Röportaj: M. Turan Çalışkan, Nida Dergisi 139. Sayı
Bir din, ideoloji, ekolün vb. yaslandığı zemin yahut kendisinden neşet ettiği olgu olması itibariyle mühim bir mesele olan “kaynak” meselesini irdelemek; gerek epistemolojik ve metodolojik anlamda “kaynağın tespiti” gerekse İslam nazarında onun yeri ve değeri hakkında sizinle konuşmak istiyoruz. Her öğretinin kendi kaynaklarına yaslandığı ve kendi içinde bir doğruluk, tutarlılık iddiasında bulunduğu bir vakıa. Bu da göz önünde bulundurularak, kaynaklar arası tasnif (vahyî-beşerî, yazılı-sözlü, modern geleneksel…) yahut özelleştirmeler yapılmakta ve neticede fikrî ayrışmalar zuhur ederek birinin kaynak dediğine diğeri demeyebilmektedir:
Ancak zannediyorum ki İslam söz konusu olduğunda “kaynak” mevzusu biraz daha hassaslaşıyor. Bu hassasiyeti veya başka bir ifadeyle “aşırı duyarlılığı” yaratan şeyler nelerdir? Dünden bugüne bir tahlilini yaparsak; gerek kaynak tanımı gerekse kaynakların tahlili konusunda nasıl bir karneye sahibiz?
Genel olarak bakıldığında karnemizin çok iyi olduğunu söylemek tabii ki zordur. Mamafih bu ortalamaya göre bir değerlendirmedir. On dört asırlık İslam geleneğinde, bu konuda başarılı sayılabilecek dönemler ve gelenekler de mevcuttur.
Ortada bir “kaynak problemi”mi var “kaynaktan yararlanma problemi” mi? Temel problemimiz hangisi?
Her ikisi de! Kaynak birisi İslamî çözüm üretmede bilgi kaynakları, diğeri ise yazılı kaynaklarımız anlamında iki farklı düzlemde kullanılan bir kavram. Her ikisi açısından da birtakım sıkıntılar var. Birinci açıdan mesela, İmam Şafii daha sonraları adeta standart hale gelen (Kur’an-Sünnet-İcma-Kıyas) dörtlüsünü savunurken, Re’y Ehli (Mutezile, Hanefiler, vd.) “Akıl”ı da bu listeye, hem de liste başına koyabildiği gibi, bu dördü dışında sayısı yirmiye varan başka unsurları da listeye ekleyebilmiştir.
Yazılı Kaynaklardan yararlanma konusunda da sıkıntılar yok değil. Mesela hadis, fıkıh, kelam ve tefsir vb. kaynakları alanındaki en mühim mesele, mezhepçilik ve parçacılık. Kısaca Sünniler Sünni, Şiiler Şii, Selefiler Selefi, Sufiler Sufi kaynakların dışına çıkamıyor. Zeydiler’in bunun bir istisnası olduğu büyük oranda söylenebilir. Zira onlar Sünni kaynakları da kendi kaynakları olarak görebiliyorlar.
İslam’da “kaynağın tespiti” zorunluluğu ve “kaynağa başvurma” ihtiyacı neden/nereden doğmaktadır?
İslamî bilginin disiplin altına alınması, bu konuda kaosun önüne geçilmesi, ehil olanların bu alanda at oynatmalarının önüne geçilmesi, kötü niyetlilerin tahrifatlarına meydan verilmemesi bakımından kaynak meselesi fevkalade önem arz eden bir husustur. Başta Kur’an’ın bize kadar tahrife uğramaksızın ulaşmasında, ilk nesillerin bu kaynak bilincinin güçlülüğünden dolayı sergilediği çabalar büyük rol oynamıştır.
Bu noktada Fazlur Rahman’ın `yaşayan içtihat` yaklaşımını nasıl değerlendirmeliyiz?
Yaşayan içtihattan ziyade “yaşayan sünnet” kavramına, sünnetin sahabi ve tabiin içtihatlarıyla geliştirilmesi, zenginleştirilmesi ve gelişmeler karşısında güncelleştirilip aktüelleştirilmesine verdiği öneme vurgu yaptığı malumdur. Bu benim şahsen Sünneti birtakım ilkelere indirgeyip, bu ilkeleri değişen şartlar ışığında yorumlayarak (içtihat) sürekli aktüelleştirmek gerektiğine dair yaklaşımımla tamamen uyum halinde görünmektedir. Nitekim onun “yaşayan sünnet” ile “içtihat” arasındaki organik bağa dikkat çeken yaklaşımı da bu paralelliğin bir başka göstergesidir.
Konumuzu İslam özelinde irdelemek istediğimizde, zannediyorum ilk sorulacak şeylerden biri İslam için “temel/ana kaynak” olgusunun karşılığının ne olduğudur. Çeşitli kategorilendirmeler yapılıyor biliyoruz: Kimilerine göre İslam’ın kaynağı yalnızca Kitap iken kimilerine göre buna Sünnet de ilave ediliyor. Siz bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kur’an’ın temel ve en öncelikli kaynak olduğunda neredeyse herkes hemfikir olmakla beraber, uygulamada bu her zaman böyle olmamakta, sık sık “âdetler” “âyetler”in önüne geçmektedir. Sünnet de ikinci kaynak olarak kabul edildiği halde, Sünnet’in temel kaynağı olan Kur’an ve kesinliğinde kuşku ve tartışma bulunmayan mütevatir yaşayan sünnetler atlanarak sık sık kesinlik arz etmeyen birtakım rivayetler ön plana çıkabilmekte, hatta son derece zayıf, uydurma ve delil olması mümkün olmayan, kaynaklarda yer almayan, isnatları bile olmayan rivayetler dini, inanç, düşünce ve uygulamalarımızı belirleyebilmektedir.
Bunun yanında edille-i şer’iyye gibi sayısı dört ile sabitlenmiş bir kaynaklar demeti var? Aynı şekilde; “Kur’an’da bulamazsam sünnette, sünnette bulamazsam…” şeklinde devam eden bir sıralama/hiyerarşi söz konusu. Bu anlamda kaynaklar arası ilişki, misalen “nesh, tamamlayıcılık, öncelik-sonralık, birbirini tefsir etme…” gibi veçheler sağlıklı kurulabilmiş midir?
On dört asırlık İslam geleneği bir bütün olarak, bütün alt gelenekleriyle, hiçbiri dışlanmadan değerlendirilecek olursa; kaynaklar konusunda sağlıklı bir yaklaşımın belirlenmesi için fevkalade zengin imkânlara sahip olduğumuzu söylemek mümkündür. Bu konuda Sünni dünyada tek tipçi, indirgemeci ve hatta dogmatik sayılabilecek tutumun oluşmasında İmam Şafii’nin ve hadis ehlinin rolü son yıllarda daha fazla tartışılır olmuştur. Bu tartışmaya katılarak biz de “Sünni Paradigmanın Oluşumunda Şafii’nin Rolü” başlıklı bir derleme yayınlamıştık. Önümüzdeki yıl Diyarbakır İlahiyat Fakültesi’ndeki hocalarımızın İmam Şafii’nin mirası konusunda uluslar arası bir sempozyum düzenlediklerini de bu vesileyle belirtmekte yarar vardır. Ümmet-i Muhammed’in bu konuda makul düzeyde “açık, net, sağlıklı, uygulanabilir” bir çerçevede buluşabildiğini söylemek tabii ki zordur. Maalesef tarihten gelen farklı yaklaşımlar, zenginlikler ve imkânlar olarak görüleceğine, katı bir mezhep taassubuna malzeme yapılmış, rahmete vesile kılınması gerekirken azab kaynağı olmuştur.
Müslümanların iki kanadını oluşturan Ehl-i sünnet ve Şia arasında bu konuda tarihten tevarüs eden ne gibi farklılıklar vardır?
Bu konuda birtakım farklılıklar varsa da, bunların yeniden gözden geçirilerek gerçekten ortada farkların bulunup bulunmadığı da sorgulanmalıdır ki, bunu kendisine görev edinmiş olan Irak’ın eleştirel aklın temsilcisi, güzide evladı, dostum Ahmed el-Kâtib hemen bütün eserlerinde iki akım arasındaki farkın sahici olmadığını göstermeye çalışmaktadır. İki yaklaşım arasındaki farkın dini değil, siyasi ve tarihi olduğuna sıklıkla vurgu yapan Ahmed el-Katib’in en önemli eseri “Şia’da Siyasal Düşüncenin Gelişimi” Kitabiyat Yayınları arasında yayımlandığı gibi, İstanbul’daki bir başka yayınevi onun diğer eserlerini tercüme edip yayımlamaktadır. Ayrıca www.alkatib.co.uk sitesinden onun bütün eserlerinin Arapça ve Türkçe olarak indirilmesi de mümkündür.
Bu alanda yaşanan kaynak sorunu akideye taalluk eden cinsten bir sorun mudur yahut akideye taalluk eden boyutları var mıdır?
Elbette akideye taalluk eden boyutu, tersinden söz konusudur. Zira Kur’an esas alındığında –usul-i fıkıh tabiriyle- “nass” ya da “zâhir” denebilecek ölçüde ayetlerde açık ve net iman esasları neredeyse bütün mezheplerde aynı şekilde söz konusu iken, bazı çevrelerce ilave iman esasları olarak kabul edilen hususlar aslında yoruma dayalıdır ve dolayısıyla ictihadîdir. Kanaatimce iman meselesindeki içtihadı konuları bir iman-küfür meselesi olarak değil, ilmi bir tartışma konusu olarak görmek daha isabetlidir. Muhtemelen bu sebepledir ki Re’y ehlinden pek çok İslam âlimi – mesela es-Serahsî usul-i fıkha dair eserinde – Havz, Kevser, Sırat v.b. konuların temelinde mütevatir olmayan rivayetlere dayandığı ve kabulünün zorunlu olmadığı, bunları Peygamberimizin sözü olarak kabul etmeyenlerin dinden çıkmasının söz konusu edilemeyeceğini açık bir dille ifade etmektedir.
Gelenekçi/selefi olarak nitelenen yaklaşım ile reformist/modernist olarak nitelenen yaklaşım arasında dinin kaynaklarına yönelik algımız, yaklaşımımız nasıl bir manzara arz etmektedir?
İlkinde “akıl” devre dışı iken, ikincisinde – ‘reformist-modernist’ yerine ben ‘yenilikçi tecdid-içtihad yanlıları’ ifadesinin daha isabetli olduğu kanaatindeyim- önemli bir yeri vardır. İlkinde Kur’an’ın merkezi ve öncelikli yerine mukabil ikincisinde vahy-i gayr-i metluvv anlayışıyla rivayetler de Kur’an seviyesine çıkarılabilmektedir. İlki lafızlara sıkı sıkı bağlı literalist-lafızcı yaklaşımı benimserken, ikincisi makasıd yaklaşımını ön plana çıkarmaktadır. Elbette bunlar son derece genel değerlendirmeler olup, ayrıntılara girildiğinde çeşitli farklılıklar da söz konusu olabilmektedir.
Kur’an dışında Sünnet, İcma, Kıyas konusunda analitik bir bakış açısı üzerinden oluşturulan “modernist” etiketinin asıllı ve asılsızlığı nedir? Modernist yaklaşım ‘yeni’ bir şey midir?
Aslında bu yaklaşım – modernist yerine yenilikçi, tecdid-ictihad çizgisinde, eleştirel yaklaşım ifadesi daha sağlıklı olur – o kadar da yeni değildir. Hz. Aişe, Ömer, Ali, İbn Mes’ud gibi dinde fakih sahabiler – hatta bizzat Hz. Peygamber – bu çizginin kurucuları sayılırlar. Ususl-i fıkıh ve kelam literatürü bu çizgiye ait sayısız örnekle doludur. Bizzat Kur’an’ın bile taklitçiliği değil eleştirel akla dayalı tahkiki önerdiğini savunan pek çok İslam âlimi vardır. Modernist ile Batıcıları değil İslam modernistleri de denilen yenilikçileri anlayacak olursak, bu çizginin tarihteki Ehl-i Re’y çizgisinin devamı olarak nitelendirilmesi de çok yanlış olmayacaktır.
Gelenekçi kanadın tıkanıklık yaşadığı noktalar var mıdır? Eğer varsa, bu noktalarla yüzleşmek ve çözüm önerileri getirmek konusunda ne tür bir tablo var karşımızda?
Elbette vardır. Bu tıkanıklığı aşmanın ilk adımı, geleneğin en zayıf ve sağlıksız kısımlarını değil, en sağlıklı ve hala geçerli yönlerini almak yönünde atmak gerekir. Tabii bütün renk, ton, çizgi ve farklılıklarıyla Sünni (Hanefi, Maliki, Şafii, Hanbelî, Eş’ari, Maturidi, Selefi, Sufi, Zahiri), Şii (On İki İmamcı, Zeydi, İsmaili v.d.), Mutezili ve İbadi bütün İslam geleneğini ayrım yapmadan bir bütün olarak sahiplenmek de şarttır. Ancak bir bütün olarak sahiplenilen bütün alt gelenekleri de –Fazlur Rahman’ın ifadesiyle– tenkit süzgecinden geçirerek değerlendirmek gerekir ki, buna Fazlur Rahman “Aydınlanmış Muhafazakârlık” adını vermektedir.
Hem geçmişi hem de bugünü esas alarak şunu sormak istiyorum: İslam hukukunda başlı başına bir ekolün mümessili diyebileceğimiz Şatıbî’nin `makasidu’ş-şeria` anlayışı ile `modernist` olarak isimlendirilen çizginin kaynak meselesine yönelik katkıları nedir ve çözüme dair ne gibi imkânlar barındırmaktadır?
Bu damar mutlaka geliştirilmeli ve güçlendirilmelidir. Bu yaklaşımın Ehl-i Re’y ve onların öncüleri olan sahabe ve tabiinin yaklaşımlarının bir uzantısı olduğu da unutulmamalıdır. Çözümler konusunda bu yaklaşım önemli potansiyelleri bünyesinde barındırmakla birlikte, henüz İslam entelijansıyasında hak ettiği ihtimama kavuştuğunu söylemek zordur. Kur’an kendisini, şüphe olmayan kitap olarak vasfeder, malum. Aynı şekilde Allah’ın koruması altında olduğunu biliyoruz. Kur’an’ın değiştirilemeyeceği ve Allah tarafından korunacağı hakikati onun kaynak olma keyfiyetinin hangi boyutunu inşa eder? Aynı şekilde diğerlerinin… Bu konudaki endişeleriniz yerinde olup, bu konudaki yaklaşımımı “İslam Düşüncesinde Sünnet-Eleştirel Bir Yaklaşım” adlı çalışmamızda geniş bir şekilde görebilirsiniz.
Hadis hususunda her şey çözülüp halledilmiş midir yoksa “acilen çözülmesi gereken” problemler var mıdır?
Bu konuda da görüş ve düşüncelerimi “İslam Düşüncesinde Hadis Metodolojisi” ile “Alternatif Hadis Metodolojisi” adlı çalışmalarımda ve pek çok makale ve tebliğde sizlerin istifadesine sunmuş bulunuyorum.
Kaynaklar hususunda çok yaygın olan bir yaklaşım da kaynaklarla aramıza “aracı” koymak. (“Üstadlar bilir, biz kimiz ki anlayalım…” yaklaşımı) Bu yaklaşımı tenkid zihniyeti ilişkisi hakkında neler düşünüyorsunuz?
Bu aracılar sadece görüşleri dinlenmesi içindir, mutlak anlamda itaat edilmesi için değil. Görüşleri Kur’an ve Sünnet’e lâfzen ve ruhen uygun değilse, kim olursa olsun reddetmekte tereddüt etmemek gerekir. İlkemiz İbn Teymiyye’nin “Allah’ın kitabı dışında hatadan salim bir kitap yoktur” sözü ile, İmam-Azam’ın sahabe ve tabiin için söylediği “ onların görüşlerinden tercih ettiğimi alırım, onlar nasıl içtihat yapmışsa ben de kendi içtihadımı yaparım” sözü ve İmam Mâlik’in “Hz. Peygamber dışında herkesin sözü kabul de edilir, red de…” sözü olmalıdır. Tabii bu sözleri söyleyenlerin seviyesinde ciddi bir ilmi birikimi elde etmek şartıyla.
Sünnnet-i Rasulullah konusunda İslam dünyasının yaşadığı tıkanıklığın sebebi, tıkanıklık yaşanıyor mu gerçekten de… Yoksa bize mi tıkanıklık yaşanıyormuş gibi görünüyor?
Teorik olarak çözülmesi gereken tıkanıklar da var, sadece bizlerin uygulamadaki isteksizlik, tembellik ve başarısızlıklarımızdan kaynaklananlar da var. Özellikle sosyal-toplumsal boyutu itibariyle Sünnete bağlılık konusunda ciddi eksiklik ve ihmallerimiz var.
“Arap toplumlarının ‘sünnet-hadis’ konusunda zihinlerinde herhangi bir belirsizlik yok ve çerçevesi belli bir anlayış oturmuş” şeklindeki yaklaşımı ve bunun karşısında sünnet ve içtihadı diriltme iddiasında olan çizginin gayreti nasıl anlaşılmalı?
Arap dünyasıyla ilgili bu değerlendirmeyi bu şekliyle daha önce duymadım. Bu konuda daha geniş bir bilgi elde edilmeden bu konuda bir şey söylemek benim için erken sayılır.
Müslümanlar nezdinde güçlü bir kaynak bilincinin varlığından bahsedebilir miyiz? Bir “kaynak bilinci”nin gerekliğinden bahsedersek, bunun içini nasıl doldurmamız gerekir? Bu konuda gerek akademik gerekse halk ayağında yüklenilmesi gereken sorumluluğun keyfiyeti nedir?
Bu sorulara müspet cevap vermek mümkün değildir. Bu sebepledir ki şahsen birkaç yıldır yüksek lisans derslerinde “Kaynak Metodolojisi” adlı bir ders vermeye başladığım gibi, ‘Alternatif Hadis Metodolojisi’ adlı çalışmamızda da bu konuda birtakım bölümlere yer verdim. İslami ilimler ve İslam Düşüncesi alanında böyle bir yaklaşım, hatta disiplin ihdasına acilen ihtiyaç olduğunu rahatlıkla ifade edebilirim.
Müslümanların kendi kaynaklarıyla tanışmasında ‘oryantalist etki’ ne gibi bir tesir yaratmıştır?
Bu konunun biraz abartıldığı kanaatindeyim. Zira bir etkiden söz edebilmek için önce “okumak” gerekir. Başta İlahiyat ve Diyanet camiası olmak üzere konuyla ilgilenenlerin kitap okuduklarını söylemek zordur. Öte yandan, oryantalistler yekpare bir yapıda değildir. Genellikle bu gibi sorular sorulduğunda zihinlerde oryantalist çalışmaların olumsuz yönleri zihinde bulundurularak sorulmaktadır. Ancak kraldan ziyade kralcı, yani kaynaklar konusunda Müslümanlardan bile iyimser davranan oryantalistlerin mevcudiyeti genellikle göz ardı edilmektedir. Bir de adalet ve insafı elden bırakmayan, ciddi bilim adamı olmaktan taviz vermeyenlerin de varlığını unutmamak gerekir.
Bilhassa son bir iki asırdır “kaynaklara dönüş” çağrısının yoğunlaştığına şahit oluyoruz. Kaynak arayışlarında yahut kaynağa dönüş çabasında “dışardan” bir tesir olarak modernizmin etkisi olmuş mudur? Bu anlamda bu yüzyılın başındaki mütefekkirlerin katkısını nasıl değerlendirmeliyiz?
Kaynaklara dönüş daveti ve davası tarihin her döneminde azalıp artarak, zayıflanıp güçlenerek varlığını sürdürmüş bir çağrıdır. Günümüzde bu konudaki talepler sahici taleplerdir. Zira İslam Dünyasının İslam tasavvurları Kur’an Sünnet merkezli olmaktan ziyade gelenekçilik ve taklitçilik, hem de genellikle kör taklitçilik tesirindedir. Bu sebeple ‘Kaynaklara Dönüş’ çağrısı isabetlidir ve bu anlamda bu davete icabet eden herkes bir ölçüde “selefi”dir. Selefi düşüncenin bu konudaki katkıları için de ‘İslamiyat Dergisi’nde ‘Selefilik’ üzerine yazmış olduğumuz bir makaleye göz atılması yararlı olabilir.
Geliştirilmesi gereken metodoloji nasıl bir anlayışı esas alarak geliştirilecek bir menhec olmalıdır; hangi kaygıları esas almalı?
Bu konudaki yaklaşımımı yukarıda işaret ettiğim çalışmalarımda geniş ve müdellel bir şekilde izaha çalıştım, özellikle de ‘İslam Düşüncesinde Sünnet’ ve ‘Alternatif Hadis Metodolojisi’ adlı çalışmalarımızda bu konuları geniş bir şekilde ele aldık. Bu iki eseri burada özetlemek mümkün olmadığı için sadece bu konuda yaptığımız çalışmalara bilgi vermekle yetindiğimiz için okuyucularımızın bizi mazur göreceğini ümit ederiz.
http://www.fikribeyan.net/1783_Islam-Dunyasinda-Kaynaklara-Yaklasim-ve-Cozum-Arayislari-uzerine-Prof-Dr-Hayri-Kirbasoglu-ile-soylesi-.html