Bimillahirrahmannirrahim! Değerli arkadaşalar, Değerli hocalarımız!
Bu yaşadığımız, ilk değil, görünen o ki son da olmayacak. Aslında yaşadıklarımız artık neler konuşmak gerektiğini değil, neler yapmak gerektiğini çok açık net biçimde göstermesine rağmen, malesef İslam dünyası ve Müslümanlar kötü bir imtihan veriryor. Hatta imtihanı verememiştir de diyebiliriz. Çünkü yüzlerce insanın, herkesin gözü önünde, burnumuzun dibinde öldürülmesini engelleyememiştir. Dolayısıyla burda bizim yapacağımız faaliyetler, konuşmalar, yardımlar hiçbir zaman Müslüman olarak Cenab-ı Hakk’ın bizlere yüklemiş olduğu görevleri yerine getirmiş olduğumuz anlamına gelmez.
Tabiyatıyla eylem ağırlıklı bir değerlendirme yapmak lazım. Çünkü artık yaşadığımız olaylar sözün bittiği yerler; Irak daha önce Bosna, Filistin, Afganistan ve diğerleri… Bunlar bize çok açık ve net biçimde şunu söylüyor: 1. Bir kere şu anda İslam dünyasının -Mağrip’ten Endenozya’ya, Orta asya’dan Yemen’e varıncaya kadar- İslam Dünyasının gerçekten de kendisini İslam Dünyası olarak nitelemek bakımından, bunu hak edip etmediğini ciddi olarak sorgulanması lazım. Daha doğrusu neyin Müslümanlık olup-olmadığı konusunun sorgulanması lazım. Çünkü burnunun dibinde kendi Müslüman kardeşlerinin öldürülmesini engelleyemeyen bir Müslümanlığın ne kadar Müslümanlık olduğunu sormak lazım. Burada zaten 80’li yıllardan itibaren İslam Dünyasında yaşanan bir gevşeme, bir rahavet, bir dejenerasyon süreci çok açık biçimde görülüyor ama artık bu hastalığın, bu gidişatın adını da koymak lazım. Yaşadığımız bu sürecin bir adı var bu da çok açık: İslam Dünyası, davasını kaybetmiştir. Artık İslam Dünyası için “ dava” diye bir şey kalmamıştır. Tabiatıyla bu çok ağır bir itham. Nasıl olabilir? İhvan-ı Müslümîn var, Mısır ve diğer İslam ülkelerindeki reaksiyonlar, Türkiye’de siyasi-İslami haraketler, Mağrip’te diğer ülkelerde siyasi-islami hareketler var. 70’li yıllaran sonra İslam güçleniyor. Güçlenen İslam’ın yankıları diye kitaplar yazılıyor, ardından yine İslam Dünyası’nda ve özellikle Türkiye’de son zamanlarda, televizyonlarda Türkiye’de bir dindarlaşma süreci yaşandığından bahsediliyor, İslami bir tehditten bahsediliyor, Türkiye’ye şeriatın geleceğinden bahsediliyor, diğer İslam ülkelerinde de öyle… Hüsnü Mübarek Mısır’da İslami bir yönetimin geleceğinden korkuyor, Suudi Arabistan aynı şekilde yöneticiler İran tarzı bir İslami hareketten korkuyor, Hamas güçleniyor, Hizbullah güçleniyor. Bu güçlenen hareketler varken Hizbullah, İsrail’e kan kusturuyor iken nasıl olur da İslam Dünyası’nın davasını kaybettiğini söyleyebiliriz. Çok açık, çünkü ortada gerçek anlamda bir İslam Dünyası olsaydı bir tek Müslüman’ın bile burnunun kanamaması ve Müslümanların, Müslüman kardeşlerinin kılına dahi dokunmasına göz açmaması lazımdı, tıpkı İsrail’in yaptığı gibi… Dolayısıyla, şu anda kendi davasını açısından ortada davası olan bir tek belki yeryüzünde gerçek anlamda devlet var, o da İsrail. Tabi bunun yanında İran var, Suriye var, Hamas var, Hizbullah var yani direniş hilali , direniş odağı var ama bu İslam Dünyası anlamına gelmez.
Niçin davasını kaybetti İslam Dünyas biraz ona bakalım. 1. İslam Dünyası bir çok alt Müslümanlıkları İslam olarak algılıyor ve bu yönde yaptığı hizmetin davaya hizmet olduğunu zannediyor. İhvan kendi davasını İslam davası olarak görüyor, Türkiye’de siyasi-İslami hareket kendi davasını İslam davası olarak görüyor. Cemaatler kendi davasını İslam davası zannediyor. Tarikatler de kandi davasını İslam davası zannediyor. İslam’a ilişkin namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermek dışında birşeyler yapmaya çalışan herkes iyi-kötü bir davasının olduğunu düşünüyor, ama gerçekte bunların hiçbirisi gerçek anlamda dava değil. Çünkü ortada bir davadan bahsedebilme için yek vücud bir İslam Dünyası, tek bir ümmet olması lazım. Şimdi en son yaşadığımız olaya göre bakıldığında maalesef ortada bir İslam Dünyasından bahsetmek o kadar zor ki. Örneğin İsrail Büyükelçiliği önünde yapılan, protestolar da bile insanların sürekli kendi cemaat, grup, hizip kimliklerini ön plana çıkardığını, kendi içlerinde didiştiklerini, parça parça hareket ettiklerini görüyoruz. Dolayısıyla bugünde İslam Dünyasında Filistin davası üzerinden dahi bir rant peşindan koşan siyasiler ve kendisine “İslamî” etiketi yapıştıran bir sürü hareketler vardır. Bütün bunlara binaen benim kişisel kanaatim şunu gösteriyor: “Bu Müslümanlıkla buraya kadar.” Yani bizim şu anda sahip olduğumuz Müslümanlık bizi daha öteye götüremez. Bu Müslümanlıkla daha fazla ilerleyemeyiz. O halde ilk yapılması gereken şey bugünden tezi yok yeniden, bütün olup bitenler karşısında nasıl bir Müslümanlığa ihtiyaç duyduğumuzla ilgili bir arayış ve inşa süreci başlatmak… Temel soru bu.
İslam dünyasının artık sabır ekolünü terk ederek, direniş kavramını merkeze alan bir Müslümanlık geliştirmesi lazım. Şuanda böyle bir Müslümanlık geliştirme çabasına ihtiyacımız var. Ancak böyle bir çaba yok. Türkiye’de hiçbir İslami grubun; siyasi-İslamî hareketlerin, cemaatlerin, tarikatların, diyanet çevresinin, ilahiyatçıların direniş kavramını, cihadu ve el-emr-i bi-l’maruf kavramını merkeze alan bir müslümanlık peşinde olduğunu söyleyebilir miyiz? İlahiyat Fakültelerinde böyle bir müslümanlığın öğretildiğini söyleyebilir miyiz? Diyanet İşleri Başkanlığı’nın vaaz ve hutbelerinde böyle bir müslümanlığı telkin ettiğini söyleyebilir miyiz? Cemaat ve tarikatlerin böyle bir müslümanlığın davasını gütmek için bir eğitim faaliyeti içinde olduğunu söyleyebilir miyiz? Bu cemaat ve grupların, siyasi partilerin televizyonlarında, dergilerinde acaba böyle bir müslümanlığın izlerini görmek mümkün müdür? Hayır! Şu anda müslümanların yaptıkları, yüzlerce kardeşimiz katledilip paramparça olduktan sonra; üniversiteleri, okulları, hastaneleri, camileri bombalandıktan sonra üstelik bunlar da Siyonist başbakanın Türkiye ziyaretinden iki üç gün sonra cereyan ettikten sonra, oraya sadece gıda ve sağlık maddesi göndermekle sınırlıdır. Bu bize Aliya’yı hatırlatıyor. Bosna savaşında gıda ve ilaç vb. yardımlar gönderildiğinde Aliya demişti ki: “Sizin gönderdiğiniz bu yardımlar – tıpkı Gazze’deki müslümanlara gönderdiğimiz gıda ve ilaç yardımları gibi – , bu yardımlar sadece ve sadece bizlerin karnı tok olarak öldürülmesine yarar. Bizim silaha ve güç desteğine ihtiyacımız var. Bizim siyasi desteğe ihtiyacımız var.” Bugün de Gazze’de olduğu gibi. Bugün İslam Dünyasında Filistin davasına siyasini bir destek var mı? Türkiye’den var mı? Ürdün’den var mı? Mısır’dan var mı? Suudi Arabistan’dan var mı? Özellikle dört ülkeyi saydım. Niçin? Çünkü bunlar Büyük Orta Doğu Projesi’nin sac ayakları. Hüsnü Mubarek, bizatihi kendi içersinde İhvan-ı Müslümîn güçlenmesin, İslami hareket güçlenmesin diye Hamas gibi İslami hareketin başarılı olmaması için, yani kendi koltuğunu garanti altına almak için, bu insanların ölümünü göz göre göre seyreden bir insan. Bizim yöneticilerimiz de sadece timsah göz yaşları döküyor. Ben onunla görüşmedim diyor sadece bu kadar. Bunlara karşı başta Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Genel Kurmay Başkanlığı, anayasal kuruluşlar, medya, bütün bu kuruluşların telefonları kilitlendi mi? İslami adı verilen televizyon kanallarına bakın. Daha dün ve evvelki gün zaman zaman Filistinle ilgili yayın yapıyor. Yayın bittikten sonra ne yapıyor? Şıkıdım şıkıdım programlara aynen devam ediyor, bütün hızıyla. Kanal 7’sinde de, Stv’sinde de, diğerinde hepsinde. Bunlara karşı ses çıkardık mı arkadaşlar? Problem burada arkadaşlar. Bence oturup yeniden ‘bizim nasıl bir müslümanlık istediğimizi kendimize sormamız, bunun davasını gütmemiz lazım.
Bakın burada okunan Kur’an âyetlerini seçerken bile bu bakış açısını gözetmek lazım. Zira seçeceğiniz âyetler sizin neye önem ve öncelik verdiğnizin gösteregsidir. Dolayısıyla ben olsam burada okumak için daha başka âyetleri, mesela şu âyetleri seçerdim:
Tevbe suresi 38. Ayeti aklınızdan çıkarmayın!
“يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ مَا لَكُمْ إِذَا قِيلَ لَكُمُ انفِرُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ اثَّاقَلْتُمْ إِلَى الأَرْضِ أَرَضِيتُم بِالْحَيَاةِ الدُّنْيَا مِنَ الآخِرَةِ فَمَا مَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا فِي الآخِرَةِ إِلاَّ قَلِيلٌ.”
“Ey iman edenler! Ne oldunuz ki, size “Allah yolunda sefer[berliğ]e çıkın” denilince, yere çakılıp kaldınız. Yoksa ahiretten vazgeçip dünya hayatını mı seçtiniz? Oysa ahirete göre dünya hayatının yararı, pek az bir şeydir.” ayetini okurdum. Ve yine, ben olsaydım;
Nisa suresi 75. Ayet’te aynı şekilde!
“وَمَا لَكُمْ لاَ تُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَالْمُسْتَضْعَفِينَ مِنَ الرِّجَالِ وَالنِّسَاء وَالْوِلْدَانِ الَّذِينَ يَقُولُونَ رَبَّنَا أَخْرِجْنَا مِنْ هَـذِهِ الْقَرْيَةِ الظَّالِمِ أَهْلُهَا وَاجْعَل لَّنَا مِن لَّدُنكَ وَلِيًّا وَاجْعَل لَّنَا مِن لَّدُنكَ نَصِيرًا.”
“Size ne oluyor da, Allah yolunda ve, “Ey Rabbimiz! Bizleri halkı zâlim olan şu memleketten çıkar, katından bize bir dost ver, bize katından bir yardımcı ver” diye yalvarıp duran zayıf ve zavallı erkekler, kadınlar ve çocukların uğrunda savaşa çıkmıyorsunuz?”
Fakat ‘Efendim, Cihat islam uğrunda yapılan her türlü faaliyeti içerir’ diyerek cihadı sulandıran yorumlar yapılmasına izin vermemeliyiz. Bugün cihadla ilgili ayetlerin gündemden çıkarılması yönünde çabalar sarfediliyor Türkiye’de. Bunlara karşı ses çıkarmadığımız sürece, Allah’ın kitabındaki ayetler kendi içerisinde kategorilere ayrıldığı sürece, bir din görevlisi Diyanet’te görev aldığı zaman, göreve giderken kendisine ‘Aman ha! Sakın ahkam ayetlerine dokunma!’ diye tembih edildiği sürece, öte yandan bir takım cemaatler, tarikatler ve islami gruplar da kurbağayı ürkütmeyen, etliye sütlüye dokunmayan ayetleri okumayı tercih ettiği sürece, o zaman ortada bizatihi müslümanlık konusunda ciddi bir problem var demektir. Müslümanların karar vermesi lazım. ‘La ilahe illah’ diyerek ölmek üzere olan, ekranlarda gösterilen Filistinli gibi ölmeye hazır mı? Yoksa sadece şöyle diyenlerden mi olmak istiyoruz?:
“ Biz tuzu kuru müslümanlar olarak sadece bu kadar yapabiliriz. Biz ancak namaz kılabiliriz, oruç tutabiliriz, zekat verebiliriz, hacca gidebiliriz, 5000-7000- 9.000 euro ile Zemzem Towerlarda lüks haclar yapabiliriz ama müslüman kardeşlerimizi kurtarmak için biz asla bir dava peşinde koşamayız. Cihad bizim lügatımızda yok. Hele hele emr-i bi’l-maruf, bu benim işim değil. Benim görevim hoşgörü, medeniyetler diyaloğu, medeniyetler ittifakı ve bunlardır. Kardeşliktir, sevgidir, benim işim budur. Benim kavgayla da işim yoktur.”
Ben merak ediyorum, bu söyleme sahip olan müslümanlar, İsrail’in bu yaptıkları karşısında, tıpkı Bush’un askerlerinin Iraklı müslümanların gelip kendilerini öpmelerini bekledikleri gibi, İsrail askerlerinin yanaklarına buseler kondurarak mı müslüman kardeşlerinin öldürülmelerini engelleyecekler. Bence artık tekrar oturup hocalarımızın, kitapların, Kur’an dışındaki bütün kitapların, hocalarmızın, üstadlarımızın, parti liderlerimizin, cemaat liderlerimizin, abilerimizin, medyanın, televizyonların, gazetelerin, dergilerin bizlere telkin etmeye, hatta dayatmaya çalıştığı müslümanlığın gerçekten müslümanlık olup olmadığını sorgulama zamanıdır. Bu sorgulamayı yapmadığımız sürece Filistin’de, Irak’ta, Afganistan’da katliamlar, yıkımlar, işgaller, cinayetler tekrar edecektir, müslümanlar öldürülecektir. Yöneticier timsah göz yaşı dökecektir. Biz de sadece yardım amacıyla pasta, kek yaparak bununla yetineceğiz. Burada toplantı yapacağız. Ama müslümanlar öldürülmeye devam edecek, devam edecektir. O halde özellike ilahiyatçılara, ilahiyatçı taifesine, ulema olduğunu zanneden insanlara, sarıklılara, cübbelilere, el-Ezher’e, Diyanet İşleri’ne, Daru’l İfta’ya, İran’ın mollalarına, Türkiye’nin hocalarına, hepsine bir görev düşüyor. Ya Allah’ın indirdiği din, bu din öğretilecek, yani Şeriati’nin dine karşı din dediği, dine karşı savaşla mücadele bayrağı açılacak, yahut da yeryüzündeki yeryüzünü ateşe veren egemenlerin bu egemenliğini din kisvesi altında perçinlemelerine seyirci kalacak, bunun aktörleri olmaya devam edeceğiz. Şu anda İslam Dünyası yöneticileri ile, geniş kitleleri ile müslümanlara sadece ve sadece bu egemenlerin, küresel hegemonların, küresel şer güçlerinin yaptıklarını payandalamaktan ve perçinlemekten başka hiçbir şeye yararmayan bir müslümanlık, daha doğrusu müslümanlık olduğunu zannettiğimiz bir yapı enjekte ya da empoze edilmektedir. Sadece Türkiye’de değil bütün İslam Dünyasında yapılan budur. Bu kısır döngü kırılmadan müslümanların katledilmesini, müslümanların yok edilmesini, İslam Dünyası’nı ateşe verilmesi engelleyen bir süreç başlatılmadan, bir müslümanlıktan söz etmek mümkün değil. Sadece Kur’an değil Hz. Peygamber’in hayatı da bizim için ibretlerle doludur. Bügün İslam Dünyasına yönelik bu yıkıcı, bu kontrolsüz gücün bu çabalarını durdurmak için sadece müslümanlığın tek bir kelime etrafında toplanması yetmiyor. İslam Dünyası sadece müslümanladan ibaret değil. İslam dünyasında müslüman olmayan gruplar da var. Hristiyanlar da var, Marksistler de var, Kıptiler de var, diğerleri de var. İslam Dünyasında İslam medeniyetini, İslam dünyasını, İslam dünyasının geleceğini insanlığının geleceği ile eş anlamlı gören Roger Graudy’nin ifadesi ile insanlığın önündeki yegane kurtuluş adası olan İslam’ı, İslam medeniyeti olarak İslam dünyasında yaşayan diğer her türlü çeşitli dil, dünya görüşü, ideoloji ve inanç sahiplerini bir arada kuşatacak şekilde yorumlamadan, bütün bunları Hilfu’l-Fudul mantığı içersinde aynı hedefe yani İslam Dünyasının geleceği hedefine doğru planlamadan, yöneltmeden zaten müslümanların tek başına bu görevin üstesinden gelmesi mümkün değil. Sadece İslam Dünyası değil, Latin Amerika ile de Hindistan’dan, Çin’den, dünya’nın her tarafında insanların suçsuz yere, masumların öldürülmesine karşı olan, vicdanı ölmemiş, vicdanı diri olan bütün kesimlerin, birarada hareket edeceği bütün insanlığın kurtuluşunu hedef edinen bir Hılfu’l-Fudul anlayışına ihtiyacı var. Bunun önderliği yapacak olan yine İslam ulemasıdır, ilahiyatçı nesildir. Ancak görünen o ki biz Müslümanlığımızı başkalarına ipoteklediğimiz sürece yeni bir müslümanlığı inşaa etmek mümkün değil. Muhammed İkbal’in “İslam’da Dini Düşündenin Yeniden İnşası” projesi hayata getirilmediği sürece Cemaleddin Afgani’nin “direnişçi müslümanlığı”, -ki Afgani’nin düşüncelerini İslam Dünyasına sunduğu şartlar bugün tekrar aynen tekrarlanmaktadıır, zira Afgani fikirlerini yazdığı ve mücadelesine başladığı dönemin şartları ne ise aşağı yukarı aynı şartlar var- ihya edilmediği sürece işgaller, yıkımlar ve katliamlar sürecek, bizler de seyretmeye devam edeceğiz demektir. Ancak ne yazıkki Afgani’nin üzerinden yaklaşık 100 seneye yakın bir süre geçtiği halde Afgani’nin fikirleri hala İslam Dünyasında sahip bulamamıştır. O halde bugün Filistin için yapılacak şey, bizim yapacağımız şey, ilk yapacağımız şey önce kendi müslümanlığımızı sorgulamak, kendi müslümanlığımızı gözden geçirmek ve yeniden müslümanların Mağrip’ten Meşrik’a, Orta Asya’dan Yemen’e, Afrika’nın içlerine kadar mezhep, meşrep, etnik yapı ayrımı yapı yapmaksızın sadece ve sadece müslüman ismi yani Cenabı Hakk’ın kendisine verdiği müslüman ismi atında buluştuğu, tek bir yapı halinde hareket ettiği bir müslümanlıkla tasavvuru inşa edilemeye başlanması lazım. Bu müslümanlık tasavvuru içinde Sünni-Şii, İbadi-Zeydi, Caferi-İmami, Nusayri-Dürzi, Hanefi-Şafii, Maliki-Hanbeli, Eşari-Maturidi, Nurcu-Süleymancı hiçbir etikete yer yoktur. Bunlar sadece ve sadece ulemayı ilgilendiren bilimsel ekollerdir. İslam Dünyası için bir tek isim vardır Cenabı Hakk’ın bizler için seçtiği, o da “müslüman”. Bir insan müslüman olduğunu ilan ettiği anda, “La İlahe İllallah Muhammedün Rasulullah” dediği anda, Kabe’ye yöneldiği anda, namaz kıldığı, oruç tuttuğu anda ve bütün müslümanların geleceği için saf safa, yan yana, omuz omuza mücadele etmeye karar verdiği anda iş bitmiştir. Dolayısıyla şu anda Şiayı, şii üçgeni diyerek, İslam Dünyasının belkide gerçekçi olmak dürüst olmak gerekirse yegane direniş noktasını mezhep etiketi ile etiketleyip, öte yandan sünniliğin savunucusu olarak kendilerini lanse eden Suudi Arabistan, Ürdün, Mısır ve Türkiye gibi ülkelerin kendilerini sünni ülkeler gibi sunmasına imkan hazırlayan bu yapının çökertilmesi lazım. Diğer Müslümanların katledilmesine seyirci kalan, hatta İsrail ve ABD ile işbirliği yapanların Allah Rasulü’nün yolu demek olan Sünnet ile ne alakaları va olabilir ki, Sünnilik iddiası doğru olsun? O halde artık bizim lügatımızda Şii-Sünni kelimelerine müslüman olarak kesinlikle yer bulunmaması gerekiyor. Diğer isimlerin de, tarikat isimlerinin, cemaat isimlerinin, grup isimlerinin hiçbirine yer olmaması lazım. Bir tek isim var, o da müslümanlık. Bütün bunlar sadece tarihte ulemanın oluşturduğu tarihi bir takım fikri yapılardır. Din değildir bunların hiçbirisi. Din çok açıktır. Esasları ortadadır, sabiteleri ortadadır. Dolayısıyla Kur’an ortadadır, Hz. Peygamber’in hayatı ortadadır. Bu değerlerin 21. yy’da yeniden hayata geçirilmesi söz konusudur bunun dışındakilerin hepsi teferruattır. Bunları, bu değerleri benimseyen ve bu değerler etrafında kitlenen, kütle haline gelen bir müslümanlığa ihtiyaç var. Bu müslümanlık gerçekleştirilmediği sürece biz, bizi yönetenlerin, devlet adamlarının, bakanlarımızın, cumhurbaşkanlarımızın, komutanlarımızın İsrail ile, Amerika ile, İngiltere ile, egemen güçler ile kendi saltanatlarının sürdürmek için reel politika adına attıkları adımları sadece seyretmekle, bunları onaylamakla yetinen birer seyirciden öteye geçemeyiz. O halde şu andan tezi yok, yapılacak şey şu, benim kanaatime göre : 1.si hiçbir şey yapamıyorsanız protestolarınızla şu telefonlarını kitleyin ilgili kurumların. Araplar için söylediğimiz gibi, sadece tükürükleri ile İsrail’i boğarlar diyoruz. Türkiyeki ve İslam Dünyasındaki müslümanlar sadece kalbi ile, dili ile ve eli ile iyiliği emredip kötülükle mücadele adımlarından , sadece kalp aşamasını geçip el-emr bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münkeri dil ile yapma aşamasına gelsin sadece bu yeter. Yöneticilerimize karşı, bizi satanlara karşı, bizi aldatanlara karşı, bizi aldatmak için timsah göz yaşlarını dökenlere karşı, bizi aldatmak için sadece telefonu kapattım ben oynamıyorum senle demekle yetinenlere karşı, her konuda beyanat verdiği halde İsrail’deki katliamla ilgili gıkı çıkmayan sivil-askeri bürokrasimize karşı, sadece şunu kullanmak, faksları, telefonları, e-mailleri kullanmak dahi yeterli. Artık herkes karar versin müslümanlığın hangi safında olduğuna. Kalbi ile, eli ile, dili ile. El safhasına geçmek lazım, el ile. Ancak şu anda İslam Dünyası sadece hakikatleri dili ile söyleme ve yapılan zulümleri dili ile protesto etme safhasına geçse bu da yeterli. Hiç olmazsa bu salondan çıktıktan sonra ilk yapacağımız iş, bunun sorumluluarı kimse, başta Filistin’in devlet başkanı olduğu söylenen ve İsrail’lilerle, Mossad’la utanmadan masaya oturan Mahmud Abbas yönetimi olmak üzere Filistin Elçiliğine ilk tepkiler konulmak üzere, Cumhurbaşkanı, Başbakan, bakanlar, Genel Kurmay Başkanı, anayasal kuruluşlar, medya, cemaat liderleri, tarikat liderleri, grup liderleri, tamamı hepsi bu telefonun muhatabıdır. Onlara şunu sormalıyız: Ne yaptınız siz kardeşimiz Filistinliler için?. İşte meydan, işte yiğitler. Buyrun herkes kendi müslümanlığını test etsin. Bu bizim için çok önemli turnusol kağıdı. Artık bundan sonra eylem merkezli bir müslümanlığa ihtiyaç var. Bunu bize İkbal kaç sene önce söyledi. Ama İkbal’e kulak veren var mı? İkbal’in İslam Düşüncesinin Yeniden inşaası kitabının ilk cümlesi nedir? Kuran teoriden ziyade pratiğin, eylemin önemini temayüz ettiren bir kitaptır. Müslümanlar İkbal’in 50, 60, 70, 80, 100 sen öncesinden söylediği bu sözlere kulak vermediği sürece Filistin katliamı da Irak katliamı da, bunlar devam etmeye, sürdürülmeye ve bizlerde seyretmeye devam edeceğiz. Bu noktada Filistin’de yaşanan katliamların benzerleri devam ediyor, yaşanacaktır.
Öte yandan dikkat edilmesi gereken bir konu daha var: Filistin diğer katliamların, diğer İslam ülkelerinde(Irak,Afganistan,Lübnan v.d.) yaşananların ve yaşanacakların üstünü örten bir tül perde de olmamalıdır. Pekçokları,bilhassa bazı islam ülkeleri yöneticileri bugün Filistin üzerinden rant elde etme peşindendir. Bizim yöneticilerimiz de dahil, turlara çıkarak katliamları önleyebildiniz mi?. Sen turlara çıkarak müslümanların öldürülmesini, katledilmesini engelleyebiliyorsan turların bir anlamı var. Yoksa yüzlerce müslüman öldürüldükten sonra yüz tur atsan nafile. Bunlar göz boyamadır. Bu insanlara karşı hesap soracak bir bilince ulaşmamız lazım. Arap yönetimleri de öyledir. İslam Konferansı da öyledir. Arap Birliği de öyledir. Bunların hepsi birer oyundur. Bugüne kadar bunların tek bir aldığı etkili karar yoktur. Tek bir müslümanın burnunun kanamasını önledikleri vaki değildir. Artık gerçekleri görme zamanıdır. Liderlerimiz, üstadlarımız, ağabeylerimiz, parti liderlerimizin de bugüne kadar bir tek müslümanın burnunun kanamasını engelledikleri vaki değildir. Varsa ben görmüyorsam, benim görmeyen gözlerimi açın. Ama eğer ben doğru söylüyorsam, siz gözlerinizi açın. Artık bu oyuna, bu tiyatroya “son perde” demenin vaktidir. Benim bu dur niyazını ‘dur’ nidasını, aslolan erkeklerden önce bayan arkadaşların, İslam Dünyasının kadınlarının bunu söylemesidir. Çocuklarımızın bunu söylemesidir. Çünkü benim gördüğüm bizim geleceğimizi kendisine ipotek ettiğimiz, kendisine ümit bağladığımız büyüklerimizin, üstadlarımızın, ağabeylerimizin, kısacası sözüm ona liderlerimizin ve kanaat önderlerimizin içi kof, boş. Hatta bazıları bu katliamları, katliamlarım mimarı ülkelere sığınmış oradan seyrediyor, oradan yahudi çocukları için göz yaşı döktüğünü söyleyenlerin göz pınarları nedense Gazze çocuklarına sıra geldiğinde birden kuruyuveriyor. Bu sözmüm ona lider ve kanaat önderlerinin, hiçbir değeri olmayan, zerre kadar yüreği olmayan birer kukladan başka bir şey olmadığı, her yaşadığımız olayda ortaya çıktığına göre, artık kolları sıvayarak bizatihi alana inme, bizatihi devreye girme zamanı gelmiştir. Bu devreye girecek olanlar sizden, bizden başkası değil, ben bu toplantının en azından bazılarımızın İslam Dünyasının geleceği konusunda ciddi olarak bir nefis muhasebesi yapmaya, ama en azından temel problemin bizim müslümanlığımızda yattığı gerçeğini görmeye vesilesi olması dua ve niyazı ile ben şehitlerimize rahmet diliyorum. Ama şehitlerimiz zaten şehit olmuştur. Onlar Cenabı Hakk’ın yanında. Önemli olan bizlerin ne yapacağını düşünmesidir. Şehitler hakkında hiç üzülmeyelim. Biz kendimiz hakkında üzülelim bu öldürülen insanlar hakkında, bunlarla ilgili hiçbir şey yapamayan, kılını bile kıpırdatamayan, meydanlara gelip “Kahrolsun İsrail!, Kahrolsun katiller!” dahi diyemeyen, bir mail bile atamayan, faks çekemeyen, bir protestoyu da yapamayan insanlar üzülsün.
Bizim müslümanlığımızın turnusol kağıdı şu; hakikaten müslüman mıyız değil miyiz? buna karar vermek istiyorsanız İslam için ne kadar risk aldığınıza bakın. Fakat biz risk almayan bir müslümanlık peşindeyiz. Yani hem hayatta hiçbir risk almayalım hem de bu dünyada rantımızı elde edelim, öbür dünyayı da garantileyelim gibi bir ucuz anlayış dünyaynın hiçbir yerinde yok. Riski olmayan adımları herkes atar. Temel sorun budur. Ayrıca müslümanlığımız üzerinde birikmiş, asırlardan bu yana gelen tortular var. Bu tortuların temzilenmesi lazım. Şeriati’nin “dine karşı din” “mezhep zıdd-ı mezhep” kavramsallaştırması çok önemlidir. Bizim bugün din diye algıladığımız şeyin gerçekte ne kadar problemli olduğunu farkememiz lazım. Kaldı ki bizim dini uygulamalarımızın da öncelikleri belli değil. Ayrıca formalite tarafı çok egemen. Örneğin namazın niçin kılındığını bilmedikçe İslam dünyasının hiçbir problemi çözülmez. Namaz insanı münkerden ve kötülüklerden alıkorsa namazdır. Yeryüzünde herhangi bir insanın ve müslümanlının öldürülmesinden daha kötü bir münker olabilir mi? Peki bu münkerin engellenebilmesi için namazımızın ne işlevi var? Namazımız bize bu münkerin engellenmesini emretmediği sürece “o namaz” sadece egemenlerin saltalanatlarını payandalayan “karşı din” olur. Yine Irak’ta bayan bir mücahide gazeteci Gülşen el-Beyâtî der ki: “Müslümanlar namaza verdiği önemi cihada verse hiçbir problem kalmaz.” Niçin namazdan geliyor çünkü riski yok. Ama cihadın riski var. Ölebilirsin, tutuklanabilirsin, hapse düşebilirsin, işkence göreblirsin. Örneğin Hacca gidebilirsin ama Gazze’ye , Refah’a gitmenin riski var. Bir hadis rivayetinde: “kim savaşa gittmeyi içinden geçirmeden ölürse cahiliye üzerine ölmüş olur.” denilir. Kaçımız Gazze’de, Irak’ta savaşmak için yanıp tututşup harekete geçtik? Kaçımızın kıldığı namaz bizde böyle bir duygu oluşturdu? Bir diğer husus da, Müslümanlığı bizim birer kimlik olarak algılmamız. Şimdi burada nominal müslümanlık diye bir kavram geliştirmemiz lazım. Yani bir Allah’ın indirdiği din var, ona tekabül eden müslümanlar var. Bir de Şeriati’nin karşı din dediği nominal müslümanlar var. Bunları çok açık bir şekilde netleştirmemiz lazım. Eylem merkezli bir müslümanlık geliştirmemiz lazım. Onun için size İkbal’den örnekler verdim. Bize öğretilen Müslümanlık şu: Liderlerimiz ne yaparlarsa yapsın, yöneticilerimiz ensemizde boza pişirsin, Amerika ile İsrail ile iş bitirsin, namaz kıldıkları sürece onlara muhalefet etmeyeceksiniz. Onun için bizim baştan sona nasıl bir müslümanlık peşinde koştuğumuzun ve Müslümanlığımızın yeryüzünde ne anlama geldiğinin muhasebesini yapmak zorundayız. Yeryüzünü Allah’ın iredesi istikametinde dönüştüremeyen, değiştiremeyen bir din Allah’ın indirdiği din değildir. Din, değiştirme, dönüştürme işlevi görmüyorsa bu Allah’ın indirdiği din değildir. Çünkü Allah bu dini yeryüzünü kendi iradesi istikametinde Müslümanların değiştirip dönüştürmesi için indirmiştir. Böyle bir tasavvura ulaşmadığımız sürece bu anlamdaki bir dinin İslamla uzaktan yakından bir alakası yoktur, adı İslam bile olsa. O bakımdan etnik mülhazaları aşamıyoruz, grup ve şahıs çıkarlarını aşamıyoruz. Bütün bunları birer put edinmişiz. Eskiden putlar maddi idi şimdi ise manevi olmuş. Bu putları aşamadığımız için, çoğumuzun da putperest eğilimleri olduğu için kazandıklarımızı muhafaza edemiyoruz. Tabiatıyla Müslümanlığı günah keçisi haline getirmek değil amacımız. Bir takım konjonktürel sebepler de var. Batı dediğin onu bunu sömürerek, onun bunun malını çalarak, Afrika’da 100 milyon insanın köle işgücü olarak kullanarak haksızlığa dayalı bir medeniyet(!) kurmuştur. Kılı kıpırdamadan Hiroşima’daki insanları öldürebilecek zihniyettedirler. Sen ne kadar güçlü olursan ol, istediğin bilimsel gelişmeyi yap, istediğin silahları geliştir bu insanlıktan çıkmış olanlar gibi hareket edemezsin böyle bir dezavantajın da var. Onun için senin yeryüzündeki bu kontrolsüz gücü değiştirmek gibi bir görevin de var. O yüzden Müslümanın işi sadece siyasi, askeri, ekonomik güç elde etmekle bitecek bir şey değil. Müslümanın işi aynı zamanda; evreni, toplumu, ekonomiyi, tarihi, siyaseti, düşünceyi değiştirmek ve dönüştürmek üzerinedir. Tarih te değişim, dönüşüm, devrim, eleştiri, muhalafet, mücadele ve sorgulama yanlıları ile, statüko, itaat, taklit, konformizm, muhafazakarlık ve teslimiyet yanlıları arasındaki mücadeleden ibarettir. İslam Dünyası birinci kategoride yer almadığı sürece “İslam Dünyası” değil, “Teslimiyet Dünyası” adını almaya daha layık olacaktır.