Röportaj: Nida Dergisi –Ekim 2012, 155. Sayı
Adalet, insanoğlunun müşterek duygusu, arayışı… Tüm sistemlerin müşterek vaadi… Hakeza, filozof ve düşünce adamlarının farklı açılardan tanımını aradıkları bir olgu, adalet… Biz bu söyleşimizde adaletin tanımından ziyade, insanoğlunun müşterek arayışının ‘tevhidsiz’ sağlanıp sağlanamayacağı, tanımlanıp tanımlanamayacağı üzerinde durmak istiyoruz. Bu anlamda;
İnsanlığın bu müşterek duygu ve beklentisine paralel olarak adalet de ‘evrensel, değişmez’ ilkelere mi dayanmaktadır? Tüm toplumları, kültürleri vs. bağlayan bir ‘evrensel adalet’in varlığından bahsedebilir miyiz?
Adaletin bir kavram olarak bütün toplumlarda mevcut olduğu iddiası genel kabul gören bir değerlendirme olsa bile, bu muhtevasıyla birlikte evrensel olduğunu iddia etmek için yeterli değildir. Mamafih bütün kültürlerde ve toplumlarda mevcut olduğu varsayılan adaletin, “evrensel adalet” denilebilecek bir ortak paydada buluştuğunu ileri sürmek çok ta yanlış gelmiyor insana.
Tabiatıyla İslam kültüründeki “fıtrat” kavramından yola çıkarak, bu evrensel adaletin evrenselliğinin, insanın yaratılışında mevcut bir potansiyel den kaynaklanmış olabileceğini düşünmek te mümkün gözükmektedir.
Öte yandan yeryüzündeki toplumların kahir ekseriyetini kendisine bağlamış olan dinler açısından bakıldığında, insanlığın kahir ekseriyetini n mensup oldukları dinlerin ortak paydası anlamında bir “evrensel adalet” ten söz etmek daha gerçekçi bir yaklaşım olarak nitelendirilebilir.
Kuşkusuz bu “evrensel adalet” kavramı çok esnek bir kavram olup, ne anlama geldiği konusunda farklı bakış açılarını bünyesinde barındırmaya elverişlidir. Bilhassa toplumsal yapıların ve sosyal ilişkilerin son derece çeşitlenip bir o kadar da karmaşık bir hal aldığı günümüzde, evrensel adalet kavramının içini herkesi tatmin edecek şekilde doldurmak o kadar da kolay olmasa gerektir.
Bu bakımlardan yeryüzünün tamamını kuşatan, bütün toplumların üzerinde ittifak ettiği bir ortak paydaya dayanan, sadece egemenlerin değil bilhassa sessiz çoğunlukların ihtiyaç duyduğu , sadece bireysel planda değil toplumsal ve kurumsal planda da hayata aktarılması gereken, ayrıca ulusal, bölgesel ve küresel boyutlarıyla bir bütün oluşturan , gerçek anlamda evrensel bir adalet kavramına, herkesten çok İslam dünyasının sahip çıkması gerektiğini söylemek yanlış olmasa gerektir.
Tabiatıyla böylesi bir evrensel adaletin yeryüzünde davasını gütmek, mücadelesini vermek ve onu yeryüzünde ikame etmek , farklı gerekçelere dayalı olarak ta yapılsa, kimi kurtuluş teolojisinden, imi sosyalizmden kimi İslam’dan kimi de başka din ve kültürlerden ilham alarak bu davaya gönül verse de, sonuçta İslam’a aykırı olmayan bu çabaların en büyük destekçisi ve öncüsü olmak Müslümanlara yakışan bir yaklaşım olacaktır.
Bu önemli noktanın daha da netleşmesi için şöyle bir formülasyona başvurulabilir:
Müslüman açısından evrensel adalet teolojik açıdan Tevhid’e dayanmak zorunda olsa da, politik açıdan bizatihi evrensel adaletin hayata geçirilmesi , İslam’a aykırı olmaması bakımından onaylanması gereken müspet bir adım olarak görülmelidir.
Diğer sistem veya düşünce adamlarından farklı olarak Müslümanların tanımlayacağı, sağlayacağı bir adaletin temel parametreleri neler olmalıdır?
İbrahimi dinlerin adalet anlayışlarının tek Allah’a olan imana dayandığını, daha doğrusu insanın fıtratında mevcut olduğu var sayılan adalet duygusunun bu imana dayalı olarak müeyyidelendirilip dini-ahlaki-vicdani bir görev haline getirildiğini ifade etmek mümkündür. Bu geleneğin son halkası olan İslam’ın da adalet kavramını tek bir Allah’a , ahirete ve ahiret hesabına iman esaslarına dayandırdığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Kuşkusuz İslam’ın adalet talebinin – son semavi din olması hasebiyle – bütün insanlığa yönelik olması ve bu açıdan gerçek anlamda evrensel bir adalet arayışından söz etmenin mümkün olması, İslam’ın adaletinin evrensel adalet anlayışının en güçlü adayı olmasına da zemin hazırlayıcı niteliktedir.
Ne var ki Müslümanların Kıyamete kadar ilham kaynağı ve değişmez rehberi olan Kur’an bile yeryüzündeki bütün insanların imana gelip Müslüman olmasının gerçekçi olmadığını açıkça beyan ediyorsa(10,Yunus,99), herkesin Müslüman olduğu ve Müslümanlığın temeli olan Tevhid’e dayalı bir evrensel adaleti hayata geçirdiği bir geleceğe özlem duymanın Kur’an’ın bu beyanına uyup uymadığını da göz önüne almak gerekir.
Müslümanların dünyanın adalet talebine cevap verebilmeleri için hangi konularda netlik kazanmaları ve nasıl bir perspektife sahip olmaları gereklidir?
Öncelikle adaletin sadece Müslümanlar için ve onlar arasında gerçekleştirilmesi gereken bir ilke ve değer değil, din,ırk, cinsiyet,kültür ,sınıf farkı gözetmeksizin yeryüzündeki bütün insanlığı kuşatacak şekilde hayata geçirilmesi gereken bir değer ve ilke olduğunu vurgulamak gerekir. Böyle olunca da sadece Müslümanlar için ve Müslümanlar tarafından hayata geçirilen bir adaletten ziyade “HILFU’L-FUDUL” perspektifinden yola çıkarak adaletin “her yerde,her zaman ve herkes için” gerçekleştirilmesine çalışmak gerektiğini belirtmekte yarar vardır.
Ancak Müslümanların ve özellikle de İslami iddiası olan kesimlerin adaleti , daha doğrusu İslam adaletini evrenselleştirmekten söz ederken gözden kaçırdıkları önemli bir noktaya burada muhakkak işaret etmek gerekir : Adaletin Kur’an ve Sünnet döneminde neye tekabül ettiği iyi kötü bilinen bir şeydi ve ilk Müslümanlar adaleti ikame etmede başarılı bir politika izlediler.Ancak son yüzyıllarda görülen köklü ve baş döndürücü hızdaki toplumsal değişim gerçeği göz önüne alındığında , günümüzde siyasi,ekonomik ve sosyal alanlarda, toplumsal, ulusal,uluslar arası, sivil ve resmi, bireysel ve kurumsal boyutlarda her bir tikel durumda adaletin neye tekabül ettiği konusunda İslami kesimin çok ciddi çalışmalara girişmeyi göze alması, adaleti İslami retorik/ söylem konusu olmaktan çıkarıp “eylem” konusu yapmaları acil bir görev olarak hepimizin önünde durmakta, hepimizi beklemektedir. Tabiatıyla bu görev için kolları sıvarken, adalet, evrensel adalet, kanun adaleti,sosyal adalet, sistem adaleti, adil düzen , adil ücret, vergi adaleti , uluslar arası adalet v.b. pek çok konuda bugüne kadar ortaya çıkmış olan birikimi inceleyecek , bu alanda araştırmalar yapacak muazzam bir entelektüel ordusuna ihtiyaç olduğunu, bu ilim ve fikir erbabı entelektüelleri destekleyecek resmi ve sivil kurumların süratle kurulması gerektiğini söylemeye bile lüzum yoktur.
Müslümanların Sosyal Adaletin tesisi konusundaki zaafları hangi temel anlayış eksikliğinden kaynaklanmaktadır? Ve bilhassa 20. yüzyılın ikinci yarısından bugüne, bu husustaki serencamımızın temel noktalarına temas edebilir misiniz?
Bu sorunun cevabı sadedinde ciltlerce kitap yazmak bile mümkündür. Bu sebeplerin başında ise, namaz abdeste indirgenmiş, muhtevası boşaltılmış, daraltılmış ve yüzeyselleştirilmiş bir anlayışın – Şeriati’nin deyimiyle “karşı din “in – Allah’ın dini diye insanlara telkin edilmesini zikretmek gerekir. Bu konuda bir fikir edinmek için sadece Sünni gelenekteki “İslam’ın beş şartı” ile Sünnilerin sapıklık damgası vurmaktan zevk aldıkları Mu’tezile’nin “Beş esas(usul- hamse)” arasında bir mukayese yapmak oldukça aydınlatıcı olacaktır. Acaba bu iki akımdan hangisi “adalet”i dinin en önemli beş esası arasında zikretmiş, hangisi kendisini “Tevhid ve Adalet Ehli (Ehlu’l-Adli ve’t-Tevhid) ” olarak nitelendirmiştir dersiniz?
Bu gibi sorulara sağlıklı ve dürüstçe cevap verebilmek için, aslında ondört asırlık İslam geleneğinin bir bütün olarak, mezhepler,akımlar,ekoller ve eğilimler arasında ayrım yapmaksızın, olabildiğince tarafsız bir gözle incelenmesi şarttır.
Platon’dan Aristoya, Hobbes’a bir çok filozofça yapılan adalet tanımı, ideoloji ve dinden yoksun adalet arayışları mıdır? Bütün din ve ideolojilerden soyutlanmış bir adalet talebi mümkün müdür?
Bir görüşe göre en seküler yaklaşımlarda bile toplumların dini kültürlerinin fark edilmeyen etkisi söz konusudur. Ama varsayım olarak din ve ideolojilerden soyutlanmış bir adalet mantıken mümkün olsa da, bu soyut adaletin somut hale getirilmesi için ona iman etmiş olan adalet savaşçılarının varlığı olmazsa olmaz bir şarttır. İşte dinler ve bilhassa sonuncusu olan İslam , herkesin lafını edip sırt çevirdiği adaleti gerçek anlamda ve samimiyetle hayata geçirme konusunda en büyük güç ve ümit kaynağıdır.
Aliya İzzetbegoviç’in “her dindar ahlaklı, her dinsiz ise ahlaksızdır” genellemesine dair söylediklerinden ilham alarak , her dindar insan âdil, her imansız ise zâlimdir demek mümkün değilse de , yine de adalete en büyük potansiyel desteğin dinlerden ve bilhassa İslam’dan geldiğini ve bundan sonra da gelebileceğini unutmamak gerekir.
Bu anlamda seküler bir siyasetin, neo-liberal bir yaklaşımın veya demokrasi söylemlerinin arzulanan adaleti tesis edeceği gibi bir beklentiye girilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Az önce ifade edildiği üzere, adalet kendisine gerçekten inanmış müminlerine muhtaçtır. Seküler veya neo-liberallerin ya da demokrasi havarilerinin yeryüzüne , özellikle de kendilerinin yoluna çıkanlara ne kadar adalet dağıttıklarını (!!!) İnka ve Aztekler’in imhasından, milyonlarca Afrikalının köleleştirilmesinden, Nagazaki ve Hiroşima’dan, Vietnam,Cezayir,Ruanda ve Bosna-Hersek katliamlarından, ve tabii Filistin,Irak,Afganistan işgal,katliam ve yıkımlarına bakarak tahmin etmek zor olmasa gerektir.
Müslüman düşüncesi açısından, ideal veya bir talep anlamında dinlerden soyutlanmış ortak bir ‘adalet devleti’ talep olabilir mi? (olursa hangi kıstaslarla…)
Kültürümüzde şöyle bir darb-ı meselleşmiş ifade vardır: Ülkeler küfürle ayakta kalabilir ama zulümle payidar olamaz!
Öte yandan dinlerden tamamen soyutlanmanın ne kadar mümkün olduğu da tartışmalıdır. Bugün seküler olduğunu söylediğimiz Batı’nın bile kökenlerinin paganizmle karışık bir Judeo-Chretien kültüre dayandığı bilinen bir gerçektir.
Ama varsayım olarak gerçek anlamda seküler bir adalet kavramı ve uygulaması mümkün olduğu takdirde, bunun hiç olmazsa adaletsizliğe karşı tercihi cihetine gidilebilir.Zira sadeceTevhid’e dayanan ve gerçek muvahhidler tarafından hayata geçirilecek olan bir adalet için yüzyıllarca beklemek gerekebilir. Bu beklemeyi göze alanlar için bile, o zaman gelinceye kadar – seküler de olsa – adaletin ikamesinin zulme tercih edilebileceği söylenebilir.
Bir başlıkla sormak istiyorum: ‘Tevhidsiz adalet’ mümkün müdür?
Bu soruya da şöyle bir cevap vermek niyetindeyim: Teoride mümkün olsa da , bunun uygulamada başarılı olma şansı hayli düşüktür. Ama yine de adalet arayışlarının seküler olması Müslümanın ona karşı çıkmasını gerektirmemeli, bilakis Müslüman kimliği ile her tür adalet arayışını desteklemelidir.
Bu yöndeki arayışları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Adalet başta olmak üzere İslam’a aykırı olmayan her arayışın İslam dışında da olsa –yine Hılfu’l-Fudûl yaklaşımından yola çıkarak- desteklenmesi , hatta bu gibi girişimlerde Müslümanların öncü rolü oynaması gerektiği kanaatindeyim.
Türkiye’nin mevcut konum ve durumla birlikte gelişen ‘İslâmi bir adaletin sağlanmaya doğru gidildiği düşüncesi’ çerçevesince şunu sormak istiyorum: hangi kritik noktalar bize adaletin ayak sesleri olarak görünmeli, yanlış alarm ve seslere karşı müteyakkız kılmalıdır?
Ben mevcut durumda “İslami bir adalet” ten ziyade kimsenin sözünü edemediği “İSLAMİ BİR ZULÜM”den , yani ülkemizde ve diğer İslam ülkelerinde Müslüman kimlikliler tarafından gerçekleştirilen bir zulümden bahsetmenin daha gerçekçi olduğu düşüncesindeyim.
Batı’nın Doğuya nispetle adil bir yönetim tesis ettiği düşüncesi… İnsanlığın adalet anlamında en ideali olduğu yönündeki kanaat, batıya ve batı adalet anlayışı için dakik bir değerlendirme midir? Şöyle soralım Batı, tevhidi bir hak arayışı veya anlayışına gerek kalmayan bir sosyal adaleti tesis etmiş midir?
Bu çok yaygın basmakalıp değerlendirme belki Batı toplumlarının kendileri için geçeri olabilir, ama kendi dışındaki toplumlar için geçerli olmadığı, yukarıda verilen ve daha da verilebilecek olan örnekler den yeterince ayan beyan anlaşılmaktadır.
(Doğruysa) Batı bunu nasıl, hangi süreçle inşa etti.
Rasyonel(makul) düşünce, uzlaşma kültürü ve ortak menfaat unsurlarından hareket ederek.
Son olarak şuna değinmek istiyoruz: genel bir değerlendirmeyle ya da bugüne dönük olarak, paylaşımda, dağılımda, ilişkilerde vs… adaletsizliği ön plana çıkaran saikler nedir? Ve bunun sonuçlarının toplumsal evrendeki temaslarına kısaca değinebilir misiniz?
Bu konuda da söylenecekler ciltlere sığmayacak kadar çok ise de, sadece üzerinde hep beraber düşünmemiz için bir ibret vesilesi olsun diye şu husus dikkatlerinize sunmak isterim :
Gariptir ondört-onbeş asırlık İslam geleneğinde “ el-emru bi’l-ma’ruf ve’n-nehyu ani’l-munker(iyiliği egemen kılmak,kötülükle mücadele etmek)” ya da “hayra destek,şerre köstek olmak” ile ilgili müstakil bir eser bulmak neredeyse imkansız iken, bu konunun önemini kavrayıp,on-onbeş senesini vererek en kapsamlı kitabı yazan bir müsteşrik olmuştur.
Bu durum karşısında acı ve acıtıcı olan şu soru da kaçınılmaz hale gelmektedir:
Galiba Müslümanlar öncelikle yapması gereken şey, Müslümanlıklarını ciddiye alıp almayacaklarına karar vermeleridir. Şayet ciddiye almaya karar verirlerse, o zaman Aliya İzzetbegoviç’in İslami Deklerasyon kitabının ikinci bölümü olan “Müslüman halkların Müslümanlaştırılması” başlıklı kısmı okumakla işe başlayabilirler.