BEGIN TYPING YOUR SEARCH ABOVE AND PRESS RETURN TO SEARCH. PRESS ESC TO CANCEL

Hz. Peygamber Tasavvurumuzun Dönüşümü: Paradigma’dan Paragon’a, Paragon’dan Kozmik İlkeye

Tarihinin en ciddî krizlerinden birini yaşamakta olan İslam Dünyası, köklü bir zihniyet değişikliği geçirmek mecburiyetindedir. Bu mecburiyet her geçen gün kendisini giderek daha fazla hissettirmeye başlamıştır. Bu tür bir zihniyet analizini, İslam düşüncesinin hemen her alanında gerçekleştirmek gerekli ise de, Sünnet-Hadis-Siyer-Şemâil alanının öncelikli alanların başında geldiği rahatlıkla ifade edilebilir. Bu alanda daha dar çerçevede bir konu seçmek gerekirse, Müslümanların Peygamber tasavvurlarından daha uygun bir örnek olamaz. Zira sadece Müslümanların on dört asır boyunca oluşturdukları çeşitli Peygamber tasavvurlarının analizi bile, şu an İslam dünyasının yaşadığı düşünce krizine yol açan tıkanmaların teşhisi için bize pek çok ipucu sunacaktır.

Kur’ân’ın Allah, âhiret, din, vahiy, kitap v.b. temel kavramlarıyla mukayese edildiğinde, Peygamberlik yönü hâriç Hz. Muhammed’in (s.a.v) kimliği ön plana çıkmış görünmemektedir. Kur’ân’ın bize sunduğu Peygamber tasavvurunu kısaca “Paradigma” kavramıyla özetlemek mümkündür. Yeryüzünde yaşamış bir insanın, bir Allah elçisi olarak inananlara örnek model teşkil ettiğini ifade etmekten öte bir anlamı olmayan bu anlayış, zaman içerisinde “Paragon” yani en mükemmel örnek, diğer bir ifadeyle “İnsan-ı kâmil (Süperman)” düzeyine doğru bir gelişme kaydetmiştir. Fakat bu gelişme bu noktada durmamış ve daha da ilerleyerek nihayetinde, bütün kozmos’un varlık sebebi ve mayası olan kozmik bir güce (Nûr-ı Muhammedî – Muhammediye) dönüşmüştür.
Bu dönüşümü sağlayan mekanizmaların tahlilinin, bugünkü zihniyet problemlerinin teşhisinde önemli ipuçları sağlayacağından emin olabiliriz. Zira bu dönüşüm sürecinde insanî olanın insanüstü; tarihî olanın tarihüstü, hatâ edebilir olanın hatâ etmez, bölgesel olanın evrensel, değişebilir olanın değişmez statüsüne yükseltildiğini; tarihte yaşamış gerçek bir insan-peygamber anlayışından mitolojik bir Peygamber anlayışına geçişe zemin hazırlandığını görüyoruz. Bu geçiş sıradan bir değişim olmayıp, derin epistemolojik ve metodolojik kökleri de olan bir sürece işaret etmektedir. Şimdi bu süreci izlemek için başa, yani Kur’ân’a dönelim.

Kur’ân’ı baştan sona okuyan bir kimse, Hz. Peygamberin, normal insan özellikleri ve davranışları sergileyen bir şahsiyet olduğu yönündeki vurgusunu da hemen fark eder. Gerçekten de Kur’ân titiz bir şekilde incelendiğinde O’nun (s.a.v) insanüstü herhangi bir özellik taşıdığına dair en küçük bir imâda bile bulunmadığı açıkça görülür. Bazılarına göre, onun diğer insanlardan ayrıcalıklı olduğunu imâ eder görünen ayetler incelendiğinde de, aslında bu ayrıcalığın vahiy alan bir elçi olmaktan öteye geçmediği görülecektir. Nitekim Kur’ân bir yandan Hz. Peygamber’in normal bir insan olduğunu ısrarla vurgularken, öte yandan müşriklerin ondan istedikleri mucize gösterme taleplerini de kesin bir dille reddetmektedir. Daha açık bir ifadeyle, Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Peygamber’in insanüstü olduğuna veya önceki peygamberler gibi mucizeler gösterdiğine dâir, doğrudan veya dolaylı hiçbir bilgi yoktur.

Daha da ileri giderek diyebiliriz ki, sadece ontolojik açıdan değil, davranışlarının kalitesi açısından bile Hz. Peygamber insanüstü ve erişilmez bir kişilik olarak sunulmamaktadır. Gerçi hepimiz onun “en yüce bir ahlâk üzere olduğu” ve onun insanlar için “en güzel örnek teşkil ettiği” hususunda aynı inancı paylaşıyorsak da, bu söylemin dayan dığı ayetler yakından incelendiğinde onun en yüce değil “yüce” bir ahlâk üzere; yine en güzel örnek değil “güzel” bir örnek olduğundan bahsedildiği görülmektedir.
Müslüman zihninin yaptığı bu müdahale ile, artık Kur’ân’ın tamamen beşer kapasitesi içerisinde sunduğu ve bu şekliyle Müslümanlar için bir örnek-model (Paradigma) olma dışında hiçbir insanüstü nitelik atfetmediği Hz. Peygamber, artık bir paradigma olmaktan çıkarılarak Paragon yani “en mükemmel ve kusursuz insan” olarak algılanmaya başlamıştır. Bunun sonucunda, onunla ilgili eserlerde, fizik olarak Hz. Peygamberin en güzel, en güçlü, en bilgili, kısaca kusursuz ve benzersiz olduğu teması işlenmeye başlamış; öte yandan da giderek hızlanan bir başka süreçte, fevkalâde mucizevî olaylar da ona nispet edilmeye başlanmıştır. Bu sürecin ne kadar hızlı işlediğinin en açık delili ise, ilk kaynaklarda neredeyse bir elin parmakları sayısını geçmeyen mucize rivayetlerinin, bugün gelinen noktada 3500 civarında bir sayıya ulaşmış olmasıdır.
Ama Müslümanların muhayyilesi burada da durmamıştır. Çünkü mucizeler aslında peygamberlerin inanmayanlara karşı davalarını ispat sadedinde Allah’ın inayetiyle gösterdiği harikulade olaylar iken; iş bununla sınırlı kalmamış ve bizzat Hz. Peygamberin fizîkî varlığının mucizevî bir niteliğe büründürülmesine kadar varmıştır. Bu yapılırken de, geçmiş peygamberlere ait mucizevî özelliklerin birer benzerinin Hz. Peygambere de izafe edilmesi gibi bir yol izlenmiş görünmektedir.

Nitekim Hz. Peygamber’in de -Hz. İsa gibi- beşikte konuştuğu, tıpkı aydınlıkta olduğu gibi karanlıkta da görebildiği, keza arkasında iğne deliği gibi iki delik olup, elbisenin altından bile arkasını görebildiği, Hz. Aişe’nin sabah karanlığında kaybolan iğnesini Hz. Peygamberin yüzünün ışığında arayıp bulduğu, Hz. Peygambere, Âdem’den buyana yaşamış olan bütün insanların toplam aklından fazlasının verildiği, vücudunun gölgesinin olmadığı, ona otuz – kırk erkeğin cinsel gücünün verildiği, gaitasının yok olup kaybolduğu, yani yerin onu yuttuğu ve oradan mis gibi kokular geldiği, eti yenen bir koyunun kemiklerinden onu tekrar dirilttiği, yine -Hz. îsa gibi- ölüleri dirilttiği, dilsiz olanı konuşturduğu, görmeyenin gözlerini açtığı, parmaklarından su fışkırdığı, hayvanların dile gelip onunla konuştuğu, ağaçların ona selam verdiği v.s. ileri sürülmüştür. Artık Hz. Peygamber Kur’ân’ın tasvir ettiği normal bir insan olmaktan tamamen çıkarılmış ve insanüstü bir varlık hâline dönüştürülmüştür. Bu amaçla onun vücûduna dair her şeyin (kan, idrar, saç-sakal, tükürük, balgam v.s.) kutsallaştırılmasıyla , bu dönüşümün eksik yönleri de tamamlanmıştır.

Ne var ki insan muhayyilesi sınır tanımamaktadır. Bu insanüstü-kutsal Peygamber de Müslümanları tatmin etmemiş ve bu dünyanın fizîkî sınırları dışına çıkararak Hz. Peygamberi kozmosun yaratılışının amacı ve ilk maddesi hâline getirebilmek için kolları sıvamışlardır. Bu işte en başarılı(!) ve en önde gidenler ise kuşkusuz Tasavvuf ehli olmuştur. Onlar kendilerine mahsus bir âlem tasavvuru geliştirmişler ve bu tasavvurda Hz. Peygamber’e, kozmosun yaratılışının çekirdeği olan kozmik bir güç olarak merkezî bir yer vermişlerdir. Buna göre Allah kendi nurundan latîf ve azîm bir cevher var edip, ondan bütün kâinatı bir tertip içinde yavaş yavaş yaratmıştır. Buna ilk cevher, küllî akıl veya Nûr-ı Muhammedi – Hakîkat-ı Muhammediye adı verilmiştir ki, bütün cisimlerin ve ruhların başlangıcını ve kaynağını oluşturmuştur. Allah’ın kendi nurundan yarattığı bu nûr O’nun (c.c) huzurunda yüz bin sene kalmış, bu süre içerisinde Allah (c.c) gece -gündüz (?) yetmiş bin defa bu nuru düşünmüş ve daha sonra bu nurdan bütün varlıkları yaratmıştır. Bu yaratılışın tafsilâtı ise şöyledir:
“Allah kendi nurundan bir parça aldı. Daha gökler, yer, arş, kürsî, cennet ve cehennem yaratılmadan 324 bin sene önce o nurdan Muhammed’in (s.a) ruhunu yarattı. (….) Sonra bir ağaç yarattı. Ona “yakın ağacı” ismini verdi. Ağacın dört dalı vardı. Muhammed’in (s.a) ruhunu bu ağacın üzerine koydu. Ruh ağacın üzerinde kırk bin sene Allah’ı tesbih etti. Sonra bu ruhun karşısında bir ayna yarattı. Muhammed’in ruhu aynaya baktı, suretini en güzel bir şekilde gördü ve beş defa secde etti. İşte bu secdeler Ümmet-i Muhammed’e farz kılınan secdelerin esasını oluşturmaktadır. Sonra Hak nurdan zincirlerle arasında asılı olan nûranî bir kandil yarattı ve Muhammed’in ruhuna, kandil içine yerleşmesini emretti. Ruh Allah’ı en güzel isimleriyle tesbih etmeye başladı. Her bir isim için bin yıl teşbihte bulundu. Rahman ismine ulaşınca Allah rahmetle O’na baktı. Bunun üzerine rûh-ı Muhammedi Allah’tan haya sebebiyle terledi. Her ter damlasından, birinin ruhu yaratıldı. Sonra ruh tesbih-i ilâhî ile meşguliyete devam etti. Kahhâr ismine ulaşınca, haşmet-i ilahiyeden dolayı mümin ve kâfirlerin sayılarınca ter döktü. Bu terler onların ruhları oldu. Allah’ın istediği kadar ruhlar bu makamda kaldılar. Sonra Hak Teâlâ onları ruhlar âleminden cisimler âlemine göndermeye başladı. Her bir ruha hikmeti gereğince bir beden yarattı. Ademi, cesedini de insanların bedensel gelişme ve üremelerine bir anahtar olarak yarattı. Bunun için Âdem cismânî belirişlerin başlangıcıdır. Bu sebeple ki Peygamberimiz (s.a) âlem ağacının tohumudur; arş, kürsî, levh ve kalemden önce gelir. Hz. Peygamber (s.a) kâinatın aslı, özüdür.

Bu anlayışın Kur’ân’ın kozmogonisi ile uzaktan-yakından bir ilgisi yoktur. Bilakis bunun Gnostik – Maniheist kültürle, Yunan Felsefesi (Sudur nazariyesi, Faal Akıl, Akl-ı Küllî) veya Hristiyan kültürle etkileşim sonucu ortaya çıktığına dair ciddî iddialar vardır. Gnostik-Maniheist fikirlerin sûfîliğe girişinin (III./IX.yüzyılın sonlarında) ilk örneklerinden biri, Hz. Muhammed’in “Aslî nûr” olduğunu ihtiva eden nazariyedir. “Ontolojik hakikatin Allah’tan sonra gelen unsuru” demek olan bu nûr, İbni Arabi’nin (VlI./XIII.yüzyılda) fikirleri sayesinde sûfiliğin ana doktrini hâline gelmiştir. Daha sonraları ise, tasavvufun geniş halk kitleleri nezdinde yaygınlaşması ve bu süreçte yazılan popüler tasavvufî eserler, özellikle de tasavvuf edebiyatına ait edebî ürünler yoluyla bu anlayış iyice yerleşik bir hal almıştır. Kökleşen bu anlayışın bugün de hâlâ güçlü bir biçimde etkisini sürdürdüğünün en önemli delili ise, “Sen olmasaydın bu kâinatı yaratmazdım” sözünün bir hadis (?) olarak neredeyse hepimizin zihnine kazınmış olmasıdır.

Peki yeryüzünde doğmuş, yaşamış ve ölmüş bir insan olan Hz. Peygamber, evrenin varoluş esasını oluşturduğu ileri sürülen Kozmik bir güce, niçin ve nasıl dönüş(türül)müştür? Peygamber anlayışındaki bu köklü değişimin altında yatan zihniyetin yapısı nedir?
Peygamberler, büyük düşünürler, sanat ve siyaset adamları gibi, tarihte iz bırakmış şahsiyetlerin vefatlarından sonra, kendileri ve bıraktıkları miras konusunda birtakım aşırılıkların ve sapmaların ortaya çıktığı, toplumsal muhayyilenin bu gibi şahsiyetler etrafında birtakım menkıbe ve efsaneler ürettiği bilinmektedir. Hz. Peygamber’in durumu da, vefatından sonra farklı olmamıştır. Diğer din ve kültürlerdeki şahsiyetlerin başlarına gelen Hz. Peygamber’in de başına gelmiş ve tarih içerisinde önce insan-ı kâmil (Paragon), sonra insanüstü mucizevî güç ve özelliklere sahip bir peygamber ve nihayet evrenin ilk ve temel unsuru olan kozmik bir ilke’ye dönüştürülmüş; yani yeryüzünde yaşamış bir insan, önce göklere ve nihayet evrenin de üzerine çıkarılmıştır. Ancak mesele tarihi-sosyolojik bir gelişmenin İslam düşüncesinde tekrar gerçekleşmesinden ibaret değildir. Bilakis ortada daha derinde, epistemolojik ve metodolojik arızalar olduğu aşikârdır.
Müslümanların bu konuda yaptıkları ilk ve en önemli hatâ, sadece peygamber tasavvuruyla ilgili olarak değil, hemen her konuda görüldüğü üzere, daha ilk asırlarda Kur’ân’dan epistemolojik bir kopma yaşamış olmalarıdır. İslam’ın temel ve kurucu metni olan Kur’ân’a baktığımızda, daha önce de işaret ettiğimiz gibi, Hz. Peygamber’in insanüstü hiçbir özellik taşımadığı ve sadece vahyin taşıyıcısı ve uygulayıcısı olarak bir model (Paradigma) olduğu açıkça görüldüğü halde; ilgi çekicidir ki, Müslümanların daha sonra benimseyecekleri peygamber tasavvuruna benzer bir şekilde, insanüstü ve mucizevî bir peygamber, hattâ melek-peygamber telakkisini savunanlar müşrikler idi. Bir anlamda müşriklerin mitolojik-insanüstü peygamber anlayışına karşı Kur’ân son derece gerçekçi, mâkul ve bugünün diliyle “Modern” diye nitelendirilebilecek bir insan-peygamber anlayışını ısrarla vurgulamıştır. Ama maalesef Müslümanlar Kur’ân’ın bu modern paradigmatik peygamber tasavvurunu her çağda yeniden yorumlayıp, daha da geliştirecekleri yerde, Kur’ân ile olan epistemolojik kopuştan dolayı, tekrar şirk döneminin mitolojik peygamber anlayışına dönüş yapmış, bir gerileme yaşamıştır. Özetle Kur’ân Ortaçağ zihniyet kalıplarını kırarak, egemen olan mitolojik zihniyeti aşma yolunda Müslümanlara modern bir bakış açısı sunmuş; ancak Müslümanlar bunun kıymetini bilememişlerdir.
Ortaçağ kültürünün sözlü kültür olduğu ve sözlü kültür aktarımında olayların ve nesnelerin gelecek kuşaklara abartılı bir biçimde tasvir edilerek iletildiği hatırlanacak olursa, Müslümanların tarih boyunca Hz. Peygamber ve aynı şekilde sahabe, mezhep imamları, veliler v.b. hakkında birtakım olağanüstü olaylar, menkıbeler ve efsaneler icad etmiş olmaları, Kur’ân’ın ruhuna pek uymasa da – çağın ruhuna ve mentalitesine uygun ve beklenebilecek bir gelişmedir. Gerek Hz. Peygamber, gerek önceki peygamberler ve gerekse diğer şahsiyetler hakkında Hadis Literatürü başta olmak üzere, Siyer, Şemail, İslam Tarihi, Tefsir ve Vaaz türü eserlerde görülen ve bugün için mitolojik anlatımlar olduğu aşikâr olan pek çok rivayete rastlanması, bu eserleri yazanların bu tür rivayetleri kabullenebilecek bir zihniyet ve mentaliteye sahip olduklarını göstermektedir.
Peygamber tasavvurundaki bu fevkalâde dönüşümün diğer bir sebebi ise, geçmiş peygamberlere ve dînî şahsiyetlere izafe edilmiş olan olağanüstü niteliklerin ve mucizevî olayların aynısının veya benzerinin Hz. Peygambere de izafe edilmesi suretiyle, onu diğer peygamberler ve müntesipleri karşısında yüceltme amacından kaynaklanan yaklaşımdır. Toplumda mevcut dinlerarası rekabetin, peygamberler arası rekabete, bunun da peygamberlerin üstünlük yarışma sokulmasına yol açmış olma ihtimali de hayli yüksektir.
Bir yandan bu gibi gelişmeler yaşanırken, öte yandan yine İslam’ın diğer din ve kültürlerle karşılaşmasından sonra, İslam entelektüellerinin, bilhassa Nübüvvet müessesesini inkâr edenler başta olmak üzere çeşitli dînî gruplara karşı Hz. Peygamberin peygamberliğini ispat yolunda yoğun bir mücadeleye giriştikleri bilinmektedir. Bilhassa Mu’tezile’nin bu konuda öncü bir rol oynadığı ve bu amaçla pek çok eser yazdıkları da bilinmektedir. Sünnî kelamında da önemli bir yer tutan “İsbâtu’n-Nubuvve (Peygamberliğin İspatı)” konusu tartışılırken, peygamberlerin ismeti konusu da ele alınmıştır. Aslında sadece peygamber(ler)’in Allah’tan aldıkları vahyi hiçbir değişiklik yapmadan aynen nakletmeleri şeklinde anlaşılması gereken “İsmet” kavramının anlam alanı genişletilmiş ve peygamber(ler)’in asla hiçbir hatâ ve günah işlemeyecekleri şeklinde bir anlam verilerek kusursuz insan (İnsan-ı kâmil) anlayışına da zemin hazırlanmıştır. Bütün bunlar ise, Hz. Peygamberin normal bir insan olarak bazı hatalar yapabileceğine dair örneklerle dolu olan Kur’ân’ın peygamber öğretisinin göz ardı edilmesi pahasına yapılmıştır.
Mitolojik ve kozmik bir peygamber imajının oluşumunda, halk vaizlerinin (kussâs) de önemli bir rol oynadıklarını göz ardı etmemek gerekir. Geçimini bu işten sağlayan, dolayısıyla halktan gelecek maddî yardımlara bel bağlayan bu sınıf, cemaatin sayısını çoğaltmak ve ilgiyi üzerine çekmek için, pek çok konuda olduğu gibi Hz. Peygamber konusunda da duyulmamış, görülmemiş, olağanüstü ve mucizevî hikâyeler uydurarak popülaritelerini arttırma cihetine gitmişlerdir. Onların kişisel çıkar elde etmek amacıyla uydurdukları bu tür hikâyeler, maalesef seçmeci ve eleştirel zihniyetten uzak, nakil ve rivayet düşkünü bazı ilim adamları (!) tarafından yazdıkları eserlere de doldurulmuştur. Aslında bu tür hikâyelerin çoğu, kaynağı meçhul ve anonim halk rivayetleri olduğu halde, ilerleyen asırlarda ilmî zihniyetin zaafa uğramasıyla, ulemâ bile hiçbir inceleme ve araştırma yapma gereği duymadan bunları kabullenmişlerdir.
Peki bütün bu analizlerin bugün bizim için bir anlamı var mıdır? Bu sorunun cevabı son derece nettir: Bu analizler bugün hâlâ geçerliliğini korumakta olup, İslam dünyasının düşünce krizinin temellerine işaret etmektedir. Zira bugün de İslam dünyasına egemen olan peygamber tasavvuru ve onun dinamikleri, ortaçağınkiyle hemen hemen aynıdır. Bu peygamber telakkisinin anatomisini şöylece özetlemek mümkündür: Kur’ân’ın evren ve insan anlayışından kopuk, akıl ve mantık dışı/ötesi ve mitolojiktir. Yaslandığı epistemolojik ve metodolojik anlayış ise, yine Kur’ân dışı ve ona aykırı bilgi kaynaklarından, kaynağı ve sıhhati şüpheli nakil ve rivayetlerden beslenen, nakilci, seçmeci ve eleştirel olmaktan uzak, literalist bir niteliktedir.
İşte ontolojik, epistemolojik ve metodolojik alanlardaki birçok sağlıksız yaklaşımı bünyesinde barındıran bu tür bir zihniyet, bugün de, sadece peygamber anlayışı alanında değil, hayatın hemen her alanında egemen durumdadır. Bugün İslam dünyası pek çok konuda Kur’ân ile bağlarını koparmış bir vaziyette, Ortaçağ anlayış ve yorumlarının esareti altındadır. Dolayısıyla evrene, insana, topluma ve tarihe bakışı da sağlıksızdır. Yine İslam dünyası bugün geçmişten miras aldığı “akıl tutulması”nın etkisinden hâlâ kendisini kurtaramamış durumdadır. Özellikle Sünnîliğin din alanında akıl-mantık’ın kullanımına soğuk bakması, hatta bazen bunu yasaklaması, akılcı kelamı dogmatik bir kelama çevirmiş olması, felsefeyi mahkûm etmiş olması, hür düşünceyi baskı altına almaya çabalaması; akıl-mantık dışı bir zihniyeti beslediği gibi, ortaçağa ait mitolojik zihniyetin etkilerini 21.yy’da bile sürdürebilmesini mümkün kılmıştır. Dolayısıyla İslam dünyasının özellikle dînî düşünce alanında hâlâ aklı dışlayan, nakil-rivayet düşkünü, rivayetler konusunda seçmeci ve eleştirel olmaktan uzak, kaynak bilincinden ve metodolojisinden yoksun, literalist bir yaklaşımın, zihniyetin esiri olduğunu tereddütsüz ifade etmek mümkündür.

*Kusursuzluk sadece Allah’a mahsusdur.

 

  1.   Bu süreç Hz. Peygamberle de sınırlı kalmamış; sahabe, ulemâ, meşâyıh, evliya ve özellikle de ricâlü-l gayb’ı içerecek şekilde genişletilmiştir.
  2. Bkz, 2, el-Bakara, 159; 3, Âli İmrân, 164; 16, en-Nahl, 43; 17, el-İsrâ, 93; 18, el-Kehf, 110; 21, el-Enbiyâ, 7, 107; 25, el-Furkân. 7; 33, el-Ahzâb, 21, 40; 41, Fussılet. 6.
  3. Bkz; 17, el-İsrâ, 59.
  4. Geniş bilgi için bkz; es-Suyûtî, el-Hasâisu’l-Kubrâ (Lübnan, Tsz). 1.53-71; 11.67-91
  5. Hacı Musa Bağcı, Hz. Peygamberin Beşerî Yönü (A.Ü.İ.F. Yayımlanmamış doktora tezi, Ank.,1999), s.215-261.
  6. Yrd.Doç.Dr. Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadisteki Dayanakları (Ank., 2000), s- 96, 114.
  7. a.g.e. s.114.
  8. a.g.e. s.117.
  9. a.g.e. s.119-120.
  10. a.g.e. s.119.
  11.   Bu ihtimalin gerçekleştiği en son örneklerden birisi kuşkusuz Süleyman Çelebi’nin “Mevlid”idir. Burada bu eserin yazılış sebebi de hatırlanmalıdır.
  12. Bu konuda bkz; Hacı Musa Bağcı, a.g.t., s.360-378.
  13. Hz. Peygamber’in mucizevî özelliklerine dâir es-Suyutî’nin el-Hasais’inden yaptığımız nakiller burada tekrar örnek olarak zikredilebilir. Aslında benzer malzemeyi benzer bir zihniyetle kabullenen, hatta savunan ve bunları peygamberliğin delilleri olarak sunabilen daha pek çok ulemâmız (!) vardır.