gelenek olarak değil de bizatihi din olarak İslam’dan bahsederken özellikle dikkatli olmak ve titiz davranmak gerekir. Çünkü İslam Dünyasının zaaf noktalarının en önemlilerinden birisi, Müslümanların en iddialı oldukları, dolayısıyla en iyi bildiklerini zannettikleri bir alana, yani “İslam”a ilişkin olanıdır. Zira bilhassa geniş halk kitlelerini etkisi altında bulunduran geleneksel İslam tasavvurları, ciddi boyutlarda eksik, yanlış ve temelsiz bilgilerin yol açtığı bilgi kirliliğine maruz kalmış olan, kendi içerisinde çelişkileri barındıran, bugünün değil geçmişin problemlerini çözmek için geçmiş tarihsel şartlarda üretilmiş olan yorumlara dayanan tasavvurlardır. Bu bakımdan günümüz İslam ülkelerinin dışa bağımlılığını İslami perspektiften analiz etmeden önce hangi İslam’dan bahsettiğimizi de açıklığa kavuşturmak gerekir.

Hemen herkesin sıklıkla dile getirdiği üzere İslam’ı en genel anlamda, “Kur’an ve Sünnet’te ifadesini bulan ilahi kaynaklı bir öğreti, hayatın her alanını kuşatan bir ilkeler ve değerler manzumesi, bu ilke ve değerlerin şekillendirdiği bir dünya görüşü” olarak tanımlamak mümkündür. Ancak bu tanımın detaylarına girildiğinde geçmişte olduğu gibi günümüzde de farklı yaklaşım ve yorumlar söz konusu olmakta, bu farklı yorumlar geçmişte fıkhi ve kelami mezhepler ya da tarikatlar şeklinde tezahür ederken, günümüzde hem bu tarihi formlar varlığını sürdürmekte, hem de bunlara ek olarak çeşitli İslami akımlar ortaya çıkmaktadır. İşte “hangi İslam ?” sorusu, İslam konusunda eski-yeni farklı yaklaşım, yorum ve tasavvurlardan hangisinin bu analizde esas alınacağı meselesine açıklık getirmek amacıyla ortaya atılmıştır. Bu analizde esas alacağımız İslam hakkında detaylara gelince işaret etmek istediğimiz başlıca hususlar şunlardır:

1. Hemen herkes ve her kesim İslam’ın temel kaynakları olarak Kur’an ve Sünneti esas aldığını ifade etse de, bu genel ve kabaca kabulün de bir takım zaaflarla malul olduğunu kuşkusuzdur. Bu zaafların başında ise Kur’an’ın genelde her bir mezhebin ön kabulleri ışığında anlama ve yorumlama süreçlerine tabi tutulmasıdır ki, bunun tabii ve mantıki en önemli, ama o kadar da mahzurlu sonucu Kur’an’ı “atomcu – parçacı” bir yaklaşımla anlama ve yorumlama uygulamalarının yaygınlaşmasıdır. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de bu zaafla malul olmayan bir mezhep, meşrep, tarikat, cemaat, gurup, akım ve hareket bulmak neredeyse imkansızdır. Bu parçacı – atomcu yaklaşım sebebiyle geçmişte olduğu gibi günümüzde de İslami alandaki yorum farklılıklarının yol açtığı uçurumların kapatılması da aynı şekilde neredeyse imkansız bir hale gelmiş durumdadır. Buna bağlı olarak ta geçmişte ve günümüzde her bir kesim kendisinin gerçek ve sahih İslam’ı temsil ettiği, kendi dışındakilerin yanlış yolda, hatalı, hatta sapık oldukları iddiasını ileri sürmekten vazgeçmemekte, geriye bir adım dahi atmamaktadır. İşte bugün bir İslam Ümmeti’nden bahsetmeyi zorlaştıran en temel sebep din algıları arasındaki farklılıkların derinleşmesine ve kalıcı bir hal almasına yol açan bu zihniyet ve metot hatasıdır.

2. Diğer yandan din-kültür ayrımını yapılmaması da İslam konusundaki tartışmaları çıkmaza sokmakta, bilhassa geçmişten tevarüs edilip hiçbir değerlendirme ve gözden geçirmeye, sorgulama ve eleştiriye tabi tutulmadan nesilden nesile aktarılan geleneksel yorumlar ve bu yorumlara dayalı İslam tasavvurları da Kur’an ve Sünnet merkezli bir ümmet tasavvurundan bahsetmeyi imkansız kılmaktadır.

3. Asırlar boyunca Müslümanların İslam algılarını ve tasavvurlarını belirleyen, Kur’an kadar hatta ondan da fazla – Sünnet’le özdeşleştirilmiş olan – “hadis rivayet malzemesi “ olmuştur. Diğer yandan Sünnet’in ana ve temel kaynağı Kur’an ve ameli-mütevatir sünnetler olduğu halde bu husus göz ardı edilerek , Sünnet büyük ölçüde ancak üçüncü sırada yer alması mümkün olan hadis rivayetlerine hasredilmiş, rivayet malzemesiyle sınırlanmış, bu malzemenin bünyesinde sağlam olanlar yanında çürük ve asılsız olanları da barındırdığı göz ardı edilmiştir. Bu mesele o kadar mühimdir ki, İslam düşüncesi ve İslami ilimler geleneğindeki ihtilafların ve tartışmaların, hatta karşılıklı tekfire kadar varan itham ve karalamaların çok büyük bir kısmı pek çok zayıf, çürük, uydurma, ya da daha ihtiyatlı bir ifade ile problemli rivayet malzemesinin delil ve bilgi kaynağı olarak kullanılmasından kaynaklanmıştır, hala da kaynaklanmaya devam etmektedir.

4. İslami nassların yorumu meselesinde de benzer bir durum söz konusu olup, her kesim ayet ve hadisleri kendi mezhep ve meşrebi ve ön kabulleri ışığında yorumlama yoluna gitmiş ve gerektiğinde zorlama yorumlara başvurmaktan da kaçınmamıştır.

5. Bütün bunların ışığında denebilir ki geçmişte ve günümüzde her eğilimden Müslümanlar, bilhassa geniş halk kitleleri, kendi İslam algı ve tasavvurlarını Allah’ın dini İslam ile özdeşleştirerek, İslam adına hakikati ellerinde bulundurduklarını, dolayısıyla İslam’ın keşfedilecek bir şey değil, sadece anadan babadan, hocadan atadan hazır alınıp tekrarlanmak suretiyle nesilden nesile aktarılacak bir emanet olduğunu kabul ede gelmişlerdir ki, bu zihniyet egemen olduğu sürece Kur’an’ın öğretisinde anlatılan ve Allah Rasulü’nün hayatında örneklenen Ümmet’in bugün yeniden tekrarlanması mümkün görünmemektedir. Nitekim hal-i hazırda İslam Dünyasının birbiriyle itişip kakışması, çekişmesi, dahası birbirini yemesi ve hatta boğazlamakla meşgul olması bu karamsar tespitin iyimserliğe galebe çalmasına yol açmaktadır.

Politik ve Ekonomik Günahlar

Bu ve benzeri pek çok ilmi, fikri, siyasi, kültürel ve sosyal sebeplerden dolayı günümüzde belli hedefler etrafında toplanmış, asgari müştereklerde birleşmiş – mesela bir ABD veya AB – gibi siyasi, ekonomik, askeri ve kültürel bir yapılanma olarak bir “İslam Ümmeti” nden bahsetmek pek gerçekçi görünmemektedir. Ortada olan ise, Müslümanların çoğunlukta olduğu bir takım zayıf devletler ile bir din olmaktan ziyade bir kültür olarak İslam ortak paydasını paylaşan devletler arasındaki zayıf ilişkiler ve bu ilişkilere bakarak ortaya atılan bir “İslam Dünyası“ ya da “İslam Ülkeleri” kavramı vardır ki, bunların Kur’an’ın kastettiği anlamda “Ümmet” teşkil etmediğini itiraf etmekten çekinmemek gerekir.

Avrupa’da (AB), Kuzey Amerika’da (ABD), Latin Amerika’da (MERCATOR – Latin Amerika Ortak Pazarı) ya da Şangay ülkeleri gibi, siyasi, ekonomik, askeri ve kültürel alanlarda işbirliği ve güç birliği hedefine yönelik birtakım adımların atıldığı çağımızda, İslam Dünyasında, İİÖ (OIC – منظمة التعاون الاسلامي ) gibi bütün İslam ülkelerini içine alan yapılanmalar, ya da Arap Birliği, Körfez Dayanışma Birliği gibi bölgesel teşkilatlanmalar görülse de, bunların hiçbiri, yukarıda zikredilen diğer işbirliği ve güç birliği örnekleri niteliğinde ve seviyesinde yapılanmalar değildir.
İşte İslam Dünyasının dışa bağımlılığını kolaylaştıran sebeplerin başında bu parçalanmışlık gelmektedir. Bu noktada Şii – Sünni, Zeydi, İbadi, Sufi, Mutezili – Selefi, Gelenekçi- Yenilikçi, keza Kürt-Türk, Arap-Acem, Malay-Endonezyalı, Arnavut-Boşnak, Laz –Çerkez, Afgan- Türkmen, Peştun – Tacik, Amazığ – Afrikalı olsun bir bütün olarak İslam Dünyasının bu parçalanmışlık olgusunun sorumluları olduklarını vurgulamak gerekir. Bu noktada sözü edilen her bir kesimin kendisinin haklı ötekinin haksız olduğunu ileri sürmesi de bu sorumluluğu, daha doğrusu bu politik günahın vebalini yüklenmekten onları kurtaramayacaktır. Çünkü yapılması gereken kimin haklı kimin haksız olduğunu tartışmaktan ziyade, aslında alabildiğince geniş olan ortak paydayı görmeye çalışmak, bir başka ifadeyle gözümüzü bardağın boş tarafına değil dolu tarafına dikmektir. Öte yandan yine yapılması gereken haklı-haksız tartışmasına girmeksizin, tıpkı ABD ve AB örneklerinde olduğu gibi, farklılıklara rağmen bir araya gelebilme becerisini gösterebilmek için mevcut ihtilaf, tefrika, taassup ve tekfir kültürüyle mücadele edip, onun yerine ikame etmek üzere bir uzlaşma kültürü geliştirmek ve onu egemen kılmaktır.

1. İslam Dünyasının parçalı ve dolayısıyla zayıf bir yapıda kalmasına yol açan ana sebeplerden bir diğeri de yönetici elitlerdir. Bunların büyük bir kısmı açık sömürgecilik döneminin sona ermesi akabinde sömürgecilerin sömürüp işgal ettikleri İslam ülkelerinden çekilirken kendi çıkarlarını korumak amacıyla iktidara gelmelerini sağladıkları “yabancılaşmış” elitlerdir. Bu elitler kraliyet düzenlerinde hanedanlar olabildiği gibi, nispeten demokratik düzenlerdeki siyasi partiler planında, parti oligarşisi ve lider despotizmi halini alabilmektedir. Sonuç itibariyle bu elitler ülkelerinin ve ülkelerinin bir parçası olduğu İslam Dünyasının geleceğinden ziyade kendi saltanat ve iktidarlarını ön plana aldıklarından, sürekli iktidarda kalabilmek ve tahtlarını koruma altına alabilmek için, İslam Dünyasının aleyhine olup olmadığına aldırmaksızın birçok küresel ve bölgesel dış güç odaklarına bağımlı politikalar izlemekten çekinmemektedirler. Bu odaklar ise genellikle dünün “açık sömürgeciler”i, bugünün ise “gizli sömürgecileri” ya da “neokoloniyal” ülkeleridir. Hatta bu amaçla, İslam Dünyasına yönelik sömürgeci, işgalci emeller besleyen, bununla yetinmeyip birçok İslam ülkesini bilfiil sömüren, işgal ve istila eden, İslam’a ve Müslümanlara düşmanlığını gizlemeyen devletlerle işbirliği içerisine girmekten dahi geri kalmamaktadırlar. Bu aldırmazlığın tabii bir sonucu olarak ülkemiz dahil pek çok İslam ülkesinin topraklarını bu küresel güçlerin askeri üslerine açmalarına ve bu toprakların ve üslerin Müslümanlara yönelik savaş, saldırı ve operasyonlar için kullanılmasına şaşmamak gerekir.

2. Her ne kadar söylem düzeyinde İslam’da bir din adamı sınıfı olmadığı her fırsatta dile getirilse, hatta muhalefet partileri, sendikalar, sivil toplum örgütleri gibi teşkilatlanmaların olmadığı dönemde iktidara karşı halkın muhalefetini ulemanın temsil ettiği söylense de, gerçekte dini konularda insanların danışıp kendi kararlarını verdikleri uzmanlar olmaktan öteye geçerek, onların özgür tercihlerine çeşitli şekillerde müdahale edebilen, ipotek koyabilen, hatta tıpkı endülüjans dağıtır gibi Cennet’i parselleyip dağıtan, Cennet’te yüksek dereceler ve makamlar bağışlayan bir din adamları sınıfı Emeviler’den bu yana varlığını daima koruya gelmiştir. Bilhassa geçmişte çeşitli İslam devletlerinin, çağımızda ise ulus devletlerin genel yapısı içerisinde yer alıp, onun bir parçası haline gelen dini kurumlar – geçmişte Başkadılık, Kadılık, Şeyhu’l-İslamlık, günümüzde ise mesela Mısır’da el-Ezher, Türkiye’de Diyanet, Suudi Arabistan’da Daru’l-İftâ, İran’da Mollalar ve Ayetullahlar düzeni ile diğer İslam ülkelerindeki Evkaf ve Dini/İslami İşler Bakanlıkları – yukarıdan bu yana anlatılan parçalanmışlık ve tefrikanın sorumlusu olan ve bir bütün olarak Ümmetin ve onun bir parçası olan kendi ülkesinin geleceğinden ve bağımsızlığından ziyade, kendi taht ve saltanatlarını, hanedan ve oligarşilerini, parti ve liderlerini kısaca statükolarının geleceğini düşünen yönetici tabakaları meşrulaştırıcı bir işlev görmektedirler. Daha kestirme bir ifadeyle bu gibi kurumlar ve çevreler Dr. Ali Şeriati’nin bir kitabının da adı olan “Dine karşı Din” kavramsallaştırmasında eleştirdiği, statükonun dini anlamındaki “karşı din”i meşrulaştırma ve destekleme işlevi görmektedirler.

3. İtaat kültürü – bu meşrulaştırma sürecinin teolojik dayanağı ve beslendiği en önemli teolojik yaklaşım olarak – statükoyu payandalayıcı özelliğiyle ayrıca üzerinde durulması gereken bir meseledir. Zira İslam ülkelerinin dışa bağımlılığını ortadan kaldırmak bir yana daha da kalıcı hale getiren bu yönetici tabakaların bu politikalarının bir asra yakın bir süredir devam etmiş olması, bu politikalara karşı güçlü bir muhalefet ve itiraz sesinin yükselmemesi, bu amaçla yönetilenlerin örgütlenerek iktidarları yönlendirememesi, hatta bir Gandi ve Mandela gibi bir “sivil itaatsizlik” denemesine bile girişememesi aslında yöneticilere itaat, genellikle de “mutlak itaat” telkin eden bir “itaat kültürü” nün sonucudur. Bu itaat kültürünün en büyük silahı ise dini, dini kurumları ve din adamlarını – bazen de dini guruplar, cemaat ve tarikatlar gibi sivil yapılanmaları ve bunların medya imkanlarını – yedeğine alarak politik muhalefeti, sosyal tepkiyi, sivil itaatsizliği, gösteri ve protesto eylemlerini “fitne”, “kaos” ve hatta “terör” olarak kategorize edip, mahkum etme yöntemidir.

4. İslam ülkelerinin bilhassa ekonomik bağımlılığında, sermaye çevrelerinin rolünü göz ardı etmemek gerekir. Zira genellikle teknolojiyi üreten ekonomik olarak gelişmiş ülkelere bağımlı olan sanayiciler ve iş adamları “ithal ikame” esasına dayalı ticari faaliyetlerini sürdürmek için dışa bağımlı ekonomik yapının devamı için yönetimlerle işbirliği halinde çalışmakta, bu mümkün olmadığı takdirde yönetimlere baskı uygulamakta, bu baskıyı genellikle rüşvet, tehdit, şantaj, medya baskısı ve dış güçlerle işbirliği gibi gayr-ı meşru araçlarla yapmaktadırlar. Bunun yanında dış sermaye çevreleriyle iş yapma yoluna giden ve spekülatif kazanç peşinde koşan “rantiye” sınıfı da bu bağımlılığın kalıcı olması için çalışmaktadırlar.

5. Askeri alanda bağımlılığın gerekçeleri genellikle iç ve dış güvenlikle ilgili olmakla beraber, iç güvenlikle ilgili olanı daha yaygındır. Kısaca hem dış güçlerin hem de dış güçlere bağımlı ve onların desteğine muhtaç yönetimlerin çıkarlarını tehdit edebilecek toplumsal gelişmelere karşı bu bağımlılık ilişkisi sürdürülmektedir. Bu amaçla pek çok İslam ülkesi dış veya iç tehdit bahanesiyle topraklarını başta ABD olmak üzere batılı devletlere sonuna kadar açmış, bu devletlere bağımlı politikalarını güçlendirmek amacıyla bazı İslam ülkeleri – mesela Suudi Arabistan – dünyanın Batı’dan – özellikle de ABD’den – en çok silah satın alan ülkeleri arasına bile girmişlerdir. Hatta bu ülkeler arasında, çok sayıda nükleer başlıklı füzelerin varlığını ve bunların kontrolünün kendi ellerinde olmadığını vatandaşlarından saklayan ülkemiz dahil bazı İslam ülkeleri de vardır. Bilhassa İslam ülkelerindeki – başta ABD’ninkiler olmak üzere – yabancı askeri üslerin kapatıl(a)maması da zoraki olsun gönüllü olsun bu bağımlılığın en açık göstergeleri arasında zikredilebilir.
Öte yandan İslam ülkeleri, kendisinin savunma ihtiyaçlarını karşılayacak bir silah sanayi geliştiremedikleri için, Batı’nın askeri yardımlarına ya da Batı’dan – veya Rusya ve Çin gibi başka ülkelerden – satın alacağı silah, teçhizat ve mühimmata mahkum olmak durumunda kalmaktadırlar.
Bu durumun en tipik örneğini Türkiye Kıbrıs çıkartmasında yaşadığı gibi, yine tank modernizasyonu projesini kendisi yapamayıp İsrail’e ihale etmek durumunda kalması, ABD’den aldığı birtakım uçakların topladığı istihbarat bilgilerinin ABD ile paylaşılmasını zorunlu kılan yazılımlar ve bu yazılımları çözmek için çalışan bazı mühendislerin suikastlara kurban gitmesi bu bağımlılığın ne kadar yaman ve çetin bir bağımlılık olduğunu gözler önüne sermektedir.

6. Kültürel alanda dışa bağımlılığın kültürel alandaki destekçileri, taşıyıcıları ve uygulayıcıları yakın zamana kadar sağ ya da sol kanattan seküler-laik kesimler, ya da Batılılaşma taraftarı egemenler ve yönetici elitler iken, buna son on yıllarda yükselen siyasal İslami hareketlerin iktidara yürümesi ile “İslamcı” kanattan yönetici elitler de eklemlenmiş görünmektedir. Bu siyasi İslamcıların yeni sömürgeci Batı ile ilişkilerinin seküler-laik kesimlerinkinden çok ta farklı olmadığını gösteren örnekler arasında bilhassa Türkiye’nin – bir zamanlar bizzat kendilerinin Hıristiyan kulübü olarak niteledikleri – AB üyeliğinin seküler-laik iktidarlardan farksız bir biçimde aynen sürdürülmesi zikredilebilir.

Bu konuda verilebilecek bir diğer örnek de – mesela ülkemizde iktidara gelmiş olan siyasal İslam’ın – genelde küresel güç odaklarının yönetip yönlendirdiği bir süreç olan “küreselleşme” yi benimseme, hatta savunma yönündeki söylem ve politikalarıdır. Bu söylemin eleştiri merkezli olmaktan ziyade onaylama nitelikli bir söylem olması, küresel sisteme – ki küresel egemenlerin kontrolünde ve onların çıkarlarını korumak ve sürdürmek için kurulmuş bir düzendir – bir tür bağımlılık olarak yorumlanmaya müsaittir.
İslam ülkelerinin – ki ülkemiz de bunun bir istisnası değildir – gerek diğer İslam ülkeleriyle gerekse Batı ülkeleriyle olan siyasi ve ekonomik ilişkilerinde “milli menfaat – ulusal çıkar” söylemini merkeze almış olmaları, siyasi kültür alanındaki bir diğer bağımlılık göstergesi olarak değerlendirilebilir. Burada birinci derecede gezegenin ve insanlığın – ve tabii onun bir parçası olan İslam Dünyasının/Ümmetinin geleceği ve bu geleceğin teminat altına alınabilmesi için “ULUSAL, BÖLGESEL VE ULUSLARARASI İLİŞKİLERDE ADALET” ilkesini olmazsa olmaz bir şart olarak kabul eden bir “KÜRESEL ADALET” misyonunun gerçekleşmesi için çaba harcaması beklenenlerin, bunu bir tarafa koyup, adaletsizliği aşikar olan bir küreselleşmeye eklemlenmelerini ne teolojik ne de ahlaki açıdan tasvip etmek mümkündür. Kaldı ki yakın zamana kadar dilimizde olumsuz yönü ağır basan bir kelime olarak “çıkar –çıkarcı” kelimelerinin İslam’a inandığını ifade eden kesimlerin elinde nasıl olup ta temize çıkarılabildiğini de anlamak mümkün değildir. Hele İslam dünyasında adeta bir moda halini alan “Adalet ve Islah(el-Adâle ve’l-Islâh) ” veya “Adalet ve Kalkınma(el-Adale ve’t-Tenmiye)” adlı İslami kimlikli siyasi partilerin, parti isimlerindeki “Adalet” kavramını merkeze alıp her alanda ve her vesileyle buna vurgu yapacakları yerde sürekli bir biçimde “milli- ulusal çıkar” kavramına vurgu yaparak – daha doğrusu uluslararası arenadaki modaya uyarak – kendi kendilerini inkar anlamına gelecek bir çelişki içerisine düşmeleri de oldukça düşündürücüdür. Hele adaletin İslam’ın hem teolojik hem de sosyo-politik alanda en merkezi kavramlarından biri olduğu göz önüne alındığında, bu mesele hem teolojik hem de ahlaki bir boyut kazanmakta ve üzerinde ciddi olarak durulmayı beklemektedir.

7. Dışa bağımlılık bağlamında dikkat çeken kayda değer bir örnek ise ülkemizle ilgilidir. Daha düne kadar dünyadaki “kendi kendine yetebilen ülkeler(duvelu’l-iktifâi’z-zâtî)” arasında yer alan ülkemizin bu gün – üstelik İslami değerleri savunan bir İslamcı iktidarın iktidarı döneminde – dışarıdan her biri sadece bir defa ekime elverişli ve üstelik GDO’lu tohum almadığı takdirde salatalık, domates ve benzeri ürünleri yitebilmek için ithal etmek zorunda olması, keza hayvancılık alanında da dışarıdan yapılacak ithalata bağımlı olması, bunların dışında daha pek çok tüketim kaleminde dışa bağımlı olması, İslami, ahlaki ve mantıki açılardan – hatta ulusal çıkar kavramı açısından – izahı hayli zor gelişmelerdir.
Petrol bağımlılığı ve kara taşımacılığı ile ilgili olarak ta benzer bir durumdan söz edilebilir. Bir yandan tamamen dışa bağımlı bir petrol tüketicisi olup öte yandan yurtiçi taşımacılığında ağırlığı demiryollarına değil kara yollarına vermek, bağımlılığı azaltmak yerine sürekli kılmak anlamına gelir.

8. BAĞLANTISIZLAR HAREKETİNE İLGİSİZLİK, BUNA MUKABİL NATO, AB GİBİ SÖMÜRGECİ, ADALET DEĞİL ÇIKAR MERKEZLİ OLUŞUMLAR ARASINDA YER ALMAK ancak çıkar o da ulusal çıkar kavramıyla mazur gösterilebilir; ama Ümmetin çıkarı ya da küresel adalet kavramlarıyla izahı mümkün değildir, zira bu oluşumların böylesi küresel adalet gibi bir dertleri olduğunu söylemek mümkün değildir. Tam aksine özellikle NATO ‘nun, SSCB’ye karşı kurulduğu söylenen bu örgütün, Sovyet Bloğu yıkıldıktan ve Rusya pek çok konuda Avrupa için tehdit olmaktan çıktıktan sonra varlığını hala niçin devam ettirdiği merak konusudur. Bu konuda ileri sürülen bazı gerekçelerin hiç te tatminkar olmadığını, hatta bazılarına göre Sovyet tehdidi sona erince bu örgütün birtakım menfaat ve güç odaklarının çıkarlarının koruyuculuğunu yaptığı yönündeki eleştiriler yabana atılacak gibi değildir. Kaldı ki, NATO’da kalmak Allah’ın emri de değildir, buna rağmen bu örgütte kalmakta ısrar etmeyi bağımlılık teorisinden başka bir şeyle izah etmek mümkün görünmemektedir. Nitekim ülkemiz şimdiye kadar Davos’a toplantılarını hiç kaçırmazken, buna mukabil “Dünya Sosyal Forumu” na cumhurbaşkanı, başbakan ve bakanlar düzeyinde yüksek bir temsil ile katılım sağlandığını ben şahsen hatırlamıyorum. Sadece yüksel temsil değil, düşük profilli bir temsil ile dahi bu toplantılara ülkemizin adeta sırtını çevirmiş olması, bu bağımlılık eleştirisinin daha da güçlendirmektedir. Öte yandan siyasi, askeri ve ekonomik olarak ülkemizden güçlü sayılmayan pek çok ülkenin bağımsızlar hareketi içerisinde yer almış olması, bu gibi örgütler içerisinde yer almanın değiştirilemez bir kader olmadığını açıkça göstermektedir.

Politik Kadercilik/Politik Cebriyecilik

Bu noktada ülkemizin ve diğer İslam ülkelerinin dışa bağımlılığı ile ilgili olarak psikolojik bir izah denemesine girişmek te fevkalade aydınlatıcı olabilir. Bu konuda ilk anda akla gelebilecek kavram “kazanılmış acizlik” kavramı olabilir. Zira dışa, bilhassa Batı’ya bağımlı pek çok İslam ülkesi, Batı’nın propagandaları ve soğuk savaş teknikleri sayesinde dünyaya telkin ettiği “Batı’ya karşı konamayacağı ön kabulü” yola çıkarak, bağımsızlık ve tarafsızlık yolunda hiçbir çaba harcamaksızın, hiçbir denemede bulunmaksızın daha başlangıçta teslimiyet ve mağlubiyeti kabullenmiş olmaktadır. Halbuki şu anda yeryüzündeki bütün devletler Batı’nın peşinden gitme durumunda olmadığına göre, İslam ülkeleri ve ülkemiz niçin onlar gibi bağımsız ve bağlantısız politikalar izlemeyi denemesin. Ne kadar başarılı olduğu tartışmalı olmakla beraber, mesela İran İslam devrimi, Batı’nın karşı konulamaz olduğunu göstermesi bakımından pek çok İslami harekete ilham kaynağı olmuş, İslam ülkelerindeki bağımsızlık eğilimlerini güçlendirmiştir.

İSLAM ÜLKELERİNİN DIŞA BAĞIMLILIĞI KÜRESEL BİR GÜNAH OLARAK NİTELENDİRMEK !

Alışılmışın dışına çıkarak, günahların sadece kişileri ilgilendiren ferdi boyutu yanında, alanlarına bakarak “ekonomik günahlar”,”sosyal günahlar”, siyasi-politik günahlar”, “medyatik günahlar” , “pedagojik günahlar” v.s. şeklinde; boyutlarına bakarak ta “toplumsal günahlar” ya da “küresel günahlar” şeklinde nitelendirilebileceği yaklaşımından hareketle denebilir ki İslam ülkelerinin dışa bağımlılığı büyük ölçüde “toplumsal günahlar” ya da “küresel günahlar “ kategorisinde değerlendirmeye daha yakındır. Zira bu dışa bağımlılığın sonuçları sadece ferdi olmakla kalmayıp, bunu fersah fersah aşan toplumsal, hatta ümmet ölçeğinde sonuçları söz konusudur. Bu sonuçların İslam’ın temel değerleriyle çatışan, ona ters düşen, hatta İslam ümmetinin varlığını tehdit eden nitelik ve boyutlara ulaşması durumunda, İslam’a aykırılık bağlamında bir günahtan söz etmek pek te yanlış olmayacaktır.
Şimdi İslam ülkelerinin dışa bağımlılığının “toplumsal” ya da “ küresel” bir günah sayılıp sayılmayacağı meselesinin detaylı bir müzakeresine geçebiliriz. Bu inceleme amacıyla başvuracağımız “İslam” kavramının yukarıda temas edilen çerçevede bir İslam olduğunu burada tekrar hatırlatmakta yarar vardır.
DIŞA BAĞIMLILIK bağlamında müzakere ve tartışma konusu olabilecek başlıca “toplumsal” ve “küresel” günahlara ilişkin Kur’anî ilkeler şunlardır :

1. KOZMİK HİLAFET: إني جاعل في الأرض خليفة
Yeryüzünde yaşayan Müslümanlar şu anda Allah tarafından kendilerine yüklenmiş olan “kozmik hilafet” görevini yerine getirecek bir durumda değildir. Tam aksine İslam Dünyası insanlık ailesi içindeki siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel pozisyonu itibariyle hicap duyulacak bir durumda ve seviyededir ki, bu açıkça görevin ihmali anlamında bir “kozmik günah” tan söz edilebileceği anlamına gelmektedir.

2. KOZMİK ŞEHADET: و كذلك جعلناكم أمة وشطا لتكونوا شهداء علي الناس
Benzer bir kozmik günah, yeryüzünde bütün olan bitenlerden sorumlu olan ve bu sorumlulukla uyumlu olarak belirleyici nitelikte bir ümmet ol(uştur)mak anlamındaki kozmik şehadet misyonu için de söz konusudur. Zira ortada bu sorumluluğu müdrik ve bu sorumluluğun gereğini yerine getiren etkin bir model ümmet değil, mevcut küresel sisteme/küreselleşmeye/globalizasyona eklemlenmiş bir uydu topluluklar manzumesi söz konusudur.

3. TOPLUMSAL VAHDET : ان هذه أمتكم أمة واحدة
Aynı İslami hedefler etrafında toplanıp kenetlenmiş bir İslam Dünyası sadece bugün değil, – ilk asır hariç – geçmişte de bir ütopya olarak kalmıştı. Dolayısıyla bu birliğin gerçekleşmemesi bugün İslam ümmetinin bütün üyelerinin şu veya bu oranda paylaştığı bir diğer “ toplumsal günah” olarak nitelendirilebilir.

4. KOZMİK RAHMET : و ما أرسلناك الا رحمة للعالمين
İslam Peygamberi bütün insanlığa rahmet olması için gönderildiği gibi, onun vefatından sonra bu kozmik görev İslam ümmetinin omuzlarına yüklenmiş bir görev halini almıştır. Ancak şu anda kendisine rahmet sunamayan İslam ümmetinin başkalarına bu rahmeti sunmasını beklemek nafile olduğundan, yine ortada ihmal edilen, hatta sırt çevrilen bir görev söz konusudur.

5. KÜRESEL FAZİLET: كنتم خير أمة تأمرون بالمعروف و تنهون عن المنكر
İslam’ın mesajının yeryüzünün tamamına ve bütün insanlığa yönelik olması demek aynı zamanda İslam’ın temel değer ve ilkelerinin yeryüzünde egemen kılınması ve ters yöndeki gelişmelere karşı bir mücadele verilmesi anlamına gelir. Kısaca bunu küresel ölçekte “hayra destek şerre köstek” olmak şeklinde formüle etmek mümkündür. Bu açıdan bakıldığında bugün yeryüzünde kol gezen işgal, katliam, sömürü, açlık, işsizlik, yolsuzluk, sosyal adaletsizlikler, tabiatın tahribi, türlerin yok edilmesi, çevre kirliliği, kölelik – bilhassa seks köleliği – v.b. her türlü “munker” ile mücadelede İslam dünyasının esamisinin okunmaması da bir başka görev ihmali, bir başka küresel suç, hatta bir “küresel rezalet” olarak nitelenmeyi hak edecek kadar vahim bir düzeydedir.

6. EVRENSEL ADALET: ان الله يأمر بالعدل و الاحسان
Sadece İslam’ın en temel kurucu kavramlarından birisi değil, aynı zamanda Allah’ın Kur’an’da anlatılan niteliklerinin en merkezi olanlarından “adalet” , yeryüzünde her coğrafyada, her alanda ve her ölçekte hayata geçirilip kurumsallaşması ve bu suretle kalıcı bir hale getirilmesi gereken hayati bir değerdir. Selefimizin “Düzenler küfürle kaim olabilir ama zulümle asla” şeklinde veciz bir ifade ile dile getirdikleri bu husus ta İslam Ümmetinin kendisi için dahi gerçekleştirmekten aciz bulunduğu vahim bir “evrensel suç” teşkil etmektedir.

7. ZULME MUKAVEMET: و لا تطيعو أمر المسرفين الذين يفسدون في الارض و لا يصلحون
Yeryüzünde bozgunculuk yapıp dirlik düzenlik vermeyen bozguncuların emrine uymayın. 26:151-152

يَا أَيُّهَا الَذِينَ آمَنُوا كُونُوا قَوَّامِينَ لِلَّهِ شُهَدَاءَ بِالْقِسْطِ ولا يَجْرِمَنَّكُمْ شَنَآنُ قَوْمٍ عَلَى أَلاَّ تَعْدِلُوا اعْدِلُوا هُوَ أَقْرَبُ لِلتَّقْوَى واتَّقُوا اللَّهَ إنَّ اللَّهَ خَبِيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ [ [المائدة : 8]

“ Ey iman edenler Allah için adaleti tutup kaldıran adalet şahitleri olunuz.Bazı kimselere olan buğz, kin ve öfkeniz sizleri adaletsizliğe sevketmesin.Bilakis adaletli olun,zira bu Allah’a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır. Allaha karşı gelmekten sakının ,zira Allah sizin yaptıklarınızdan haberdardır.”
“Ölçme işlemlerinizde dürüst olunuz, eksik ölçenlerden olmayınız.” 26: 181
“Tartma işlemlerinde doğru ve duyarlı terazi kullanınız.” 26:182
“Halkın eşyalarını vermezlik etmeyin(onlara el koymayın). Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.” 26:183

Bu ve benzeri ayetlerde işaret edilen geçmiş toplumların karakteri, ölçüde ve tartıda hile yapmaları, haklarından daha fazlasını zorla ve gasp ederek almaları, insanlara haklarından daha az vermeleriydi; ucuza alıp fahiş fiyatla satmalarıydı. Bugün aynı haksızlıklar ve zulümler daha yaygın ve geniş ölçekli olarak dünyanın her yerinde görülmektedir. Ancak yeryüzünün neresinde, ne zaman ve ne şekilde olursa olsun her türlü zulümle mücadele etmekle mükellef olan İslam Dünyası, şu anda kendisi çözüm kaynağı olmak bir yana, bizatihi problemin bir parçası olmuş durumdadır. Öte yandan İslam Dünyasında pek çok yönetim, yeryüzünü ıslah etmek söyle dursun yakıp yıkan ve yeryüzünde bozgunculuk yapan küresel güçlerle işbirliği yaparak, İslam’ın bu ilkesini ayaklar altına almaktadır. Bu suçu gördüğü halde buna ses çıkarmayan İslam toplumları da bu suretle bu suça iştirak etmiş olmaktadırlar.

8. ZULME (işgale, istilaya, katliama, emperyalizme v.b.) KARŞI DAYANIŞMA: “Onlar, bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman birbirleriyle yardımlaşırlar.” Şura/39
Aslında Kur’an’ın öğretisi – kör gözlerle okumak şeklinde değil – ciddiye alınarak dikkatli bir şekilde incelenecek olursa, onun başta şirk olmak üzere – zira o da yaratana karşı nankörlük ederek işlenen en büyük zulümdür – yeryüzünde her türlü zulme karşı Müslümanları bilinçlendirdiği ve onları kapsamlı bir mücadeleye hazırladığı görülecektir. Ne var ki bizatihi namazın da vaz ediliş sebepleri arasında yer alan “her türlü kötülükle kapsamlı mücadele” programı (inne’s-salâte tenhâ ani’l-fahşâi ve’l-munker ) adeta unutulmuş, namazın bu mücadeleye insanı hazırlayan bir eğitim programı olduğu göz ardı edilerek, namaz ferdi, toplumsal ve küresel değişim süreciyle alakası kalmamış bir formaliteye dönüştürülmüş durumdadır.
Mamafih Kur’an zulme karşı böylesi bir küresel seferberlik öngörmekle de yetinmeyerek, bunun stratejik yönüne de dikkat çekmiş bu yolda başarıya ulaşmada “dayanışma”nın önemine vurgu yapmıştır. Buna mukabil bugün İslam ülkelerinin pek çoğunun zulme karşı direniş eksenli bir dayanışma içerisinde olacağına, yeryüzünde küresel ölçekli zulümlerin mimarlarıyla işbirliğine giderek, işi kardeşleriyle çatışma noktasına vardırdıkları ve hatta bu sebeple birbirini boğazlamaktan geri kalmadıkları açıkça görülmektedir.
Sonuç itibariyle günümüz İslam Dünyası küresel güç odaklarına eklemlenme ve bu güç odaklarının kapitalist zihniyet ürünü sosyo-ekonomik politikalarına boyun eğme anlamında ciddi bir boyunduruk altında bulunmaktadır. Bu güç odakları ise, yukarıda zikredilen pek çok Kur’an ayetinde tasvir edilen “ şer odakları” nın modern versiyonlarını oluşturmaktadır. Roger Garaudy’nin Ebu Leheb’in modern versiyonu olarak ta yorumladığı bu “münker’in egemenliği” olgusu, İslam’ın var oluş gayesine yönelik en büyük küresel tehdit olarak her geçen gün güçlenmekte, İslam Dünyası ise olan biteni seyretmekten öte bir şey yapmamaktadır. Hatta pek çok İslam ülkesi, küreselleşme adı verilen, ancak – mesela emeğin değil – sadece küresel sermayenin küreselleştiği bu sürece – yani küresel kapitalizm ya da kapitalist emperyalizm sürecine – eklemlenmek için birbiriyle yarışmakta, bu suretle kendi kendini, var oluş gayesini ve ruhunu inkar etmektedir. Hatta sömürüye ve emperyalizme karşı nispeten daha bilinçli durumdaki bazı İslam toplumları bile bu tüketim temelli kapitalist zihniyetin sonuç değil sebep olduğunu çoğu zaman görememektedir.