Farklılıkları birlikteliğe dönüştürmek: Liberal İslam- Sol İslam-Devrimci İslam
Yıllar önce ,ülkemizin bir İslam ülkesi olduğu gerçeğini göz ardı ederek Liberal Düşüncenin bu topraklarda kök salmasının zor olduğunu fark eden ve bu sebeple İslam Düşüncesi hakkında bilgilenmek amacıyla benim de içlerinde bulunduğum bazı ilahiyatçıları karşılıklı fikir alışverişinde bulunmak üzere faaliyetlerine katılmaya davet eden LDT(Liberal Düşünce Topluluğu) ile beraber sürdürdüğümüz entelektüel “tanışma” çabaları esnasında, ABD’de mukim Filistinli bir mühendis olan ve Minaret of Freedom Institiute adlı kuruluşun kurucusu ve başkanı Imaduddin Ahmed’in de katıldığı bir toplantıda, neredeyse İslam=Liberalizm diyecek kadar peşin fikirli bir tebliğ sunan ve bu tür yaklaşımlarıyla kendisine bir piyasa da oluşturduğu anlaşılan bu zat ile aramızda şöyle bir diyalog geçmişti:
- Sayın İmaduddin, siz İslam ile Liberalizm arasında neredeyse tam bir örtüşme olduğunu söylüyorsunuz, peki bu iddiayı ortaya atmadan Kur’an’ı yeterince incelediniz mi?
- Evet,tabii ki inceledim
- Bence bu dediğiniz pek te doğru görünmüyor, zira Kur’an’ı tarafsız bir gözle incelemiş olsaydınız, onda sosyal adaletçi,hatta sola yakın unsurların da bulunduğunu görürdünüz. Nitekim bu sebeptendir ki, 60-70’li yıllarda İslam Dünyasında İslam’da Sosyal Adalet, İslami Sol ve İslam Sosyalizmi gibi tezler de ileri sürülebilmişti. Demek ki sizin İslam=Liberal denkleminizin aksine İslam=Sol denklemi kuranlar da var, bu duruma ne diyorsunuz?
Daha sonra ben İslam’ın bu gibi kavramlara indirgenemeyeceğini söyleyerek tartışmayı sürdürdüm.
Bu anekdot bize şunu gösteriyor: Aslında İslam’ın beşer ürünü ideolojilere indirgenmesi, onlarla eşleştirilmesi veya bu ideolojilere eklemlenmesi pek te doğru ve sağlıklı bir yaklaşıma benzememektedir. Çünkü aynı anda İslam’ın hem sol, hem de liberal olması mümkün olmadığına göre, bu iddiaların gözden geçirilmeye muhtaç olduğu da kendiliğinden ortaya çıkmış olmaktadır. Ancak bu, İslam’ı beşer ürünü ideolojilerden bir ideoloji gibi değil, bir “Din” daha doğrusu İslam olarak kabul etmek kaydıyla – çünkü Aliya İzzetbegoviç Doğu ve Batı Arasında İslam’da Din (Religion) ile İslam farkını geniş bir şekilde izah etmektedir – İslam ile sol, liberal vb. politik, ekonomik akım ve ideolojiler arasında birtakım paralellikler kurmanın bir sakıncasının da olmaması gerekir. Ülkemiz gibi ciddi bir kimlik problemi yaşayan, ilim ve fikir erbabının, yönetici elitlerin ekseriyetinin bakışlarını Batı’ya diktiği, adeta bir dayatmaya dönüşmüş olan “ irtica” söylemiyle bu aydınlarımızın İslam’ı bu toplumun geleceği açısından bir imkan olarak görmelerine bir türlü fırsat verilmediği, üniversitelerimiz de dahil pek çok çevrede İslam’a sadece tarihi ve kültürel bir aksesuar, müzelik bir teşhir nesnesi olarak, ama daha dikkat çekici olarak, bir tehdit kaynağı teşkil ettiği paranoyasıyla yaklaşıldığı bir atmosferde, sağdan soldan, liberallerden sosyal demokratlardan bazı aydınların İslam’a ilgi duymasının ve bulundukları pozisyondan İslam’a bakarak, birtakım mukayese ve yorumlarda bulunmasının o kadar da yadırganacak bir tarafı olmasa gerektir. Hala bu ülkede insanımızın kahir ekseriyetinin kendisin “Müslüman” olarak tanımlamada ısrar etmesi, ama aynı zamanda bu insanların sağ- sol, liberal- sosyal demokrat ideolojilere ve siyasi akımlara mensup olması ve destek vermesi karşısında, insanın mensup olduğu din ile desteklediği siyasi görüş arasında ilişki kurup, benzerlikler araması tabiidir.
Aslına bakılırsa bu sürecin ileride ülkemizin ve bölgemizin geleceği açısından çok anlamlı sayılabilecek ciddi sonuçlara vesile olması da güçlü bir ihtimaldir. Zira İslam’ın ülkemizde, sadece İslami çizgiyi bir dünya görüşü olarak benimsemiş kesimlerin değil, sağ-sol, liberal-sosyal demokratların da malı olduğunu, öyle değilse bile öyle de olması gerektiğini söylemenin yanlış bir yanı olmasa gerektir. Hatta bir adım daha atarak, İslam’ı önemsemek ve değer atfetmek için ona inanmak, yani gerçek bir “mümin” olmak ideal ise de, bu olmadan da, yani nominal bir Müslüman olarak, hatta deist veya din konusunda lakayt, inançsız, ateist olarak ta İslam’ı tanımanın, bilmenin, onun geleceğimiz açısından bize ne gibi imkanlar sunabileceğini araştırmanın mümkün olduğunu düşünmenin neresi yanlış olabilir ki? Geçen yazımızda da işaret ettiğimiz gibi, kimimiz bir “Din” olarak ona “iman” ederken, bazılarımız da – tıpkı kendisi bir Hıristiyan olan Emin Malûf’un yaptığı gibi – en azından bir kültür ve medeniyet olarak, toplumun sosyolojik bir gerçeği olarak İslam’a, İslam Düşüncesine ve İslam Medeniyetine yönelebilir, onu keşfetme sürecine girebilir. Yanlış olan entelektüel olsun, sıradan biri olsun, yöneten veya yönetilen olsun, bu ülkede yaşayanların İslam’ı görmezlikten gelmesi, ona sırt çevirmesi, ona ön yargılı yaklaşmasıdır.
İşte Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne kadar ülkemizin hala karşı karşıya bulunduğu bu temel problemin aşılması açısından; İslam-Liberalizm ilişkisinin gündeme gelmesi kadar, İslam-Sol, İslam-Sosyal Demokrasi, İslam-Sosyal Adalet, İslam- Üçüncü Yol ilişkilerinin gündeme gelip tartışılması da son derece önemli bir arayış ve sağlıklı bir gelişme olarak nitelendirilebilir. Bu tür gelişmelerin ülkemizin sığlaşmış ve kısırlaşmış olan siyaset düşüncesine ve pratiklerine de son derece önemli yansımaları ve katkıları olabileceğini de ayrıca belirtmek gerekir.
Üzülerek ifade edelim ki, uzun yıllar boyunca bu ülkenin siyasi hayatında, İslami kesimlerin zorunlu olarak “sağcı” olduğu, Sol’un ise İslam’a husumet besleyen, tavır alan bir geleneği benimsediği yargısı sosyolojik bir tespit olmayı aşarak, adeta bir determinizme, bir tür dayatmaya dönüş(türül)müştür. Bu ise ekseriyeti Müslüman olan bu toplumda seçmenlerin tabii olarak %70 oranlarında “sağ”a mahkum olmasına; “sol”un da, İslam ile arası iyi olmadığı, hatta İslam’a karşı husumet beslediği yolundaki yaygın kanaatin etkisiyle % 25-30’luk orana sıkışıp, bunu bir türlü aşamamasına yol aça gelmiştir. Bunun sağlıklı bir durum olmadığı konusunda neredeyse bir icma ve ittifak olduğu halde, bu durumun değiştirilmesi için ciddi bir adım atıl(a)madığı da yine kamuoyunun malumudur. İşte ülkenin sağ-sol ekseninde gerçekleştirilen klasik siyaset şablonunun değiştirilmesi bakımından İslam -Sol ilişkisinin gündeme gelmesi bir dönüm noktası olmaya aday bir gelişmedir. Zira bilindiği gibi sağ partiler dindar, dine önem veren ekseriyetin oylarını “çantada keklik” görerek, bu hassasiyet üzerinden siyaset yapmayı asla terk etmemişlerdir. Rahmetli Adnan Menderes’in ezanın asli dilinde okunmasını sağlamasından ve toplumun ekseriyetinin dindarlık duygularını okşayan icraatlara önem vermesinden tutun da, Süleyman Demirel’in ülkedeki Nurcu, Süleymancı gibi cemaat ve tarikatlarla, İslami sosyal kesimlerle olan ilişkisine, özellikle seçim zamanlarında bu kesimlere mavi boncuk dağıtma politikalarına, daha sonra Milli Nizam Partisi ile başlayan Milli Görüş siyasi hareketine, ardından halkın “Dindar Cumhurbaşkanı” olarak nitelendirdiği rahmetli Özal’ın benzer politikalarına ve nihayet şu anda iktidarda bulunan Adalet ve Kalkınma Partisine varıncaya kadar – en genel anlamda “sağ” partiler- siyaseti büyük ölçüde, İslam konusunda bu toplumun ekseriyetinin hassasiyetleri üzerine oturtmuşlardır. Buna mukabil sol partiler ve özellikle de Cumhuriyet Halk Partisi, bu durumu değiştirmek için kendisini İslamî kesimlere açamamış, İslami hassasiyetler karşısındaki ideolojik katı tutumunu kırarak, Menderes , Demirel, Özal ve Erdoğan gibi, meseleye “pragmatik” olarak dahi yaklaşamamıştır. Bunun sonucunda ise toplumda yıllar boyu devam eden bir bloklaşma ve kamplaşma ortaya çıkmıştır ki, dün “Demokratların Kahvesi- Halk Partililerin kahvesi” veya “Demokratların Camisi- Halk Partililerin kahvesi” şeklindeki ayrım ve kutuplaşmalar; bugün laiklik, Cumhuriyetçilik, Atatürkçülük ve devletçilik çağrılarına mukabil, demokrasi, insan hakları ve özgürlüklere yapılan çağrılar şeklinde devam etmektedir. Bu denklemde toplumun kahir ekseriyetini oluşturan kesimin Cumhuriyet Halk Partisi yanında yer almaması, bilakis tam aksi cenahta yer alması, aslında tercihlerin, söylenenlerin ve savunulanların irdelenmesinden yola çıkarak değil, geçmişten gelen bir dayatmanın – sağ-sol ayrımının – etkisiyle yapıldığını göstermektedir.
Bu durumun bu şekilde devam edip etmemesi, herkesten önce kaybeden taraf olan “sol”un iç meselesi olsa da, meselenin bir de hepimizi ortaklaşa ilgilendiren bir yönü olduğunu göz ardı etmemek gerektiği kanaatindeyiz. Zira ülke siyasetinin bu şekilde sol aleyhine bölünmüşlüğü, sol’un İslami kesimlere, dindar çevrelere açılamaması, sağ partileri destekleyenlerin, bu partilerin yanlış veya başarısız olduklarını gördükleri birtakım icraatlarına rağmen sağ partilere rey vermeye kendilerini mahkum hissetmeleri; sol partilerin makul ve sağlıklı çözüm önerileri olsa bile, sırf sol’dan geldiği için bunlara sırt çevirmeleri, bunun sonucunda güçlenemeyen sol partilerin sağ iktidarlara karşı güçlü bir sol muhalefet sergileyememesi, siyasi arenada ciddi bir boşluk ve dengesizlik yaratmaktadır.
İşte hem sağ partilerin sırtlarını dayadıkları, daha doğrusu popülist politikalarına ekseriya alet edip, zaman zaman da istismar ettikleri “İslami hassasiyetler ve talepler” zeminini onların ayakları altından çekip almak, bu alanda sağ partilerin kendilerini İslamî hassasiyet ve taleplerin yegane adresi olarak görüp, bu sebeple İslam’ı tekellerine almalarına engel olmak açısından da İslam- Sol ilişkisi önemli bir açılım olacaktır. Zira Sol’un İslam’a, aynı şekilde İslam’ın Sol’a açılması, en azından bu ikisi arasındaki ilişkiyi menfi bir ilişki olmaktan çıkaracak, aradaki buzların erimesine vesile olacaktır. Bu noktada yapılması gereken ise, Sol’un İslam’a iman etmesini istemek değil- elbette bir Müslüman olarak bizim bu duaya amin demememiz mümkün değildir. Hatta bazı İslam ülkelerinde birtakım Marksist grupların toptan İslamlaşma tecrübelerinin yaşandığını bu vesileyle dikkatlere sunmakta yarar da olabilir – ama en azından İslam, İslami talep ve hassasiyetler karşısında takındığı kategorik ret anlayışını yumuşatması, önyargılarını gözden geçirmesi ve tabii İslam Düşüncesi ve İslami kesimlerle diyaloga girmesidir. İşte İslami Sol tabiri böyle bir çabanın çerçevesini ve bu diyalogun taraflarını ifade etme anlamında kullanıldığı takdirde, bir ciddiyet ifade eder; yoksa bu tabire medyanın yaklaşımına benzer bir şekilde yaklaşılması sadece ve sadece bu meseleyi sulandırmak ve ciddiyetten uzaklaşmak anlamına gelir.
Siyasi Statükonun Ezberini Bozmak
Sadece siyaset arenasında – adeta – bir dayatma halini almış olan sağ-sol şablonunu kırmak, taşları yerinden oynatmak ve yıllardan beri süregelen bir ezberi bozmak için değil, aynı zamanda bu sağ-sol şablonlu siyasetin – ABD veya SSCB’nin bir zamanlar yaptığı gibi- küresel egemenlerin çıkarlarına alet edilmesine engel olmak, bu amaçla planlanan çirkin ve kirli oyunları bozmak bakımından da İslami Sol girişimi son derece önemli sonuçlara yol açacaktır. Kaldı ki bu yöndeki birtakım girişim ve gelişmelerin bir fanteziden öte geçemeyeceği, suni ve zorlama bir çaba olduğu yönündeki eleştirilerin de, gerçekleri yansıtmak şöyle dursun, tam aksine bu ezber bozucu girişimin, statükodan yana olanların keyfini kaçırdığının bir işareti olarak yorumlanması gerekir.
Kamplaş(tır)ma Siyaseti Değil, Ortak Paydada Buluş(tur)ma Siyaseti
Gerçekten de bu tür bir yaklaşım veya girişim, aslında yakından takip edenlerin dikkatinden kaçmayacak şekilde toplumsal bir zemine de oturmaya başlamaktadır. Bu sürecin temellerinin sayın Prof. Dr. Mehmet Bekaroğlu’nun Trabzon’da bulunduğu yıllarda, buradaki İpek yolu Bilgi Evi çatısı altında geçekleştirdiği İslam Düşüncesi Sempozyumları gibi toplantılarda atıldığı söylenebilir. Ülkemizin farklı siyasi ve ideolojik kesimlerden ilim ve fikir erbabının tam bir özgürlük atmosferinde tanışıp tartıştığı bu ve benzeri toplantılar yıllar sonra meyvelerini önce Doğu Konferansı Girişimi şeklinde vermiş, ardından Yeni Siyaset Girişimi’nde İslami kesim ile Sol arasındaki ortak hareket etme imkanları araştırılmış ve bunun uygulamaya aktarılması amacıyla birtakım çalışmalar yapılmıştır. Diğer yandan bu konunun toplumsal bir karşılığı olduğunu dört yıl önce fark etmiş olan İslamiyat Dergisi de “İslam’ın Sol Yorumu” sayısıyla bu sürece entelektüel bir katkı sunmuştur. Aslında bütün bu gelişmeler İslam Dünyasının çeşitli kesimlerinde 60-70’li yıllarda görülen İslami Sol veya İslam Sosyalizmi çabalarının, mesela Seyyid Kutub’un İslam’da Sosyal Adalet’te, Mustafa Sibai’nin İslam Sosyalizmi’nde, Ali Şeriati’nin Sol İslam’ında, Nurettin Topçu’nun Müslüman Anadolu Sosyalizmi’nde, Hüseyin Hatemi’nin İslam Açısından Sosyalizm’de, Hasan Hanefi’nin tek sayılık dergisinin adı olan – ama zannedildiği gibi Hanefi’nin asıl projesinin adı olmayan – İslamî Sol’da dikkat çekmeye çalıştığı, ancak toplumlarda neşv ü nema bulamayan bir arayışın, günümüz şartlarında yeniden canlanmasından başka bir şey değildir.
İslamî ve Sol yaklaşımların, ortak konularda ortak bir dil ve işbirliği imkanları arayışına girmesi gerektiğine dair talepler bazı İslam ülkelerinde de gün yüzüne çıkmaya başlamıştır. Bunun en önemli örneklerinden birisini, 29 Mart – l Nisan tarihlerinde Kahire’de gerçekleşen Amerikan Emperyalizmine ve İsrail Siyonizmi’ne Karşı Beşinci Uluslar arası Kampanya toplantısında alınan tavsiye kararları arasında, İslami kesimler ile Sol kesimler arasında çeşitli alanlarda işbirliği imkanlarının araştırılması kararının da yer alması teşkil etmektedir. Bunun yanında anti-Amerikancı politikaları ile bilinen bazı Latin Amerika ülkeleri ile İran ve Suriye gibi İslam ülkelerinin sıkı bir dostluk ve işbirliği geliştirme yolunda attıkları adımlar ve Dünya Sosyal Forumuna İslam Dünyasından katılımların gerçekleşmesi de bu çerçevede değerlendirilebilecek gelişmelerdir. Öte yandan komünizm tecrübesini terk etmiş olan Rusya’da İslam’a olan bakış açısının yumuşaması ve Rusya Bilimler Akademisi St.Petersburg Şarkiyat Enstitüsü müdür yardımcısı Stanislav Mihayloviç Prozorov gibilerin; “Rusya’da İslam’ı araştırmak milli zorunluluktur. Rusya’da Müslümanlık bazı Avrupa ülkelerindeki gibi “ithal” değildir. Rusya’da Müslümanlık bu ülkeyi oluşturan temel yapılardan biridir. O yüzden ben her yerde Rus Oryantalizminin konuya yaklaşımı ve metodu Batınınkinden farklı olması gerektiğini savunmuşumdur. Müslümanlar bizim için bir “öteki” değildir. Aslında doğuyu araştırmak, kendimizi araştırmaktır, çünkü Rusların kendisi Doğuludur”.(Meslektaşım Kudret Artıkbayev’in Sn. Prozorov’la 07.06.2006 tarihinde yaptığı röportaj ile Tatar Dergisi’ne (Moskova,15,Eylül,2003) verdiği mülakat) şeklinde açıklamalarda bulunma ihtiyacını hissetmeleri geçiştirilecek bir husus olmasa gerektir. Bilhassa, İslam Dünyasında pek çok solcu veya Marksist entelektüelin bu tecrübelerini Müslümanlıklarıyla birleştirmeleri, ya da Dünyanın Çakal Carlos lakabıyla tanıdığı İlich Ramirez Sanchez’in Devrimci İslam’ı gibi eserlerin yayın dünyasında boy göstermesi, küçük ama önemli işaretler olarak değerlendirilebilir. Marksist Sol gelenekten gelen bir entelektüelin bu mirası Müslümanlığı ile sentezlediğinde ortaya nasıl bir İslam anlayışı ortaya çıkabileceğine dair en muhteşem örnek ise, kuşkusuz Roger Garaudy’nin eserleridir. bakış açısıyla okunması gibi – sonuç itibariyle bir yorum meselesi olduğunu, bu gibi teşebbüslerin asıl amacının, İslam Düşüncesi ile Sol ideolojilerin uzlaşmasını imkansız, dolayısıyla da çatışmasını kaçınılmaz görenlere mukabil, karşılıklı anlayış ve ortak noktalarda işbirliği imkanlarının da söz konusu olabileceğini, en azından bunun denenmeye değer olduğunu göstermek olmalıdır.
Bu noktada İslam ile Sol kelimelerinin yan yana gelmesinden rahatsız olan İslami – ve dahi liberal – bazı kesimlere şu uyarıda bulunmak kaçınılmaz olmaktadır:
Bırakalım diğer İslam ülkelerini, sadece ülkemize bakalım ve şu soruların cevabını arayalım:
- Bugün emperyalizm, vahşi kapitalizm, sömürü, işgal, zulüm, eşitsizlik ve çevre felaketleri karşısında en ön safta mücadele eden, özgürlükleri ve insan haklarını en gür sesle savunan, savaş karşıtlığı kampanyalarına öncülük eden, ülkemizdeki nükleer silahlara dikkat çeken, İncirlik üssünün kapatılmasını dava edinen, fakirlik ve işsizlik problemini sürekli gündemde tutan ve bütün bu ve benzeri konuları gündeminin ilk sıralarına yerleştiren güçlü, etkili ve yaygın bir İslami – veya Liberal- anlayışın varlığından söz edilebilir mi? Yoksa bunlar hala Sol kesimlerin tekelinde olmaya devam mı etmektedir?
- Her tür toplumsal ve küresel baskı, zulüm, haksızlık, eşitsizlik ve kötülük karşısında sesini yükseltip, protestolara girişen, söylenmeyip söyleyen, gerektiğinde meydanlara dökülen, bu uğurda her türlü sıkıntıyı ve riski göze alan ve bu konularda en önde olması gereken Müslümanları –ve Liberalleri- geride bırakan da yine Sol değil mi?
- Muhalefet ve eleştiriyi, hele öz eleştiriyi ağzına dahi almaktan korkanlar Solcular mı yoksa İslami kesimler mi?
- Bugün ABD ve Avrupa’nın çıkarlarına, insanlık dışı politikalarına hizmet etmekten çekinmeyen sözüm ona liberal veya İslami birtakım kesimlerin, bir zamanlar komünizmi Deccal olarak yorumlayıp ta, bugün zulümde ondan hiç te geri kalmayan ABD emperyalizmi karşısında sus pus olanların, yani İslam’ı veya liberalizmi emperyalist projelere eklemleyenlerin, İslam- Sol yakınlaşması konusunda söz söylemeye hakları ve yüzleri var mı?
- Küresel egemenlerin sömürgeci projelerine eklemlenen sözü ona liberal ve İslamî kesimlerin politikaları mı, yoksa Marksiszm ile Katoliklik arasında bir sentez gerçekleştirmiş olan, Latin Amerika’daki “Kurtuluş Teolojisi” hareketi mi, Dine, ahlaka, vicdana ve insanlığa uygundur?
- Bazı liberallerin İslam’ı “Ahlaklı Kapitalizm” şeklinde nitelendirmesi veya bazı İslami(!) kesimlerin “Ilımlı İslam Projelerine” eklemlenmesi normal oluyor da, niçin küresel emperyalizme, sömürüye ve yeryüzündeki her türlü zulme karşı İslam- Sol yakınlaşması veya İslami Sol denemeleri anormal gösterilmeye çalışılıyor, bunun bir mantığı var mı?
- Sözünü ettiğimiz kesimlere göre, dünyada Sol rüzgarların estiği yıllarda mesela Abdurrahman eş-Şarkavi’nin yazdığı “Özgürlük Peygamberi” adlı esere – Sol etki altında yazıldı gerekçesiyle – karşı çıkıp ta buna karşı “Kölelik Peygamberi”diye reddiye mi yazmak gerekir?
- Hele Yahudi ve Hıristiyanlarla diyalog yapma sevdasıyla yanıp tutuşanların, Müslüman olarak, bu memleketin sağduyu ve vicdan sahibi evlatlarıyla – sırf Solcu diye – memleket meselelerinin çözümü amacıyla diyaloga karşı çıkmalarını izah etmek mümkün müdür?
- Yeryüzünü kasıp kavuran pek çok insanlık dışı gelişme yaşanıp dururken, mesela Afrika’daki kıtlık, açlık ve hastalıkların yol açtığı kitlesel ölümler ve pek çok insanlık durumu karşısında sadece laf üreten, yardım vaatlerini bile tutmayan G 8 ‘lerin bu politikaları karşısında sürekli protestolara başvuran – Sol dışında- ciddi bir İslami – veya Liberal- eylemden söz edebilir misiniz?
- İktidarın nimetlerinden yararlanma ve para, şöhret, makam, mevki peşinde koşma, yani “Dünyevileşme” hastalığına tutulmuş olan, bu uğurda İslami değerleri ayaklar altına almaktan çekinmeyen bir “abdestli kapitalistler” güruhunun türediği şu günlerde, bu utanç verici gelişmelere karşı ses çıkaran tek bir İslami kesim ortada görünmüyorsa, bu şartlarda Sol veya Sosyal Adaletçi bir İslami söylem geliştirilmeye çalışılmasının garipsenecek yanı var mı?
- Ve nihayet bu gibi kesimler Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç’in Doğu ve Batı Arasında İslam adlı eserinde yıllar önce yapmış olduğu şu önemli tespiti anlamaya çalıştılar mı?:
“İslam Sosyalizmle Hristiyanlığın hakikat paylarını sadece tanımakla kalmıyor, bilakis üzerinde ısrarla duruyor. Çünkü eğer Sosyalizm – siz bunu Sol olarak ta okuyabilirsiniz (MHK) – bir yalansa, o zaman İslam da tam hakikat değildir. İslam’ın doğruluğunu ispat etmek, Sosyalizm ve Hıristiyanlığın doğruluğunu ve aynı zamanda hakikatlerinin noksanlığını da ispat etmek demektir. Şu tarihi anda İslam’ın özel durumu işte budur.İslam’ın şansını mutlaka, bu iki dünyadan birinin red ve imha edilmesinde görmesi gerekmez.Onun üstünlüğü,onların hakikat paylarını tanımasındadır Dünyadaki zıddiyetler – ki tarihi ifadesi mevcut bloklardır – ancak ve ancak bu iki dünyanın adalet paylarını da teslim edecek üçüncü bir dünyanın kurulmasıyla yenilebilir.”(Doğu ve Batı Arasında İslam,s,21-22)
- Nasıl ki, ABD, İngiltere ve İsrail emperyalizmine hizmet eden İslam Ülkelerindeki birtakım yönetimlerin, Ümmet’in itibarını kurtarmak için kılını dahi kıpırdatmadıkları, kendi tahtlarını korumak için bu işgalci güçlerle işbirliği yaptıkları halde, bu durumlarına bakmayıp ta Ümmet’in namusunu kurtaran Hizbullah’ın Lübnan’daki başarısını karalamaya hakları yoksa, hatta bu yaptıkları karalama İslam’a aykırı ve ahlak dışı bir davranış ise; benzer şekilde ülkemizde ve İslam Dünyasında yaşanan insanlığa ve İslam’a aykırı uygulamalar karşısında sesini dahi çıkarmayan birtakım sözüm ona liberal ve İslami kesimlerin, İslam – Sol yakınlaşması ve işbirliği çabalarını eleştirmeleri de ahlaken doğru değildir; tıpkı İslam Dünyasına yönelik işgal ve zulümler karşısında kayda değer bir direniş sergileyen Şia Dünyasını, – bu konuda Şia’nın gösterdiği direnişi sergilemedikçe – bazı Sünni(!) yönetimlerin Sünnilik’i alet ederek itham edip karalamaya hakları olmaması gibi. Zira İslam Dünyasında ekseriyeti teşkil eden Sünnilerin bile Şia Dünyasını bu konuda desteklemesi, elbette onların Şii olmalarından değil, emperyalizme ve zulme karşı sergiledikleri şahsiyetli duruştan dolayıdır. Sünnilik adına Şia’dan hoşlanmayanlar varsa, onlara düşen Şia’nın sergilediği duruşun benzerini sergilemeleridir, yoksa bunu yapmadan Şia’yı eleştirmelerinin hiçbir anlamı yoktur. Dolayısıyla İslami Sol veya Sol İslam nitelemelerinden hoşlanmayanlara düşen de, bu tür bir arayışı gerekli kılan konularda, İslami Sol’a gerek bırakmayacak politikalar üreterek, bunları uygulama cihetine gitmeleridir. Bunu yapmadıkça , – hayat boşluk kabul etmediği için – İslam – Sol yakınlaşmasının ciddi bir ivme kazanması durumunda sızlanmaya da hakları olmayacaktır.
Bunları yazarken, bazılarının “Kırbaşoğlu da modaya uyarak sol’a transfer olup solcu mu oluyor yoksa?” diye mırıldandıklarını duyar gibiyim. Zaten daha önce de benzer fikirleri kamuoyunda ve medyada dile getirdiğim için “Sol’a kaymak “ la nitelendirildiğimden (27.2.2006 tarih ve 586 sayılı AKSİYON Dergisi ) bu gibi mırıldanmalara hazırlıklı ve alışık olduğumu söylemek isterim. Sadece şu kadarını eklemek isterim ki, ben İslam’ın İslam olarak başka bir şeye indirgenemeyeceğini tekrar tekrar açıkça ifade etmişken, eski alışkanlıkların ve ezberlerin etkisinden kendilerini kurtaramamış olanların hala benim gibileri kategorize etmeye çalışmalarını, belli şablonların içerisine sıkıştırmaya çalışmalarını o kadar da yadırgamıyorum.Yadırgadığım şey bu konudaki tutarsızlık ve çifte standart. Zira yaklaşık on yıl Liberal çevrelerle ortak çalışmalar yapıp, İslamî öğreti ile Liberal öğreti arasındaki benzerlik ve farklılıkları anlamaya çalışırken, aynı çevreler “Hoca seni Liberal çizgiye kayıyor gördüm” diye uyarma ihtiyacını nedense duymamıştır. Halbuki amaç İslam’ın “Sol, Sağ, Liberal v.s.” ideoloji ve akımlara eklemlenmesine karşı çıkmak ise, tutarlılık ve dürüstlük adına benim gibilere “Hoca seni sağda gördüm” diye de uyarıda bulunmaları gerekemez miydi? Şayet benim Liberal, sağcı veya solcu çevrelerle olan ilişkilerimde İslam’a, vicdana, ahlaka, adalete aykırı bir adım attığımı, bu yolda yazıp çizip çizdiğimi, söz söyleyip görüş beyan ettiğimi gören bilen varsa, işte o zaman beni uyaranlar eleştirilerinde haklı olabilirler.
Sonuç olarak bu ve benzeri teşebbüslerin, farklı kanaatlere sahip olsalar da, bu memleketin dürüst, ahlaklı ve vicdanlı evlatlarının, ülke ve bölge meselelerinin çözümü yolunda bir araya gelme, bir birini tanıma, karşılıklı fikir alış verişinde bulunma ve ortak konularda işbirliği cihetine gitme yönünde atılmış adımlar olarak değerlendirilmesi gerekir. Dolayısıyla da bu gibi süreçlerin teşvik edilmesi, cesaretlendirilmesi ve yaygınlaştırılıp güçlendirilmesi fevkalade yararlı olacaktır. Öte yandan birbirlerini yeterince tanımayan bu iki kesimin bir araya gelmeleri, kendi pozisyonlarını yeniden gözden geçirip, bir öz eleştiri yapmalarına da imkan sağlayacaktır. Bu ülkeyi ve bölgeyi, ülkemizin ve bölgemizin insanlarını seven, bu coğrafyanın geleceğini önemseyenlerin başka türlü düşünmeyeceğine inanıyoruz.
Bu süreç kuşkusuz sadece İslam- Sol arasında değil, ülkemizdeki bütün kesimler arasında yaygınlaştırılması gereken bir süreçtir. Bu sürecin yaygınlaşması durumunda, bilinmez, belki de liberal ve sol çizginin sentezi olan Üçüncü yol benzeri yerli bir proje de gündeme gelebilir. O zaman bu eleştirileri ve uyarıları yapan çevrelerin ve dostların, acaba ne gibi bir tavır takınacakları doğrusu merak konusu. Duamız, niyazımız ve temennimiz onların da, ezberlerini bozma, şablonları kırma medeni cesaretini gösterip, nerede ve kimde bulunursa bulunsun, hakkın, adaletin ve faziletin yanında yer almakta tereddüt göstermemeleridir.