Fas ile Türkiye arasındaki bilimsel ve kültürel ilişkilerin geliştirilmesi amacıyla düzenlenmiş olan bu bilimsel toplantı için önce ilk adımı atmış olmasından dolayı Tanca Abdelmalek es-Saadi Üniversitesine ve diğer akademik kurumlara en derin takdir ve teşekkürlerimi sunarak sözlerime başlamak istiyorum.Konuya girmeden önce sadece Mağrib- Türkiye ilişkilerini değil, genel olarak İslam ülkelerinin tamamının kendi aralarındaki ilişkilerin düzeyi konusunda şu tespiti yapmak, bu toplantı sonunda bir vizyon ortaya koyabilmek açısından son derece önemli bir hareket noktası oluşturabilecek niteliktedir: Herkesin malumu olduğu üzere İslam ülkelerinin toplam ticaret hacminin %80’i, İslam dünyası dışındaki ülkelerle yapılmakta, kendi aralarında yaptıkları ticaretin oranı ise %20’lerde kalmaktadır. Sebepleri bir yana bu durum İslam ülkelerinin kendi aralarındaki ticari ilişki düzeyinin ve yoğunluğunun ne kadar düşük olduğunu acı bir şekilde gözler önüne sermektedir. Niteliğin değil Niceliğin egemen olduğu bir dünyada yaşamanın bir sonucu olarak maddi-ticari ilişkilere dair istatistiki verilere ulaşmak daha kolay olduğu halde, bilimsel- kültürel ilişkiler konusunda aynı şeyi söylemek çok zordur. Bu sebeptendir ki genel olarak İslam ülkelerinin kendi aralarındaki bilimsel-kültürel ilişkiler, özel olarak ta Fas-Türkiye ilişkileri konusunda elimizde yeterli bilgi bulunduğu söylenemez. Mamafih iki ülke arasındaki bilimsel ve kültürel ilişkilerin ticari ilişkilerde olduğu gibi, son derece zayıf olduğunu söylemek pek te yanlış olmasa gerektir. Müspet bilimler alanına dair bir değerlendirme yapacak durumda olmasak ta en azından hem beşeri-sosyal bilimler hem de kültürel ilişkiler alanında durumun memnuniyet verici olmadığını söyleyebiliriz.
Dikkat edilmesi gereken bir diğer husus ise, normal sayılamayacak bir durumla karşı karşıya bulunduğumuz gerçeğidir. Zira İslam dünyası Mağrib’ten Endonezya ve Malezya’ya kadar kesintisiz bir coğrafya yanında , ortak medeniyet, tarih ve kültür mirasını paylaşma ve Allah’ın lütfettiği sayısız nimetlere ve tabii kaynaklara sahip olma açısından da emsalsiz bir avantaja sahip iken, bu medeniyet havzasının ülkeleri arasındaki ilişkilerin bu derece cılız olması asla normal kabul edilemez. Elbette bunda İslam dünyasına yönelik geçmiş sömürgeci uygulamalarının, bu dünyayı parçalar halinde ve birbirine yabancılaşmış, hatta düşman birimler halinde tutma politikalarının – hala devam eden- etkilerini de gözden kaçırmamak gerekir. Fakat sebepler ne olursa olsun, bunlar üstesinden gelinemeyecek engeller değildir, yeter ki ortada bu konuda bir irade olsun.
Şu hususa da işaret etmeden geçmemek gerekir ki, yeni sömürgeci dalganın İslam dünyasına yönelik fiili işgal ve tehditleri devam ettiği sürece, İslam ülkeleri arasındaki ilişkilerin her alanda süratle geliştirilmesi artık stratejik bir önem de kazanmış bulunmaktadır.
Sebepler ne olursa olsun bu istenmeyen durumun geç te olsa düzeltilmesi için İslam ülkeleri arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi bir zorunluluktur ve burada asıl tartışmamız gereken de bu yolda ne gibi adımların atılması gerektiğidir.
Resmi kurumlar arasındaki ilişkilerin pek çok bürokratik süreçlere tabi olması dolayısıyla, karar alma ve uygulama açısından gereken adımların yeterince süratli atılamaması, sivil düzlemdeki ilişkileri daha cazip kıldığı söylenebilir. Bu sebeple resmi ilişkileri de dışlamaksızın, sivil toplum düzeyindeki ilişkilere ağırlık vermenin daha verimli olacağını belirtmek isterim. En azından resmi kurumlarla ilişkilerin sivil bir ruhla ve bakış açısıyla geliştirilmesine gayret etmekte fevkalade fayda vardır. Bu sebepledir ki burada meseleye bir akademisyen kimliğimle olduğu kadar, bir sivil toplum aktivisti kimliğimle de yaklaştığımı belirtmekte yarar görüyorum.
İki ülke arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi çabalarının uzun vadeli ve kalıcı olması gerektiğini ise belirtmeye bile gerek olmadığı kanaatindeyim.
Bu girizgahtan sonra müşahhas olarak neler yapılması gerektiğine dair görüş ve tekliflerimize geçebiliriz:
Bilimsel ilişkileri geliştirme konusunda üniversitelere ve bağlı birimlere büyük bir görev düştüğü açıktır. Özellikle iki toplumun birbirini daha yakından tanımasına katkı sağlayacak olan sosyal-beşeri bilimler ile benim ilgi alanım olan İslam Kültürü, İslam Düşüncesi ve İslami ilimler alanlarında yakın bir işbirliğine gidilmesi şarttır. Bu noktada ülkemizdeki akademisyenlerin dil engelini aşabilmeleri için, kardeş Fas üniversitelerinin yardımı, gelecekteki ilişkilerin sürdürülebilirliği açısından önemli bir oynayacaktır. Bu çerçevede karşılıklı öğretim üyesi teatisi, ortak toplantılar ve proje çalışmaları, yaz kursları ve kampları, üniversiteler arası gezi programları v.b. mutlaka gerçekleştirilmelidir. Keza bilimsel yayınlar alanında da karşılıklı işbirliği imkanları araştırılmalı, ortak yayın yapma amacıyla gerekli altyapı kurulmalıdır.
Diğer yandan İslam Konferansı Teşkilatına bağlı İSESCO’nun Rabat’ta bulunması da, çeşitli işbirliği imkanları geliştirme konusunda önemli bir avantaj ve lojistik destek anlamına gelmektedir. Bilhassa Fas ve Türkiye’nin birbirini bilimsel, kültürel ve sosyal açılardan tanımaları amacıyla atılacak adımlarda görev alanı itibariyle ISESCO önemli katkılar sunabilecek bir kurum olarak mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır.
Sivil Toplum alanındaki işbirliği imkanlarına gelince, akademik çevreler resmi ilişkiler dışında sivil toplum alanında da ilişkilerin geliştirilmesine öncülük etmelidirler.
Bu konuda hangi eğilim ve siyasi çizgide olursa olsun bütün dernekler, vakıflar, yardım kurumları, sendikalar, platformlar, araştırma merkezleri, yayın evleri, sesli ve görüntülü kitle iletişim kurumları, özel eğitim kurumları, şirketler ve bağımsız bireyler ilk akla gelebilecek çevrelerdir.
Bu perspektiften yola çıkarak – Fas’lı kardeşlerimizden Fas’taki sivil toplum kuruluşları hakkında daha önceden bilgi alma imkanımız olmadığından – bu ilk toplantıyı bir tanışma toplantısı olarak kabul edip, Türkiye açısından imkanlarımız hakkında sizlere kısaca bilgi vermek uygun olacaktır.
Yetmiş küsur milyon nüfusuyla ve bildiğim kadarıyla yaklaşık yüz elli bini aşan sivil toplum kuruluşuyla Türkiye’nin – birçok İslam ülkesine nazaran -bir sivil toplum cenneti olduğu söylenebilir. Mamafih Batı toplumlarıyla kıyaslandığında bu rakamları abartmamak ve sivilleşmenin Batı düzeyinde olduğu zannına kapılmamak gerektiğini de belirtelim. Hemen her eğilimi yansıtan bu sivil toplum kuruluşları Fas’ta hangi sivil toplum kesimleriyle ilişki kurabileceği konusunda son derece yetersiz bilgilere sahiptir. Bu sebeple ilk iş, bazı sivil toplum kuruluşlarının karşılıklı tanışma amacıyla öncü adımları atması olmalıdır. Türkiye’de bu konuda en aktif ve en uygun sivil toplum kuruluşu olarak Doğu Konferansı girişimi gösterilebilir. Irak’ın işgalinin hemen akabinde, sağcı-solcu, müslüman-hristiyan, şii-sünni, kısacası her kesimden entelektüelin; akademisyen, yazar, sanatçı, gazeteci, televizyoncu, yayıncı hemen her meslekten vicdan sahibinin bir araya gelmesiyle oluşan bu insani amaçlı platform, işgalin yarattığı şok dalgasıyla aynı medeniyet havzasına mensup entelektüeller olarak, en yakınlarındaki Irak, İran, Suriye, Lübnan ve Ürdün’deki yine her eğilimden “ kardeşlerini” tanımadıklarını, komşuları hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadıklarını hayret ve dehşet içinde fark ettiler. Hem işgale maruz kalan komşularının ve kardeşlerinin yanında yer almak, hem savaş karşıtı bir hareket başlatmak, hem de Afganistan, Filistin ve Irak işgallerinin gerçekleştiği yakın komşularındaki entelektüellerle ve sivil toplum kuruluşlarıyla tanışmak ve yardımlaşmak için bu platform Suriye, İran, Mısır, Ürdün, Lübnan ve Ermenistan’a seyahatler gerçekleştirdi. Gidilen her ülkede İslam dünyasındaki ve genel olarak dünyadaki gelişmeler karşısında duyulan derin rahatsızlık ve bu durum karşısında birlikte hareket etme arzusu hemen her kesim tarafından paylaşıldı. Birlikte hareket etmek için atılması gereken adımlar konusunda ön görüşmeler yapıldı ve gidilen hemen her ülkeden ve her kesimden tam bir ittifak havası içerisinde ortak bir iradenin oluşmakta olduğu görüldü. Bu görüşmeler sonucunda uluslar arası bir sempozyum düzenlenmesi ve bunun İstanbul’da yapılması konusunda bir ittifak oluştu. Bu amaçla ziyaret edilen ülkelerden gelen delegelerin katılımıyla ön hazırlık toplantıları yapıldı ve istişareye dayalı tamamen demokratik bir süreç içerisinde sempozyuma nihai şekli verildi. Mağrib’ten Endonezya’ya kadar uzanan coğrafyadan yetmiş küsur delegenin katılımıyla Kasım 2005 tarihinde Doğu Konferansı İstanbul Buluşması başarıyla gerçekleştirildi. Bunu takip eden aylarda bu coğrafyadaki sivil toplum kuruluşları arasında bağ kurmak ve koordinasyonu sağlamak için , kurumsallaşmaya yönelik adımlar atıldı ve “ Yayıncılar Birliği “ , “ Doğu Filmleri Festivali “ , “Türkiye-Arap Dünyası ve İran Akademisyenler Birliği “ yönünde girişimler başlatıldı, küçük gruplar halinde karşılıklı ziyaretler gerçekleştirildi. Öte yandan Doğu Konferansı’nın faaliyetlerini tanıtma amacıyla bütün delegeler kendi ülkelerindeki kitle iletişim araçlarında çeşitli girişimlerde bulundular.
Bu süreç devam etmektedir ve şahsen benim bu toplantıya katılmamın bir de bu açıdan anlamı bulunmaktadır. Zira Mağrib’ten Endonezya’ya kadar uzanan coğrafyada yaşayan toplumların birbirlerini yakından tanımalarını ve bölgenin geleceği konusunda ortak adımlar atmalarını sağlama amacına yönelik bu girişim, bir Şemsiye Platform olarak, bölge ülkelerindeki sivil toplum kuruluşları arasında tanışma, iletişim ve koordinasyonu sağlamayı temel hedeflerinden birisi kabul etmektedir. Dolayısıyla yapmakta olduğumuz bu toplantının aynı zamanda Doğu Konferansı Girişimi’nin amaçlarıyla da örtüştüğünü söyleyebiliriz. Bu itibarla Fas-Türkiye ilişkilerinin geliştirilmesinin sivil ayağı olarak Doğu Konferansı, üzerine düşecek öncülük görevini ifa etmeye hazırdır.
Doğu Konferansı, bünyesinde akademisyenleri, gazetecileri, yayıncıları ve medya unsurlarını barındıran bir entelektüel grup olması itibariyle, her iki toplumun birbirini yakından tanıması, daha doğrusu önce “keşfetmesi” için önemli bir iletişim kanalı görevi görebilir. Bu amaçla başlangıç olarak pratik adımlar atılması yerinde olabilir ve ilk iş olarak Fas ve Türkiye’yi her yönüyle tanıtan sesli, yazılı ve görüntülü yayınlar hazırlanması cihetine gidilebilir.
Akademik çevrelerle sivil toplum kuruluşlarının işbirliği anlamına gelebilecek olan, akademisyenlerin yönettiği sivil bilimsel dergiler de bu alanda önemli katkılar sağlayabilir. Başta mensubu bulunduğum İslamiyat dergisi olmak üzere Türkiye’deki pek çok bilimsel dergi Fas’lı kardeşlerinden gelecek katkılara sayfalarını sonuna kadar açacaktır. Bu noktada tercüme eserlerin ve antolojilerin yayınlanması oldukça yararlı olacaktır. Mesela İslami ilimler ve İslam Düşüncesi alanında Türkiye’de Fas’ın adını duyuran Allal el-Fâsî, Muhammed Âbid el-Câbirî yanında Tanca’nın adını duyuran – fakültemizde görev yapmış olan – Muhammmed Tavît et-Tancî’yi ve eserlerini örnek olarak zikretmek mümkündür.
Burada iki ülke arasında bilimsel ve kültürel ilişkilerin geliştirilmesinde son derece önemli bir rol oynayan yazılı, sesli ve görüntülü yayınların seçiminin de aynı derecede önemli olduğunu vurgulamak gerekir. Zira çeşitli İslam ülkelerinden yayıncılarla yapılan toplantılarda ne Arapça ve Farsça konuşan İslam dünyasının Türkiye’den, ne de Türkiye’nin Arap ve dünyasından ve İran’dan yapacağı tercümeleri bilinçli olarak seçemedikleri, daha ziyade Batı dünyasında adı duyulan eserleri tercüme etme cihetine gittikleri üzülerek müşahade edilmiştir.
Fas ve Türkiye ilişkileri açısından da geçerli olduğunu tahmin ettiğim bu olumsuz durumun düzeltilmesi için, özellikle bilim adamları, entelektüeller, yazarlar ve sanatçılara öncülük görevi düşmektedir. Çünkü her iki ülkede çevrilmesi düşünülen eserlerin gelişigüzel seçilmesi, bilimsel ve sanatsal açıdan değeri olmayan birçok eserin yaygınlaşmasına, sağlıklı olmayan bilgilerin iki tarafı da yanlış yönlendirmesine göz yummak anlamına gelecektir. Bu gibi gelişmelere zemin hazırlamamak için, iki ülke ilim, fikir ve sanat adamları kadar yayınevlerine de sorumluluk düştüğünü hatırlatmaya bile gerek olmadığı kanaatindeyim. Bu noktada iki ülke arasında gerek ilim, fikir ve sanat çevreleri, gerekse yayın dünyası arasında bir köprü kurulması için hem şahsen, hem İslamiyat & Kitabiyat Yayınları olarak, hem de Doğu Konferansı Girişimi olarak her türlü işbirliğine hazır olduğumuzun da bilinmesini isterim. Aynı şekilde iki ülke hakkında yapılacak radyo ve televizyon yayınlarında da bu mülahazaların geçerli olduğu muhakkaktır.
Söz radyo ve TV yayınlarına gelmişken, iki ülke televizyon yayınlarında birbirleri hakkındaki programlara ne ölçüde yer verildiğini de sorgulamakta yarar vardır. Fas televizyonlarında Türkiye ile ilgili yayınların oranını bilemem ama, Türkiye’deki radyo ve televizyon kanallarında Fas hakkında yapılan yayınların yok denecek kadar az olduğunu rahatlıkla ifade edebilirim. İki İslam ülkesinin birbiri hakkındaki ilgisizlik , özellikle entelektüelleri dehşete düşürecek boyutlara varmışken, öte yandan İslam ülkelerini yakın zamana kadar sömürmüş olan – hala da gizli olarak sömürmeye devam eden – ülkelerin başında gelen Fransa’nın mesela TV5Monde kanalında hemen her gün bölge ile ilgili program, belgesel veya filmlere yer verilmesi bizleri son derece üzmeli , düşündürmeli ve geç kalmadan harekete geçirmelidir. Bu vesileyle Türkiye’deki ulusal kanalların bu konuya ne kadar ilgi göstereceğini bilemesem de, en azından yurt sathında yaygın olarak mahalli yayın yapan televizyon kanallarının oluşturduğu mahalli televizyon kanalları birliğinin konuya yakın ilgi gösterebileceğini ve bu konuda şahsen üst düzey yetkililer nezdinde gereken yardımda bulunabileceğimi dikkatlerinize sunmak isterim.
Tabiatıyla iki ülke arasındaki turizm faaliyetlerine de temas etmeden geçmemek gerekir. Sadece gezi amaçlı değil, bilimsel toplantı turizmi başta olmak üzere her türüyle turizmin teşvik edilmesi, aynı zamanda bilimsel, kültürel ve sanatsal ilişkilerin gelişmesine de önemli katkılar sağlayacaktır. Aslında sadece Fas-Türkiye arasında değil , Mağrib’ten Endonezya-Malezya’ya kadar bütün İslam coğrafyasında, ilim, fikir ve sanat erbabının serbestçe dolaşım imkanlarına sahip olması, geleceğimiz açısından fevkalade önemli gelişmelere zemin hazırlayacak, diğer pek çok alanda da ilişkilerin gelişmesine yardımcı olacak, siyasi, ekonomik ve toplumsal alanlarda İslam dünyasına ciddi bir dinamizm getirecektir, tıpkı geçmişte İslam dünyasının ilim, fikir ve sanat erbabının Mağrib’ten Maşrık’a serbestçe dolaşması sonucunda fikirlerin birbirini döllemesi, melezlemesi ve yaratıcı düşüncenin bu dinamik ortamda bütün verimliliğini sergilemiş olması gibi. Bugün belki İslam dünyası sömürgeciler tarafından belirlenmiş ve hiçbir tabii, tarihi veya makul temeli olmayan suni sınırlarla birbirinden koparılmış ve birbirinden bağımsız kompartımanlar halinde kalmaları amaçlanmış olabilir. Ne var ki, tıpkı sınır tanımayan doktorlar gibi, bizler de İslam Dünyasının Sınır Tanımayan Entelektüelleri olarak hareket ederek, bizleri birbirimizden ayırmış olan bu sınırları aşıp, birlikte hareket etme imkanlarını yaratabiliriz. Bunun hem her birimizin ülkelerine, hem bir bütün olarak İslam Dünyası’na , hem de dolaylı olarak bütün insanlığa son derece önemli katkılar sağlayacak insani bir gelişmeye ve İslam Dünyasında bir rönesansa yol açmaması için hiçbir sebep yoktur, yeter ki entelektüeller entelektüel sorumluluklarını yüklenme cesaretini göstersinler.
Elbette bütün bu çabaların bir medeniyet tasavvuruna ve İslam Dünyasının geleceğini bütün mülahazaların üstünde ve önünde tutan bir gelecek perspektifine dayandırılması, geçmiş asırlarda İslam dünyasının her din, dil ve ırktan entelektüellerin sergilediği yaratıcı düşüncenin bir benzerini 21.yy’da tekrar canlandırmanın hayati önemine derinden iman edilmesi ve bu yolda gereken her türlü bedelin ödenmesi temel şarttır. Aksi takdirde İslam Dünyası ve bu dünyanın iki parçasını oluşturan Fas ve Türkiye yeni sömürgeci güç odaklarının, yeryüzünde tek kutuplu bir düzen peşinde koşanların ve dünya hegemonyası sevdasına kapılanların iştahlarını kabartan kolay birer av olmaktan kendilerini kurtaramayacaklardır. Hatta Irak’ın işgalinde açıkça görmekte olduğumuz bir medeniyet talanını ve yıkımını sadece seyretmekten başka bir şey yapamayan zavallı çaresiz toplumlar olarak, Allah önünde, İslam Dünyası önünde ve tarih önünde bu sorumlu(suz)luğun altında ezilmekten ve tarihin kara sayfalarında anılmaktan kurtulamayacaklardır.
İşte böylesi derin, geniş ve uzak görüşlü bir medeniyet perspektifinin yeniden canlandırılması için bu ve benzeri toplantılar bulunmaz birer fırsattırlar. Bu önemli tarihi fırsatı değerlendirmek üzere biz Türkiye’den gelerek sizlere işbirliği elimizi uzatıyoruz, sizlerin uzatılan bu eli boş çevirmeyeceğinize eminiz. Atılan bu ilk adımı peş peşe diğerlerinin takip etmesi dileğiyle bu toplantının hayırlı gelişmelere vesile olmasını umar, hepinizi sevgi ve saygıyla selamlarım.