Fazlurrahman İslam ve Çağdaşlık adlı eserinde, İslamlaştırma politikaları izleyen bazı İslam ülkelerinin bu yöndeki çabalarını incelerken, bu ülkelerin sonuçta en iddialı oldukları bir alanda beklemedik bir başarısızlıkla karşı karşıya geldiklerinden söz eder.Onun söz ettiği bu alan hiç akla gelmeyen bir alan, yani “İslami bilgi” alanı idi. Bunun da sebebinin, Müslümanların İslam konusundaki malumatlarının bir toplumu ve bir sistemi İslamlaştırmak için yeterli olduğunu zannetmeleriydi. Ama onun söz konusu eserinde ele aldığı ülkelerin asıl başarısızlıklarının en iddialı oldukları bir alanda ortaya çıkmış olması karşısında Fazlurrahman, bu problemin çözümü için atılması gereken adımlardan bahsetmeyi de ihmal etmez ve bu konudan da geniş olarak bahseder. Bu amaçla üzerinde en fazla durduğu ve en önemli gördüğü alanın “İslami Eğitim” olduğunu bizzat eserinde müşahede etmek mümkündür. Fazlurrahman’ın bu eserinde İslami eğitim meselesiyle ilgili olarak incelediği ülkelerden birisi de Türkiye’dir. İslami eğitim alanında çözüm yolları arayışı esnasında onun özellikle Türkiye’deki İmam-Hatip tecrübesinden ve başta Ankara Üniversitesi İlahiyat fakültesi olmak üzere o zaman mevcut olan ilahiyat fakültelerindeki eğitimden, özellikle de bu eğitimin gelecekteki potansiyellerinden sitayişle bahseder. Bunda Fazlurrahman’ın Türkiye’ye olan derin muhabbetinin etkisi olsa da, yaptığı tespitin , temelinde objektif bir incelemenin sonucu olduğunu rahatlıkla ifade etmek mümkündür.
Dışarıdan bir gözlemci, hem de İslam ülkelerindeki İslami eğitim kurumları hakkında bilgi sahibi bir ilim adamı olarak Fazlurrahman’ın bu tespitleri maalesef ne inceleme konusu ettiği İslam ülkelerinde, ne de diğer İslam ülkelerinde ciddiye alınmış görünmektedir, hatta bu ülkelerin bu değerlendirmelerden haberdar olduklarını bile söylemek zordur.
Maalesef Fazlurrahman’ın mevcutlar içerisinde en iyilerden gördüğü ülkemizdeki İslami İlimler öğretimi, onun bu incelemesinden ve vefatından sonra birtakım gelişmelere sahne oldu ki, bunlara da kısaca işaret ederek, asıl konumuza geçmekte yarar mülahaza ediyoruz.
Sözünü ettiğimiz iki gelişme de maalesef müspet değil menfi yönde gelişmeler olmuştur. Bunların ilki 28 Şubat sürecinde İlahiyat fakültelerine yönelik müdahalelerdir. Bilhassa o zamanlar A.Ü.İlahiyat fakültesindeki yönetici kadrolar eliyle gerçekleştirilen değişikliklerle fakültedeki Temel İslami İlimler alanı daraltılmış, derslerin içeriklerine de belli ölçüde de olsa müdahaleye çalışılmıştır. Bunda tabii ki söz konusu 28 Şubatçı ilahiyatçı kadroların 28 Şubat sürecini fırsat bilip kendi alanlarını genişletme çabalarının da rolü olmuş görünmektedir. Zaten zaman zaman İlahiyat fakültelerinin programlarına yapılan müdahaleler çoğunlukla yukarıdan aşağıya müdahaleler olduğu için, bu 28 Şubat müdahalesi de – şiddeti dışında – diğerlerinden çok ta farklı değildi.
İkinci gelişme ise, tam ters yönde bir gelişme idi. Tam ters yönde olması ilk anda, önceki müdahaleleri tamir etmek anlamında olumlu çağrışımlar yapsa da, aslında bu ikincisi öncekinden de tehlikeli sayılabilecek bir müdahale çabası olarak tarihe geçmeye aday bir gelişmeydi. Sözünü ettiğimiz bu gelişmeyi “tersinden 28 Şubat müdahalesi” ya da “28 şubat müdahalesinin intikamı” diye nitelendirilebilecek bir adımdı. Hepimizin bildiği gibi kastettiğimiz bu gelişme, yakın aylarda İlahiyat fakültelerinin programlarına yönelik olarak ,YÖK’ teki bazı kadroların 28 Şubat benzeri tepeden inmeci müdahale teşebbüsü idi. Bu müdahalede asıl gerekçe 28 Şubat sürecindeki müdahalenin A.Ü.İlahiyat fakültesindeki yönetici kadroların patronajında gerçekleşen bir proje oluşu olsa da, bu projenin Fazlurrahman çizgisinde bir proje olduğunun da dile getirilen gerekçeler arasında yer alması calib-i dikkattir. Ama daha dikkat çekici olanı bu son müdahalenin İslam adına, İslamcılık adına, dini hassasiyet adına yapıldığına dair iddialardır ki, son derece dogmatik ve skolastik bir zihniyeti ilahiyat fakültelerine dayatmak anlamına gelen bu son müdahalenin ne kadar İslami olduğu gerçekten son derece tartışmalıdır. Nitekim İlahiyat fakültelerinin ve neredeyse İslami kesimin bütün entelijansiyasının tam bir ittifak ve icma ile bu dayatmaya baş kaldırıp hayır demesi de, yapılmak istenenin İslamiliğinin son derece tartışmalı olduğunun objektif bir delilini teşkil etmektedir.
Bu dogmatik ve skolastik zihniyeti akademik kurumlara egemen kılma çabasının arkasında yatan patolojik zihniyeti bir tarafa bırakalım, bundan da vahimi bu zihniyetin 28 Şubat sürecindekine rahmet okutacak kadar dayatmacı ve despotik bir yol izlemiş olmasıdır ki, mevcut iktidarın bu zihniyetin arkasında durması, bu skandalın sorumlularının hala görevlerinin başında bulunması ve onların hakkında herhangi bir soruşturma açtığına dair kamuoyuna bir bilgi intikal etmemiş olması, ortada son derece tehlikeli bir tehditle karşı karşıya bulunduğumuzu söylemeye imkan vermektedir.
Bu gelişmelerin İslam Dünyasında da – entelektüel selefilik değil – kaba selefilik tarafından temsil edilen ve hem Sünni hem de Şii kanadıyla, dogmatik ve skolastik din tasavvurlarının İslam Dünyasında yayılma eğilimi gösterdiği bir döneme denk düşmesi de oldukça anlamlı ve ayrıca üzerinde durulması gereken bir konudur.
İşte İslam Dünyasının ve onun bir parçası olarak memleketimizin böylesi vahim gelişmelerin pençesinde kıvrandığı şu günlerde, İslam Dünyasındaki Yüksek İslami Öğretim kurumlarının ve bu kurumlarda gerçekleştirilen eğitim- öğretim faaliyetlerinin masaya yatırılarak gözden geçirilmesi fevkalade isabetli olmuştur. Mamafih bu tür gözden geçirme faaliyetlerinin her alanda ve belli aralıklarla daima sürdürülmesi gerektiğini de vurgulamakta yarar vardır. Nitekim bu alandaki ihtiyaç ve boşluk, belki de en ciddi bir biçimde – kurucusu, sahibi, yayın kurulu üyesi ve yazarı ve hepsinden önemlisi mutfağındaki emektarlardan birisi olmakla gurur duyduğum – İSLAMİYAT dergisi tarafından tam on yıl önce İSLAMİ İLİMLER SORUNU sayısında (2003), müstakil olarak ele alınmış bulunmaktadır.
Garip olan şu ki, tam da mevcut iktidarın – ve onun kaldırmayı vaat ettiği halde daha da tahkim ederek tam bir çifte standart sergilediği YÖK’ün – yönetimi devraldığı sırada kamuoyuna sunulan bu özel sayı, anlaşılan o ki , her şeyi bilen ve bu sebeple bilgiye, araştırmaya ve bilimsel bilgiye pekte ihtiyacı olmayan yönetici elitler, bu ve benzeri çalışmaları ya haberi olmadığı, ya da bilmezlikten geldiği için göz ardı etmiş ve tabiatıyla geçtiğimiz dönemde yaşadığımız malum skandala imza atmışlardır.
Her ne olursa olsun, İslam Dünyasının her alanda belli aralıklarla bir durum tespiti, değerlendirmesi ve sonuçlarına göre bir öz eleştiri yapması hayati önemi haiz bir adımdır. Bu bakımdan İSLAMİYAT dergisinin sözü edilen dosyası üzerinden geçen on seneden sonra şu an itibariyle İslam Dünyasının İslami ilimler sorununu tekrar masaya yatırmak son derece isabetli ve bir o kadar da önemli bir girişimdir.
Günümüz İslam Dünyasındaki yüksek dini eğitim veren kurum ve kuruluşların tafsilatlı olarak değerlendirilmesine geçmeden önce , İslam Dünyasının mevcut durumu üzerinden genel bir değerlendirme yaparak bir giriş yapmak yerinde olacaktır. Bu amaçla yapılması gereken İslam Dünyasının genel olarak durumuna bir göz atmak yeterli olacaktır.Nitekim bugün İslam Dünyasının yaşadığı siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel çalkantılara, krizlere, gerilimlere ,çatışmalara,hatta savaşlara bakıldığında bunların azımsanmayacak bir kısmının İslam toplumlarının İslam tasavvurları ve algılarıyla çok yakından ilgisi olduğunu görmek zor değildir. Başta ırkçılık, milliyetçilik, bölgecilik, mezhepçilik, hizipçilik, gurupçuluk temeline dayalı her türlü ayrımcılık büyük ölçüde dini tasavvurlardan beslenmektedir. Yöneten-yönetilen ilişkilerinde de İslam tasavvurları her iki tarafın birbirine karşı kullandığı en kullanışlı ve etkili birer silaha dönüşmüş durumdadır. Öte yandan çeşitli dini veya siyasi gurupların liderlerinin lider sultalarını pekiştirmek, bu yapı içerisinde belli kesimlere siyasi, ekonomik ve ya benzeri çıkar sağlamak ve bu sömürü sistemini sürdürmek amacıyla da İslam tasavvurları en açık bir biçimde araçsallaştırmaya devam etmektedir.
İslam Dünyasındaki bu ve benzeri dini sapma ve istismarların – Dr. Ali Şeriati’den ilham alarak söylemek gerekirse “Karşı Din” in, ya da “Paralalel Din”lerin – varlığı bir gerçek iken, bu manzara karşısında İslam Dünyasının yüksek dini öğretim kurumları ne yapmaktadır? Hemen belirtelim ki bu feci manzarayı düzeltmek için bu kurumlarda sergilenen müspet çabalar son derece cılız ve etkisizdir. Hatta tam aksine sağlıksız din tasavvurlarından beslenen bu “paralel” kokuşmuş yapıların ve olguların içerisinde aktif olarak yer alanların büyük bir kısmı bu yüksek din öğretimi kurumlarının kadrolarından oluşmaktadır. Keza bu “Paralel Din” lerin medyadaki sözcülüğünü ve propagandacılığını üstlenen de benzer kesimler ve kadrolardır.
O halde tafsilata girmeksizin ve olgusal sonuçlardan hareket ederek denilebilir ki, İslam dünyasındaki yüksek din öğretimi kurumları, İslam toplumlarının karşı karşıya bulunduğu derin krizler ve çözüm bekleyen hayati meseleler karşısında çözüm kaynağı kurumlar olmaktan ziyade her türlü statükoyu besleyerek ve takviye ederek, problemin bir parçası olmanın ötesinde bir işlev göremez durumdadırlar.
Daha da özet bir değerlendirme yapacak olursak İslam ülkelerindeki yüksek dini öğretim kurumları daha iyi bir gelecek konusunda bir ümit kaynağı olmaktan uzak bulunmaktadırlar. Bu karamsar tabloya ve üzücü sonuca rağmen bu öğretim kurumlarının daha yakından incelenerek ciddi bir değerlendirmeye tabi tutulmaya muhtaç olduğunda kuşku yoktur. Ülkemizdekilerle yer yer mukayeseler de yaparak bu incelemeyi birtakım başlıklar halinde sürdürmek isabetli olacaktır:
İDARİ YAPI – YÖNETİM AÇISINDAN ( İYÖK ) : ÖZGÜRLÜK , BAĞIMSIZLIK VE ÖZERKLİK PROBLEMİ
İslam ülkelerindeki İslami Yüksek Öğretim Kurumları (İYÖK) çok büyük oranda devlete bağlı resmi kurumlar olmaları itibariyle tam bağımsız ve özerk bir yapıda değildirler. Bu tür İYÖK genellikle resmi ya da sivil üniversitelerin bünyesindeki fakülteler olarak yapılandırıldıkları gibi, mesela Bosna – Hersek örneğinde olduğu gibi, oranın Diyanet İşleri başkanlığına (Riyaset) bağlı İslami ilimler fakültesi (Fakultatska İslamska) olarak faaliyetlerini yürütenler de vardır. Devlete bağlı olmayan ve özel sektör tarafından finanse edilen az sayıdaki kurumlar da yine devletler tarafından sıkı bir kontrole tabi tutulmaktadırlar. Her iki durumda da – ilmi araştırma ve öğretim – eğitim için olmazsa olmaz şart olan – özgürlük temel şartı tam olarak mevcut olmadığından, yapılacak araştırma ve eğitim – öğretim faaliyetlerinin şekil ve muhteva açısından belirlenmesi de devletlerin resmi ideoloji ve politikalarına boyun eğmek durumunda kalmaktadırlar. Bu durum ister Sünni, ister Şii-İmami, ister İbadi ister Selefi olsun hemen bütün mezhepler için söz konusudur. Bu sebeple mesela Mısır’da el-Ezher, Suudi Arabistan’da Usulu’d-Din , eş-Şeria ve ed-Da’ve ve’l-İrşâd fakülteleri, Türkiye’deki ilahiyat fakülteleri, İran’daki – bilhassa Kum kentindeki – kurumlar, Tunus’taki Zeytuniye üniversitesi ile, Mağrib(Fas)taki üniversitelere bağlı İYÖK, Bosna-Hersek’teki İslam Fakülteleri, Asya Türki Cumhuriyetlerindeki İYÖK, Malezya’da resmi üniversitelere bağlı İYÖK, tamamen ya da çok büyük oranda devlet kontrolünde kurumlardır. Özel sektör veya sivil vakıflar ya da şahıslar tarafından kurulmuş olan İYÖK da yine büyük ölçüde devlet kontrolü altında faaliyetlerini sürdürmek durumundadırlar. Bunlardan bilhassa Körfez ülkelerindeki özel İYÖK sahipleri olan şahıs, vakıf ve sivil kurumlar zaten büyük ölçüde bölgedeki monarşilerin üyeleri olan zengin çevrelere ait olduğu için, bu noktada resmi-sivil ayrımı da fazla bir anlam taşımamaktadır.
Durum bu olunca İslami bilgi üretimi ve öğretimi alanında faaliyet gösteren bu kurumların İslami öğretiyi ancak yönetimlerin ve statükoların çizdiği sınırları aşmamak kaydıyla gerçekleştirebildikleri ve yönetime karşı gerektiğinde eleştirel ve muhalif bir tavır sergileyerek, öğretim faaliyetlerini bu çizgide yürütebildiklerini söylemek mümkün değildir, ki bunun anlamı “siyasetin ve statükonun güdümünde din öğretimi”dir. Tarih boyunca Yahudi, Hristiyan ya da Müslüman olsun bütün medeniyetlerde ve toplumlarda yönetimlerin dini ve din adamlarını kendi çıkarları ve amaçları doğrultusunda kontrol etme eğiliminde oldukları bilinmeyen bir şey değildir. Bu olgu konumuz olan İYÖK açısından da hala geçerli bir tespittir.
Buradan hareketle ülkemiz dahil İYÖK nın ciddi bir özerklik ve bağımsızlık problemiyle karşı karşıya bulunduklarını söylemek mümkündür. Bu noktada ülkemizdeki ilahiyat fakültelerinin İslam ülkelerindeki benzer akademik kurumların gerisinde kaldığı bir hususa da işaret etmeden geçmemek gerekir. Ülkemizdeki ilahiyat fakültelerinin idari yapısı, genel devlet yapısının karakterinin bir uzantısı ya da yansıması olarak, akademik olanlar da dahil yetkilerin fakülte yönetiminde toplandığı merkeziyetçi ve otoriter niteliktedir. Buna mukabil mesela Suudi Arabistan gibi bir ülkede gerek Usulu’d-Dîn, gerek eş-Şerîa ve gerekse ed-Da’ve ve’l-İrşâd fakültelerinde fakülte yönetimi sadece idari-mali zorunlu işleri yürütmekte olup, akademik konular tamamen bölümlere bırakılmış durumdadır. Bu sebeple bölüm kurulları bizdeki ilahiyat fakültelerinin yönetim kurulları ve akademik kurulları gibi çalışmaktadır. Bu da bizim ilahiyat fakültelerimizin aksine yetkilerin dağıtıldığı ve büyük oranda adem-i merkeziyetçi bir yapılanmanın tercih edildiği anlamına gelmektedir ki, bu açıdan ülkemizin mesela bir Suudi Arabistan’ın dahi gerisine düşmüş olması düşündürücüdür.
HEDEFLERİ VE AMAÇLARI AÇISINDAN İSLAMİ YÜKSEK ÖĞRETİM KURUMLARI (İYÖK ) :
İslam Dünyasında İYÖK yapılarının hedef ve amaçlar bakımından homojen ve standart olmadığını, yapılanmaların ülkeden ülkeye değişiklik arz ettiğini rahatlıkla ifade edebiliriz. İYÖK nın büyük ölçüde toplumları din ve din adamları aracılığıyla kontrolde tutmak amacına hizmet etmek üzere dizayn edildiği göz önüne alındığında, bu kurumların tamamen bu amacı gerçekleştirecek din adamı ve ilim adamı kadrolarını temine yöneldikleri söylenebilir. Bir anlamda bu kurumların aslında devlet kurumlarında istihdam edilecek din görevlileri, din adamları ve ilim adamları yetiştirmeye yönelik kurumlar olduklarını da aynı şekilde ifade etmek mümkündür.
Ne var ki bu temel amaca ulaşmak için benimsenen modeller ülkeden ülkeye değişiklik arz edebilmektedir. Bu konuda sözü uzatmamak için ülkemizdeki kurumsal yapı ile bazı İslam ülkelerinin kurumsal yapıları arasında yapılacak bir mukayese, genel olarak bir fikir edinmemizi de sağlayabilecektir. Bilindiği gibi ülkemizde de İYÖK olarak sadece İlahiyat fakülteleri hizmet vermektedir. İster resmi üniversiteler, isterse vakıf üniversiteleri bünyesindeki İlahiyat fakülteleri olsun bu kurumlar, birtakım istisnalar hariç, genel olarak farklı alanlarda hayata atılan üç tip öğrenci mezun etmektedirler: a) Diyanet İşleri başkanlığında imam, vaiz, müftü olarak ya da merkez teşkilatta görev alacak olanlar, b) MEB de Din-Ahlak bilgisi öğretmeni olarak görev alacaklar, c) İlahiyat fakültelerinde akademik kariyer yapacak olanlar. Ülkemizde bu birbirinden oldukça farklı mahiyetteki mesleklerin adayları aynı fakültede ve gerekli uzmanlaşma sağlanmaksızın, neredeyse aynı eğitimi alarak mezun olmaktadırlar.
Buna mukabil pek çok Ortadoğu ülkesinde – tipik olarak ta Suudi Arabistan’da ise – daha işlevsel ve gerçekçi bir yapılanmaya gidildiği söylenebilir. Zira bu ülkede her bir istihdam alanına uygun bir biçimde ayrı birer fakülte bünyesinde öğretim faaliyetleri sürdürülmektedir. Buna göre din görevlisi (imam-hatip, vaiz, İslam davetçisi, tebliğcisi) olarak görev yapacaklar için birisi Usulu’d-Din diğeri ed-Da’ve ve’l-İrşâd olmak üzere iki tip fakülte hizmet vermektedir. Bunlardan ilki, Kur’an İlimleri (el-Kur’ân ve Ulûmuhu), Sünnet İlimleri (es-Sunne ve ulûmuha) ve Akaid (el-Akîde) bölümlerinden oluşmaktadır. İkinci tip fakülte ise daha ziyade vâiz, hatip ve İslam davetçisi mezun etmeye yönelik bir fakülte olup, programları ağırlıklı olarak vaaz ve irşat ile ilgili alanları kapsamaktadır. Bu iki tip fakülte dışında bir de Şeriat(eş-Şerîa) fakülteleri vardır ki, bunlar şeriata dayalı hukuk sistemini yürütecek kanun adamları olan kadıları (el-Kudât) yetiştirmeye yönelik fakültelerdir. Bu fakülte mezunları daha sonra Ma’hadu’l-Kudât (Hakimlik Enstitüsü) adlı kurumda görecekleri iki yıllık uzmanlık eğitimini müteakiben adalet sisteminde görev almaktadırlar.
Bu mukayesenin geçtiğimiz yıllarda ülkemizde ilahiyat fakültelerinin program değişikliği konusunda yaşanan skandalla yakın bir ilişkisi olduğu için, üzerinde biraz daha durmakta yarar vardır. Sözü uzatmadan belirtelim ki, ülkemizde yaşanan bu skandalın arkasında tam da İlahiyat fakültelerinin işlev ve misyonu konusundaki kafa karışıklığı yatmaktadır. YÖK’te bu skandalın aktörleri olarak gösterilen kişilerin İslam tasavvurları ve zihniyet yapıları hakkında bize ulaşan bilgiler, kişisel gözlemler ve bu kişilerin yaptıkları çalışmalar göz önüne alındığında, bu tepeden inmeci müdahalenin arkasında, medyatik ifadeyle “ İslamcı” kadrolar yetiştirip, mevcut iktidarı daha da kalıcı hale getirmek amacının yattığı kolaylıkla tahmin edilebilir. Nitekim resmi olsun vakıf olsun çeşitli üniversitelere bağlı ilahiyat fakültelerinde – 28 Şubat sürecinin ilahiyatçı baş aktörlerinin bulunduğu Ankara Üniversitesi ilahiyat Fakültesinden ve bu fakülteye teşmil edilip yamanmaya çalışılan “modernistlik” ten intikam ve rövanş almak amacıyla – başta Marmara ve Konya İlahiyat fakülteleri gibi geleneksel ve muhafazakar yapıdaki kurumlardan mezun olanlarla, yine başta Nurcular olmak üzere çeşitli cemaat ve tarikat guruplarına mensup mezunların planlı ve kasıtlı olarak yerleştirilmesi , diğer bir ifadeyle “dogmatik ve skolastik zihniyetin kadrolaşması” tamamen böyle dar bir bakış açısının ve kısır bir zihniyetin ürünüdür.
Diğer yandan girişilen bu müdahalenin akademik açıdan da tutarlı bir yanı yoktur. Zira birer ilim yuvaları olan akademik kurumlardaki bilimsel faaliyetlerin olmazsa olmaz şartı olan, araştırma, inceleme, sorgulama ve tenkit devre dışı bırakıldığında, bu kurumlar zaten ilmi öğretim kurumları olmaktan çıkar, birer propagandist yetiştirme yuvasına dönüşür.
Mamafih bilimsel araştırmadan ziyade, İslam’ın birtakım değerlerini topluma aktarmayı amaçlayan vaaz ve irşat ile davet ve tebliğ faaliyetleri için ayrı bir eğitim-öğretim programı ihdası cihetine gitmek te mümkündür ki, muhtemelen YÖK’ün bu tepeden inmeci müdahalesinin altında böyle bir din öğretimi tasavvuru yatmaktadır. İşte bu gibi mülahazalarla olsa gerek, Suudi Arabistan örneğinde olduğu gibi, ilahiyatçı yetiştirmek için ayrı, kanun adamı yetiştirmek için ayrı, davetçi ve tebliğci yetiştirmek için ayrı fakülteler ihdası cihetine gidilmiştir ki, yukarıdaki izahatın ışığında bu ayrım oldukça makul görünmektedir. Bu sebeple ülkemizdeki yüksek din öğretimi konusu ele alınırken, diğer İslam ülkelerindeki modeller mutlaka araştırılıp incelenmeli ve bunlardan istifade edilmelidir. Maalesef bu kadarıyla dahi araştırmaya tenezzül edilmediği için, geçenlerde yaşanan bu skandalın ortaya çıkmasına engel olunamamıştır. Dolayısıyla ülkemizdeki yüksek din öğretimi faaliyetleri gözden geçirilip değerlendirmeye tabi tutulmak isteniyorsa, önce bu kurumlardan hangi alanda ve hangi amaçla, hangi nitelikleri haiz kadroların yetiştirilmek istendiği belirlenmeli, buna göre İlahiyat fakültelerinin programlarında belli bir uzmanlaşmaya gidilmelidir. Bugün ülkemizde makro ve mikro hedefler belirlenmeden ve hiçbir ihtiyaç tespiti ve planlaması yapılmadan bir furya halinde ilahiyat fakülteleri açma teşebbüsleri, işte tam da böyle bir vizyonsuzluk atmosferinde gerçekleşmektedir ki, kısa ve orta vadede bu fakültelerin son derece ciddi sıkıntılara yol açacak gelişmelere gebe olduğunu şimdiden – yukarıdaki mülahazalara da dayanarak – tahmin etmek zor olmasa gerektir.
EGEMEN ZİHNİYET VE METOTLAR AÇISINDAN İYÖK :
Gerek Sünni (Hanefi, Şafii, Maliki, Hanbeli, Eş’ari, Maturidi, Sufi, Selefi), gerek Şii (İmami- Zeydi) gerekse İbadi geleneklerin egemen olduğu toplumlardaki İYÖK nın öğretim faaliyetlerine damgasını vuran baskın zihniyetin “geleneksel – taklidi “ ve şu veya bu oranda “mezhepçi” bir bakış açısının ürünü olduğunu, yukarıda sayılan bütün farklılıkları kuşatacak bir şekilde İslam geleneğinin tamamını sahiplenen bir bakış açısını öğretim faaliyetlerine yansıtabilen bir İYÖK bulmanın neredeyse imkansız olduğunu söylemek mümkündür. Türkiye’nin durumu ise bu bakımdan pek çok İslam ülkesinden daha vahimdir. Zira mesela İran gibi katı bir geleneksel İmami – Şii geleneğe – Dr. Ali Şeriati’nin tabiriyle Ali Şiası geleneğine değil de Safevi Şiası geleneğine – yaslanan bir ülkede bile yüksek İslami ilimler öğretimi yapan kurumlarda – mesela Kum kentindeki Câmiatu’l-Mustafa’da ve Dâru’l-Hadîs’te olduğu gibi – yarısı Şii yarısı da Sünni kaynaklardan oluşan kütüphanelere ve şii-sünni mukayeseli İslam araştırmalarına sık sık rastlanabildiği halde, ülkemizde – ve tabii mesela Suudi Arabistan ve Katar gibi selefi geleneğin egemen olduğu ülkelerde de – böylesi tek bir kütüphane örneğine dahi rastlamak mümkün değildir.
Meseleye bu açıdan bakıldığında, ülkemiz dışındaki pek çok İslam ülkesinin, o ülkedeki egemen mezhep dışındaki mezheplere ve ekollere nispeten daha fazla ilgi duyduğunu söyleyebiliriz. Ama ülkemizin durumu bu açıdan hiç te iç açıcı değildir. Nitekim mesela İran’da yirmi yıldan fazla bir süredir düzenlenmekte olan “Mezhepleri Birbirine Yakınlaştırma (et-Takrîb beyne’l-Mezahib)” toplantılarına en zayıf katılım ülkemizin katılımı olup, üstelik katılımcılar arasında ilahiyat fakültelerinden gelen akademisyenler yok denecek düzeydedir. Halbuki iki ülkenin coğrafi konumu ve ortak tarihi geçmişi itibariyle en güçlü katılımın Türkiye’den gelmesi beklenirdi. Bu üzücü durumu mazur göstermek için gerekçe olarak geçmişte İran ile ilgili olarak resmi-sivil toplumsal baskılar gerekçe gösterilmeye çalışsa da, bu gerekçenin yanında İlahiyat fakültelerindeki Sünni mezhepçilik taassubunun, yine İlahiyat fakültelerindeki öğrencilerin akıllarına ve ruhlarına ipotek koyma çabasında olan bazı cemaat ve tarikatların da benzer eğilimlerinin rolü olmadığı söylenemez. Hatta bu konuda beklentilerin aksine Ankara Üniversitesi İlahiyat fakültesindeki bazı hocaların – ki bunlar aynı zamanda 28 Şubat sürecinin de aktörleri arasında yer alan ilahiyatçılardır – hala öğrencilere Şii düşmanlığı telkin edip, bu müzmin hastalığın mikroplarını beyinlere ve ruhlara aşılamaya çalıştığı da acı bir gerçektir.
Hatta daha da ileriye giderek ülkemizdeki İlahiyat öğretiminde bırakın Şii geleneği, Sünni geleneğin bir parçası olan ve ülkemizin güneydoğusundaki halkın da mezhebi ni teşkil eden Şafiilik geleneğinin bile – tıpkı DİB tarafından da dışlanması gibi – göz ardı Biraz daha ileriye gidecek olursak İlahiyat fakültelerinin sadece Şafii geleneğini değil, Caferilik, Alevilik, Nusayrilik gibi sosyolojik bir vakıa olan diğer dini-mezhebi-kültürel realiteleri de görmezlikten geldiği, ya da “sapıklık” söylemiyle bunlara karşı dışlayıcı bir tavır aldığı da bir gerçektir.
İlahiyat fakültelerinin bu memleketin vatandaşlarının ortak malı olduğu ve bütün vatandaşlara hizmet vermesi gerektiği ortada iken, yukarıda sözü edilen mezhepçi ve hizipçi zihniyetin egemenliği sebebiyle toplumda din konusunda herkesi memnun ve tatmin eden bir öğretim faaliyeti maalesef gerçekleştirilememektedir.
Benzer durumun pek çok İslam ülkesi için de geçerli olduğunu rahatlıkla söylemek mümkündür. Ancak pek çok İslam ülkesinin bu konuda ülkemizden ileride olduğunu da belirtmek gerekir. Mesela daha önce katı İmami-Şii geleneğe yaslandığını söylediğimiz İran’daki İYÖK nda bile Şii geleneğe ek olarak isteyene Sünni geleneğe uygun bir öğretim hizmeti de sunulabilmektedir. Hemen bunu bir şii takıyyesi girişimi olarak damgalamakta geç kalmayacak olanlara söylenecek olan ise şudur: Ülkemizde en azından bir Sünni takıyyesi olarak bile böyle bir öğretim hizmeti sunulamamış olması bir eksiklik değil midir?
Keza Yemen gibi kabaca yarısı Şafii yarısı Zeydi kesimlerden oluşan bir toplumda her iki geleneğe uygun bir şekilde İslami ilimler öğretimi hizmetinin sunuluyor olması da ülkemizin rahatlıkla benimsemesi gereken bir model olabilecek niteliktedir.
İslam ülkelerindeki yüksek İslami ilimler öğretiminin İslam geleneğinin tamamını kuşatamama kusuru, aynı zamanda bu ülkelerdeki öğretim faaliyetlerinin birbirleri hakkında derin bir bilgisizliği, hatta cehaleti de beraberinde getirmesine yol açmaktadır. Tıpkı ülkemiz ilahiyat camiasının İran’daki İslami ilimler öğretimi ve araştırmaları alanındaki ilgisizliği ve bilgisizliği gibi, İran’da da ülkemizdeki İslami ilimler alanı hakkında derin bir ilgisizlik ve bilgisizlik hüküm sürmektedir. Ülkemizin ilahiyat camiasının bu ilgisizlik ve bilgisizliği İmamiye Şiasıyla da sınırlı değildir. Maalesef pek çok ilahiyat fakültesinde “ölü mezhepler” olarak okutulan ana mezheplerin her birinin şu anda İslam dünyasında canlı ve dipdiri bir şekilde varlıklarını sürdürdükleri akademisyenlerin dahi çoğunun meçhulüdür. Çeşitli alt guruplarıyla Sünnilik ve yine çeşitli alt guruplarıyla Şiilik dışında Zeydiyye mezhebinin Yemen’de, İbadilik mezhebinin de Uman ve Kuzey Afrika’da hala canlı olduğunu, bunların yüksek İslami ilimler öğretimi hizmeti veren öğretim kurumları yanında, pek çok araştırma merkezlerinin mevcudiyeti batılı İslam araştırmacılarının malumu ise de, bizdeki ilahiyatçıların ekseriyetinin meçhulüdür. Hatta sadece Zeydiyye ve İbadiyye değil, – çoğumuza şaşırtıcı gelse de – Mu’tezile’nin bile günümüzün yaşayan bir mezhebi olduğu çoğumuzun meçhulü olan bir keyfiyettir. Tabiatıyla Mutezile bu isim altında değil, büyük ölçüde Yemen’deki Zeydilik içerisinde, bir ölçüde de İmamiye Şiası üzerindeki etkileri aracılığıyla yaşamaya devam etmektedir. Nitekim bugün Yemen’deki Zeydiler Mutezili “usul-i hamse(beş esas)” öğretisini tamamen benimsemekle birlikte bu teolojik kimliklerini değil de siyasi kimliklerini ön plana çıkararak kendilerini “Zeydi (İmam Zeyd’in takipçileri)” olarak tanımlamaktadırlar.
Özetlemek gerekirse ülkemiz dahil İslam ülkelerinde İslam geleneğine bir bütün olarak sahip çıkan bir bakış açısının varlığından söz etmek fevkalade zordur. Hatta tam aksine şu veya bu orandaki bir “mezhepçilik” ve “mezhep taassubu” İYÖK nda egemenliğini hala sürdürmektedir. Zihniyet olarak durum bu merkezde olduğu gibi, bu egemen zihniyetin tabii bir uzantısı ve sonucu olarak bu kurumlardaki öğretim faaliyetinde egemen olan yöntem anlayışı da oldukça problemlidir.
İslam Dünyasındaki yüksek İslami ilimler öğretiminde yöntemin de oldukça parçacı ve parçalı olduğunu, İslami ilimler alanında bütüncül bir araştırma metodolojisinden bahsetmenin mümkün olmadığını rahatlıkla ifade etmek mümkündür. Nitekim Kur’an araştırmaları alanında ayrı, Sünnet-hadis alanında ayrı, fıkıh alanında ayrı ve akaid-kelam alanında ayrı yöntemler söz konusu olup, bütün İslami ilimleri kuşatacak ortak bir metodolojinin esas alındığı herhangi bir ülke ya da kurumun söz konusu olmaması da bu parçalılığı gözler önüne açıkça sermektedir.
Bu parçalılık saydığımız her bir disiplin için de ayrıca söz konusudur, zira mesela Kur’an araştırmaları alanında klasik Ulumu’l-Kur’an literatürü esas alındığı halde, usul-i fıkıh ya da kelam literatüründe Kur’an araştırmaları alanına dair katkılar genellikle göz ardı edilir. Aynı durum hadis araştırmaları alanında da aynen geçerlidir. Bu da parçalılığı daha da derinleştiren ve atomcu bir manzaranın egemen olmasına yol açan bir yaklaşımın egemenliğiyle sonuçlanmaktadır.
Bilgi nazariyesi(epistemoloji) de dahil metodoloji konularında geçmiş yüzyıllarda geliştirilmiş olan yaklaşımların bu şekilde seçmeci ve parçacı bir şekilde öğretim faaliyetinde esas alınması yanında, klasik yaklaşımların aşılmaya çalışıldığı yenilik çabalarının da son derece cılız olduğunu belirtmekte yarar vardır. Bu bakımdan mesela gerek Kur’an araştırmaları gerekse Hadis-Sünnet araştırmaları alanında esas alınan metodoloji öğretimi bakımından, mesela Türkiye ile Suudi Arabistan, ya da Körfez ülkeleriyle Pakistan arasında ciddi bir fark yoktur. Bu alanlarda klasik literatürün bile en gözde örnekleri öğretimde esas alınacak yerde, klasik literatürün en problemli yaklaşımları bu öğretim faaliyeti aracılığıyla günümüzde de sürdürülmekte, bu da İslami öğretimle ilgili çağdaş problemlerin çözümsüzlüğe mahkum edilmesinden başka bir işe yaramamaktadır.
Bu sebepledir ki gerek ülkemizde gerek diğer pek çok İslam ülkesindeki İYÖK nda hala İslam’a taban tabana zıt pek çok inanç, düşünce ve uygulamanın İslam adına öğretildiği, pek çok mitolojik unsurun, hurafe ve batıl inançların, aslı olmayan bilgilerin din adına bu yüksek öğretim kurumlarında aktarılmaya devam ettiğini görmek bizleri şaşırtmamalıdır.
ATAERKİL KURUMLAR OLARAK İYÖK: İSLAM’IN ERKEK/BIYIKLI/SAKALLI YORUMUNUN EGEMENLİĞİ
İYÖK nın tarihi gelişimin bir uzantısı olarak “ataerkil kurumlar” olduğunu rahatlıkla ifade etmek te mümkündür. Nitekim İslam ülkelerindeki İYÖK na bakıldığında akademik kadroların ezici bir çoğunlukla erkeklerden oluştuğunu görmek zor değildir. Ülkemiz Türkiye’deki ilahiyat fakülteleri de dahil olmak üzere, selefi eğilimlerin egemen olduğu, ya da katı muhafazakar din algısının yaygın olduğu toplumlarda İslami İYÖK nda kadın akademisyenlerin varlığına ya hiç rastlamak mümkün değildir, ya da son derece sınırlı bir oranda kadınların bu alanda mevcudiyetine “tahammül edilmekte” ya da “katlanılmakta”dır. Bu durumun istisnası olan Malezya, Mısır, Katar gibi ülkelerde durum sayısal olarak farklı olmasa bile, Müslüman kadının İslami ilimler alanında varlık göstermesi desteklenmekte, en azından engellenmemektedir. Ama şu kadarını söyleyelim ki, ondört asırlık İslami ilimler geleneği maalesef ataerkil bir gelenektir. Bir başka medyatik ifade ile İslamın ondört asırlık yorumu “erkek yorumu” ya da “sakallı-bıyıklı yorumu”dur. Buna rağmen bu geleneğin değiştirilmesi ve İslam ümmetini yarısından fazlasını oluşturan Müslüman kadının bu alanda rol alması suretiyle bir denge kurulması için fazla ümitvar olmak ne yazık ki şu an için mümkün görünmemektedir.
ÇAĞDAŞ GELİŞMELER AÇISINDAN İYÖK : MODERN ARAŞTIRMALARA KAYITSIZLIK
Bu İYÖKnda, gerek İslam dünyasında gerek dünyanın diğer bölgelerinde İslami ilimler alanında gerçekleştirilen çağdaş araştırmalara olan ilgi bir yana bir ilgisizlikten, hatta lakaydilik derecesinde bir ilgisizlikten dem vurmak yanlış değildir. Ülkemiz ilahiyat fakülteleri de bunun bir istisnası değildir. Zira elli seneden fazla bir süredir İlahiyat fakültelerinde yapılan Y.Lisans ve Doktora tezlerinin sonuçlarının hemen hemen çok az bir kısmı bu kurumlardaki öğretim faaliyetine yansımaktadır. (Aynı şey İlahiyat fakültesi mezunlarını istihdam eden DİB için de söz konusudur, zira onun vaaz u irşat faaliyetlerinde de bu akademik çalışmaların sonuçları neredeyse hiç yansımamaktadır).
Bu ilgisizlik yetmiyormuş gibi, çağdaş araştırmalara karşı sık sık buğz ve adavete varan bir soğukluk ve hoşnutsuzluk da ,ülkemiz dahil pek çok İslam ülkesinin İYÖKnda yaygın olarak görülmektedir. Bunun da sebebi ezberci, taklitçi, teslimiyetçi geleneksel muhafazakar eğilimlerin sorgulama ve tenkide dayalı çağdaş bilimsel araştırmaları, kendi konformizmi için bir tehdit olarak algılaması, bu tehditle yüzleşmek için yapılması gereken araştırma nitelikli çalışmalara girme konusundaki isteksizlik ve tembellik, öte yandan bu gibi çalışmaları takip için gerekli olan yabancı diller konusunda donanımsızlık, bu öğretim kurumlarının çoğunun “gelişmiş lise” ya da “gelişmiş imam-hatip” düzeyini aşamamasına da yol açmaktadır.
PROGRAMLAR VE İHTİYAÇLAR AÇISINDAN İYÖK :
İslam ülkelerindeki İYÖK İslami ilimler geleneğini sürdürmek kadar ve ondan da önemli olarak, toplumsal ihtiyaçları karşılamak ve toplumsal meselelerde çözüm üretmek durumundadır. Bu açıdan bakıldığında, İYÖK programlarının büyük ölçüde “çağ dışı” ya da“ yüzü geçmişe dönük” bir mahiyet arz ettiği ve bu hususun neredeyse bütün İslam ülkelerinde ciddi bir problem teşkil ettiği rahatlıkla ifade edilebilir. Ülkemizde de olduğu gibi, ilahiyat fakültelerinin mevcut programlarında çağdaş gelişmeler, meseleler ve problemlerle ilgili görünen bazı başlıklara rastlansa da, genelde bu gibi başlıklar altında dahi geçmiş yeniden üretilmekte, tarihten gelen problemler bugüne yeniden taşınmaktadır. Bu bakımdan tamamen çağın şart ve ihtiyaçlarını göz önüne alan tatminkar bir İslami ilimler programına rastlamak çok zordur. Bunun imkansız değil de çok zor olduğunu söyleyerek katı ve kesin bir değerlendirme yapmaktan kaçınmamızın sebebi ise, çok nadir de olsa – mesela Bosna-Hersek ve Katar gibi – bazı İslam ülkelerinde olması gereken yönde bazı gelişmelere rastlanmasındandır.
Bu iki örnekten Bosna-Hersek İlahiyat fakültesinde programların ağırlık merkezi çağdaş meseleler ve ihtiyaçlar olduğu gibi, mezun edilen talebeler de, İslam ülkelerindeki gelişmeleri takip edebilecek düzeyde yabancı dil – bilhassa Arapça – donanımı ile güçlü bir formasyona sahip olabilmektedirler. Hatta Suudi Arabistan’da öğretim üyeliği yaptığım yıllarda Suudlu arap öğrencilerle sadece meslek derslerinde değil, arap dili ve Kur’an kıratı ve tilaveti alanında da boy ölçüşen Bosna- Hersek’li öğrenciler daha o zaman dikkatimi çekmişti.
Bu vesileyle ülkemizdeki ilahiyat eğitiminin müzmin bir zaafına da mutlaka dikkat çekmek gerekir ki, sözünü ettiğimiz bu husus doğrudan ve dolaylı olarak arap diliyle ilgili bir zaaftır. Doğrudan olanı şudur: Yaklaşık kırk yıldır başta Ortadoğu olmak üzere pek çok İslam ülkesini bilfiil ziyaret ederek ya da oralarda görev yaparak tanımaya çalışan biri olarak şunu rahatlıkla ifade edebilirim ki İslam Dünyasında, İslami ilimler öğretimi gördüğü halde Arapça konuşup yazamayan sadece ve sadece ülkemizdeki ilahiyat mezunları talebelerimizdir.
Dolaylı olanı ise şudur: Öncekinde olduğu gibi, İslami ilimler tahsil edip, bu amaçla da arap dilini şu veya bu ölçüde öğrendiği halde, Arapçada olmayan “ü” sesini Arapçada ve buna bağlı olarak olarak Kur’an kıraat ve tilavetinde kullanmakta ısrar hatta inat eden tek ülke ülkemiz Türkiye’dir. Buna mukabil Bosna-Hersek ve hatta Malezya-Endonezya gibi ana dili Arapça olmayan ülkelerin ilahiyatçılarının hem Arapça konuşma hem de Kur’an kıraat ve tilavetinde arap fonetiğinden farksız başarılı bir performans sergilediklerini burada hatırlatmakta yarar vardır.
Günümüz şart ve ihtiyaçlarını, çağımızın gelişmelerini ve meselelerini merkeze alan bir İslami ilimler programının uygulandığı, bu itibarla da “ yüzü geçmişe dönük” değil “yüzü bugüne ve geleceğe yönelik” olan belki de tek örnek – lisans üstü öğretim veren – Katar’daki İslam Araştırmaları Fakültesi (Qatar Faculty of Islamic Studies – QFIS ) dir. Katar Üniversitesindeki Şeriat ve İslam Araştırmaları Fakültesi( College of Sharia and Islamic Studies) ile karıştırılmaması gereken QFIS, tamamen çağdaş konu ve meselelerle ilgili altı programı ve bu çerçevede altı araştırma merkezi ile öğretim faaliyetini beş yıldır sürdürmekte olan çok genç bir fakültedir. Çağdaş Fıkıh, İslami Finans ve Bankacılık, İslam Hukuku ve Ahlak, İslam Mimarisi ve Şehirciliği, Çağdaş İslam Toplumları, İslami Yönetişim, Tecdid ve Orta Yol, Müslümanların Medeniyete Katkıları gibi programları ve merkezleri ile Katar’a ve İslam Dünyasına siyaset, yönetişim, ekonomi, şehircilik, mimari, ahlak alanlarında İslami yaklaşımlar sunma çabasındaki bu fakülte, lisans öğretimini de kapsayacak şekilde daha da geliştirilip bütün İslam ülkelerinin istifadesine sunulmaya layık bir teşebbüs olarak görünmektedir. (Burada sözü edilen bu fakültenin kurucu dekanının, kuruluş öncesinde İslam Dünyasındaki, yüzlerce fakülteyi inceledikten sonra bu modeli geliştirdiğini de eklemek yerinde olur).
İYÖK nın toplumsal hizmet açısından oynadığı role gelince, genel olarak İslam dünyasının karşı karşıya bulunduğu hayati önemi haiz siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel problemlerin çözümü konusunda bu akademik kurumların başarılı bir performans sergiledikleri söylenemez. Bu performans düşüklüğünün sebepleri arasında İYÖK nın öğrenci yetiştirme ve araştırma yapma dışında toplumlarıyla yeterince kaynaşamamış olmalarının rolü olduğu gibi, toplumlardaki gelişmeler karşısında aktif, hatta pro-aktif bir rol oynayacakları yerde pasif bir tavır takınmalarının da önemli bir rolü vardır. Bu akademik kurumların nispeten aktif bir rol oynadığı İslam ülkelerinde ise, mevcut resmi-sivil statükoyu rahatsız etmeyecek şekilde bir aktivite söz konusudur. Buna mukabil bu İYÖK nın mevcut resmi-sivil statükoyu müspet yönde değiştirmeye ve olumsuz gelişmeler karşısında pasif değil aktif, muhalif ve eleştirel bir tavır takınmaya yöneldiği örnekler yok denecek kadar azdır.
Nitekim bilhassa ülkemizde son derece ciddi siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel problemler ve fevkalade hassas gelişmeler yaşanıp dururken İlahiyat fakültelerimizin olan bitenler karşısında sessiz ve pasif kalması, krizler karşısında yöneten ve yönetilenlere yönelik olarak, yol gösterici, uzlaştırıcı ve çözüm merkezli bir fonksiyon icra edememesi herkesin malumu olan bir durumdur. Benzer değerlendirmeleri kuşkusuz pek çok İslam ülkesindeki İYÖK için de yapmak mümkündür. Kısaca ifade etmek gerekirse İslam ülkelerindeki bu akademik kurumlar toplumların önünde değil gerisinde, olayların içinde değil dışında varlıklarını sürdürmeye devam etmektedirler.
VERİMLİLİK AÇISINDAN İYÖK :
Buraya kadar anlatılanlara bakarak kolayca tahmin edileceği gibi, İYÖK birer kurum olarak kendilerine yönelik akademik ve toplumsal beklentileri karşılamaktan uzak olduğu gibi, İslam dünyasının ve İslam Ümmetinin geleceğinden ilmi ve fikri düzeyde birinci dereceden sorumlu “ilmiye – kalemiye” sınıfı olarak ta bu konuda “seyfiye” sınıfının, hatta toplumlarını gerisinde kalmaya devam etmektedirler.
Diğer yandan akademik çalışmalar alanında da durum pek parlak değildir. Zira bütün İslam ülkelerindeki İYÖKnın bir yılda ürettiği ilmi bilgi, kemiyet açısından olmasa da keyfiyet açısından, İslam ülkelerinin dışında İslam’a dair yapılan araştırmaların çok gerisindedir. Bunun da sebebi, yukarıda temas edilen ve İYÖK na egemen olan zihniyetten başka bir şey değildir. Bu zihniyetin tabii bir sonucu olarak ülkemiz deki İlahiyat fakülteleri dahil olmak üzere genel olarak İYÖK nda gerçekleştirilen araştırmalar Muhammed Âbid el-Cabiri’nin ifadesiyle “malumu ilam” ve “hasılı tahsil” den öteye geçememektedir. Bunun da göstergesi yapılan tezlerin, yazılan makale ve kitapların çok büyük ölçüde tasviri birer derleme olmaktan öteye geçememesidir. Yine el-Cabiri’nin “geviş getiren akıl” şeklinde nitelendirdiği bu zihniyet yapısının egemen olduğu bu İYÖK , İslam ülkelerinin siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel mesele ve ihtiyaçlarına cevap vermek amacıyla “orijinal“ ve bilinenlere ek yeni bir “ katkı” sayılabilecek önemli bir teori, yöntem ya da çözüm önerisi geliştirmiş değildir.
Hele başta Suudi Arabistan olmak üzere selefi eğilimlerin egemen olduğu ülkelerde tasviri dahi olsa “araştırma-inceleme” türünden çalışmalardan ziyade İslami ilimlere dair elyazmalarının tenkitli-tahkikli-tahriçli nüshalarının hazırlanmasının yaygın bir uygulama oluşu, bu ülkelerde yazılan makalelerin de bilimsel araştırma olmaktan ziyade vaaz ve nasihat türüne ve söylem ağırlıklı derlemelere daha yakın olduğunu söylemek gerekir. Genellikle analitik araştırma-inceleme ya da tenkit süreçlerinden uzak bir şekilde gerçekleştirilen bu tür derlemelerin ya da “teknik” çalışmaların Y.lisans ve Doktora tezi olarak yeterli görülmesi de, bu kurumların geçmişten devralınan mirasa katkı yapabilecek orijinal düşünce peşinde koşmak (el- Bahs / ed-Dirâse) gibi bir dertleri olmadığını, onların sadece geçmişten devralınan mirası ihya (İhyâu’t-turâs) ile yetindiklerini göstermektedir.
HULASA:
21. yy da İslam Dünyasında, İslami İlimler Yüksek öğrenimi alanında – en azından bir tartışma zemini oluşturması amacıyla – sizlere kabaca sunmaya çalıştığımız bu tablo, ya da ufuk turu bile göstermektedir ki; ülkemiz dahil İslam ülkelerinin en iyi bildiklerini zannettikleri, dolayısıyla en iddialı oldukları İslam ve İslami öğretim alanında bile fevkalade ciddi sıkıntı ve hatta krizlerle karşı karşıya bulundukları açıktır. Bu problemleri özetle şu şekilde sıralamak mümkündür:
1. İYÖK ciddi biçimde akademik bağımsızlık ve özerklik problemleriyle karşı karşıyadır.
2. İYÖK büyük ölçüde merkeziyetçi ve otoriter bir yapıya sahiptir, yetki dağılımı anlayışı çok zayıf ve nadirdir.
3. İYÖK programları büyük ölçüde “yüzü geçmişe dönük” tür, bu yüzden de çağdaş gelişmelere müdahil olacak vizyon ve donanımdan yoksundur.
4. Zihniyet ve metot olarak 14 asırlık İslam geleneğinin en gözde örneklerini değil en elverişsiz olanlarını benimsemekte ısrarını sürdürmektedir.
5. İlmi zihniyetin ayrılmaz parçaları olan araştırma, tenkit, sorgulama, eleştirel akıl, yaratıcı düşünce, yenilik ve orijinalite kavramlarının esamisinin okunmadığı ya da çok cılız bir biçimde göz önüne alındığı, nakilci, ezberci, taklitçi ve teslimiyetçi bir yaklaşım egemenliğini sürdürmektedir.
6. İslami ilimler alanındaki çağdaş gelişmelerin, bu alandaki öğretim faaliyetlerindeki yeri son derece sınırlı ve marjinaldir.
7. Mevcut haliyle İslam dünyasındaki İslami ilimler öğretimi, bir çözüm kaynağı olmaktan ziyade tarihten gelen problemleri bugüne taşıyıp sürdüren bir nitelik arz etmektedir.
8. Bu çerçevede bu kurumlarda gerçekleştirilen öğretim faaliyeti sonucunda ortaya çıkan tasavvur, sağlıklı bir İslam tasavvuru olmaktan uzak, siyasi, etnik, ideolojik, sınıfsal amaçlara hizmet eden araçsal bir din tasavvuru denmeye daha layıktır.
9. Bütün bu sebepler ve gerekçeler, ülkemiz dahil İslam Dünyasındaki İYÖKnın, gerek idari-mali yapıları, gerekse akademik yapıları, gerek amaçları ve hedefleri, gerekse programları itibariyle baştan aşağıya gözden geçirilerek “yüzü bugüne ve geleceğe dönük” birer ilim yuvası haline getirilmesini adeta dayatmaktadır.
10. Bütün bu konuların ele alınıp, gerekli değişikliklerin yapılması sadece yönetici elitlere endekslenemez, bilakis İslami öğretim faaliyetlerinin doğrudan parçası ve asli unsuru olan öğrenci ve öğretim üyeleri de bu karar alma süreçlerinde söz sahibi olmak durumundadır.
11. İYÖK, diğer resmi – sivil kurumlar gibi mutlaka performans ölçümü uygulamasını ciddiye almalı, çalışanla çalışmayanın, üretenle üretmeyenin, araştıranla araştırmayanın bir tutulduğu, ehil olmayan kadroların hizipçilik veya kayırma saikiyle bu akademik kurumlara yerleştirildiği mevcut gidişat süratle sonlandırılmalıdır. (Bu bakımdan performans ölçümü uygulaması olmayan ülkemiz ilahiyat fakültelerinin, mesela Katar Şeriat Fakültesi ya da Katar İslami İlimler fakültesi gibi, her yıl hazırlanan “portfolio” uygulamasıyla akademik kadroları sıkı biçimde denetleyen fakültelerin çok gerisinde olduğunu üzülerek ifade etmek gerekir).
12. İYÖK ciddi bir idari ve akademik denetime tabi tutulmalı, bu amaçla halkın da katılımıyla “mütevelli heyetler” ya da “genişletilmiş yönetim kurulları” şeklinde bir uygulamaya gidilmelidir.
13. İYÖK yapılan araştırmaların ve verilen öğretimin denetiminin bir uzantısı olarak, bilhassa intihaller ve yönetmeliklere aykırı olarak yapılan idari-akademik tasarruflar konusunda etik kurulların etkin ve etkili bir şekilde çalışması da fevkalade bir gerekliliktir.
ÇÖZÜM DİYE BİR DERDİMİZ VARSA :
İslam ülkelerindeki İslami Yüksek Öğretim Kurumlarını (İYÖK) ıslah etmek ve İslam dünyasının geleceği açısından bir ümit kaynağı haline getirmek elbette mümkün, hatta şarttır. Ne var ki İslam dünyasının ve onun bir parçası olan bu kurumların mevcut şartlarda bir çözüm arayışına girmesini beklemek, dürüst olmak gerekirse, pek te gerçekçi bir beklenti değildir. İslam Dünyasını ve bu dünyadaki İYÖK nı – özellikle de Ortadoğu bölgesindekileri – şu veya bu ölçüde edindiğimiz doğrudan ya da dolaylı tecrübeler ve malumatlar ışığında bu beklentinin gerçekçi bir beklenti olmadığını söylemekle beraber, temennimiz bu tespitin isabetsiz olduğunu gösteren gelişmelerin önümüzdeki dönemde ortaya çıkması ve hızla büyüyp gelişmesi ve yaygınlaşmasıdır.
Bu ümit ve beklenti vesilesiyle, mevcut olumsuzlukların düzeltmek için nelerin yapılması gerektiği sorusuna da mutlaka temas etmek gerekir. Bu sorunun cevabı yolunda ayrı bir makale, hatta müstakil bir eser yazmak dahi mümkün ise de, bu makale çerçevesinde verilebilecek en kısa ve pratik cevap şu olabilir: Yapılması gereken ilk iş, bu makalede dile getirilen eksiklik, yanlışlık ve olumsuzlukların tam tersi yönde idari ve akademik adımları atmaktır. Bu adımların ilki ve olmazsa olmaz şartı ise tabii ki, statükocu, dogmatik ve skolastik zihniyetleri süratle terk edip, araştırma ruhu, eleştirel düşünce ve toplumsal sorumluluk sahibi kadın – erkek Müslüman ilim ve fikir kadrolarının yetişmesinin önünü açmak, bu hedefi gerçekleştirecek akademik ve idari reformları gerçekleştirmektir. Temennimiz İlahiyat fakültelerini dogmatik ve skolastik zihniyetin esiri yapacak skandal YÖK müdahalesinin sorumlularının da hesap verdiği bir öz eleştiri sürecinin ardından bu defa ülkemizin tam ters istikamette ve bu makalede dile getirilen meseleleri tartışma yolunda ilk adımları en kısa zamanda atmasıdır.
Bu amaçla uygulamalı bir ilk adım olarak işe İslam ilimler yüksek öğretimim tartışılacağı bir şura toplamakla da başlanabilir: BİRİNCİ İLAHİYAT ŞURASI !