Röportaj: Bilge Adamlar Dergisi, Yıl: 2008 – Sayı: 19-20
İnsanın ontolojik farklılığının, yine insanlar arasındaki düşünsel farklılıkla yakından bir ilişkisi var mı? İslam düşüncesi okullarını bu çerçevede ele alabilir miyiz?
İnsanın söz konusu olduğu her durumda daima bir farklılaşma ve değişimle karşılaşma ihtimali mevcuttur. Kişisel özellikler, cinsiyet, yaş, sınıf, sosyal ve kültürel arka plan, eğitim ve ekonomik durum gibi pek çok değişkene bağlı olarak insanlar arasında düşünce farklılıklarının ortaya çıkması da adeta kaçınılmaz bir hale gelmektedir. İnsan ürünü bir düşünce olarak İslam düşüncesi de bu durumun bir örneğidir ve bu bakımdan diğer düşünce sistemlerinden farklı bir istisna değildir. Kaldı ki bu ampirik gerçeği bizzat insanın yaratıcısı olan Allah-u Taala Kur’an’da açıkça ifade etmekte ve hatta insanların renklerinin, ırklarının, dillerinin Allah’ın varlığını gösteren işaret(âyet)ler; sosyal statüleri arasındaki farklılıkların ise hayatın bir gerçeği olduğunu belirtmektedir. Hatta daha da ileri giderek bizzat Kur’an’da, istisnasız bütün insanların iman etmelerini sağlamak elinde olduğu halde Cenab-ı Hakk’ın insanları inanıp inanmakta serbest bıraktığı ve bu suretle “farklılaşma”yı tercih ettiği dahi söylenebilir. Bu durumda “farklılık”tan pek de hoşlanmayan geniş halk kitlelerinin zannettiğinin aksine, İslami açıdan her tür farklılığın hayatta yeri, değeri ve anlamı olduğunu gösterir. Ama elbette bu, hayatta farklılık kadar “fikir birliği ve ittifak”ın da bir vakıa olduğu gerçeğini görmezlikten gelmek anlamına gelmez. Kısacası, hayatta da düşünce alanında da “farklılık, ihtilaf, değişim” nasıl inkâr edilemez bir gerçek ise; aynı şekilde “ayniyet, ittifak ve değişmezlik” de inkârı mümkün olmayan bir hakikattir. Burada bunun sadece olgusal bir değerlendirme değil, aynı zamanda teolojik-metafizik bir değerlendirme de olduğuna özellikle işaret etmekte fayda mülahaza ediyoruz.
Farklılıklar meşruiyetlerini nereden alırlar?
Yaratılıştan gelen farklılıklar meşruiyetlerini kendilerinden alırlar; ancak yaratılış dediğimiz olgunun bile teolojik-metafizik bir boyutu olduğu göz önüne alındığında, dinlerin, felsefelerin ve dünya görüşlerinin de devreye girdiğini unutmamak gerekir.
Düşünce alanındaki farklılıklara gelince, bu konuda farklılıkların mahiyeti, alanı, ölçüsü ve kapsamı itibariyle çok yönlü bir değerlendirmeye tabi tutulması gerekir. İslamî açıdan meseleye bakılacak olursa, bu çok yönlü değerlendirme daha da önem arz eder. Zira İslami açıdan her alanda, her türde, hangi ölçüde ve kapsamı ne olursa olsun “farklılık ve ihtilaf” kaçınılmaz ve olması gereken bir şey değildir. Daha açık bir ifadeyle, İslam’da “farklılık ve ihtilaf”a dair geniş bir alan mevcut ise de, hiçbir şekilde farklılık ve ihtilaf konusu olması mümkün olmayan alanların mevcudiyeti de bir gerçektir. Kısacası İslam düşüncesinde de farklılıklara açık “değişebilir(muteğayyirât)” bir alan olduğu kadar, değiş(tiril)mesi söz konusu dahi olamayacak olan bir “değişmez (sevâbit)” alan olduğu da unutulmamalıdır.
İslam düşüncesinin değişik okullarını nasıl değerlendirmeliyiz? Ya da İslam hukuk okulları ne anlam ifade ediyor?
Öncelikle belirtelim ki İslam düşüncesindeki farklı mezhep ve meşreplerin, akım ve ekollerin ortaya çıkışını hazırlayan âmiller konusunda bugüne kadar yazılanlara rağmen, hala bu değerlendirme süreci sona ermiş değildir. Bilakis bilhassa çağdaş dönemde Doğu’da-Batı’da yapılmakta olan çalışmalar, henüz tatminkâr bir noktaya varmış olmaktan uzaktır. Bu ise önümüzde hâlâ kat edilmesi gereken mesafelerin bulunduğu anlamına gelmektedir.
İslam düşüncesindeki eski-yeni farklı ekollere, düşünce akımlarına, mezheplere ve ferdi yaklaşımlara nasıl bakılması gerektiği sorusu ise fevkalade ciddi ve hassas bir konudur. Çünkü İslam Dünyası bu konuda attığı birtakım yanlış adımların bedelini sadece geçmişte ödemekle kalmamış, günümüzde de ödemeye devam etmektedir. Özellikle İslam ümmetinin ABD İngiltere- İsrail şer ekseninden gelen ciddi tehdit, saldırı ve işgallerden sonra, politik olduğu kadar dini düşünce alanında da parçalı bir halde tutulmak istendiği ve bu durumun bir çatışmaya dönüştürülmesi için planlı çabaların sergilendiği bir dönemde, geçmiş asırlarda atılmış olan yanlış adımlarda hâlâ ısrar etmek, bununla da kalmayıp, bu yanlışlara yenilerini eklemek olsa olsa insanın kendi idam ipini çekmesi, kendi mezarını kazması anlamına gelir.
Meselenin bu fevkalade nazik ve ciddi politik yönünü asla göz ardı etmeksizin, soruyu cevaplamak istersek, vurgulanması gereken ilk noktanın “İslam Düşüncesi Geleneği”nin bütünlüğüne zarar veren yaklaşımlardan kaçınılması olduğunu söylemek mümkündür. Bir başka ifadeyle bütün mezhepleri, akımları ve ekolleriyle İslam geleneğine bir bütün olarak sahip çıkmak gerektiğini belirtmek gerekir.
Klasik İslam Düşüncesi Geleneği
Sadece klasik İslam geleneğine değil, çağdaş İslam düşüncesine de, bütün akımları ve ekolleri ile sahip çıkmak, daha doğrusu “itibar” etmek gerekir.
Bu gereklilik sadece Müslümanlar arasındaki İslam kardeşliği/ümmet birliği ilkesinden kaynaklanan teo-politik bir gereklilik veya stratejik bir zorunluluk da değildir. Bilakis bu aynı zamanda ilmi/metodolojik bir gerekliliktir. Çünkü klasik olsun, çağdaş olsun, İslam düşüncesi ekolleri, akımları, mezhepleri ve fırkalarından hiçbirisinin tek başına hakikatin tamamını temsil ettiği iddiasında bulunması ilmen mümkün olmadığı gibi, ahlaken de doğru değildir. Kaldı ki mantıken de hakikatin ölçüsü tek başına şu veya bu mezhep, fırka, akım veya ekol olamaz; zira insan ürünü bir yapı olarak bunlar epistemolojisi, metodolojisi, analizleri ve sentezleriyle, yorum ve çözümlemeleriyle bünyesinde yanlış-doğru, hak-bâtıl, geçerli-geçersiz, objektif-sübjektif çiftlerini barındıran fikir manzumeleridir.
Bu tür bir yaklaşım, hakikatin adeta buharlaştığı ve hakikat iddiasının neredeyse imkânsız hale geldiği “post-modern” bir bakış açısı ile karıştırılmamalıdır. Bilakis bu tür bir yaklaşımın amacı, herkesin hakikate eşit mesafede olduğunu kabul ve iddia etmekten ziyade, hakikatin şu veya bu şahıs, grup, fırka, mezhep, tarikat, cemaat, parti, hizip, ekol veya akımın tekelinde olamayacağını ilan etmek, toptan hakikatin, bu perakende yapıların -şayet varsa- hakikatlerinin toplamında mündemiç olduğuna dikkat çekmektir. Bu tür bir yaklaşımın bir diğer amacı da, hakikat iddiasının bir iddia, bir etiket, bir söylem olmaktan ziyade, dayanakların sağlamlığı, objektif delillerin güvenilirliği ve sistemin iç tutarlılığı ile test edilebilen bir şey olduğunu vurgulamaktır.
Daha da açık ifade edecek olursak, artık hak mezhep-batıl mezhep ayrımına dayalı söylemlerin sorgulanması zamanı gelmiştir. Zira hiçbir mezhep, fırka, cemaat, tarikat vs. sadece kendisinin “hak”,diğerlerinin “bâtıl” olduğunu ileri süremez, sürecek olursa bu kof bir iddiadan, temelsiz bir söylemden veya bilinçli bir saptırmadan öte bir anlam ifade etmez. Olsa olsa kişilerin, mezheplerin, fırkaların hakikate yakınlıkları açısından aralarında yapılabilecek bir mukayeseden söz edilebilir. Ama tek başına mutlak hakikati temsil etme iddiası ise, olsa olsa patolojik bir vaka, bir tekebbür, kendini beğenmişlik, çokbilmişlik ya da derin bir cahillik anlamına gelebilir.
Kolayca tahmin edileceği gibi, burada Ehl-i Sünnet’in “Sünnet ehli”, “hak mezhep”, ”Fırka-i Nâciye”; diğerlerinin cümlesinin ise “dalalet ehli”, “bâtıl mezhep” ve “Fırak-ı Dâlle” olduğu şeklindeki yaygın Sünni söylemin sorgulanmasının eşiğinde bulunmaktayız. Bu söylemin dayanağını oluşturan “Yahudilerin yetmiş bir, Hıristiyanların yetmiş iki, Müslümanların ise yetmiş üç fırkaya ayrılacağı, bu yetmiş üç fırkanın sadece birisinin hak mezhep olup Cennet’e gireceği, diğerlerinin tamamının ise bâtıl mezhepler olmaları itibariyle Cehennem’i boylayacakları” şeklindeki rivayet(ler)in, gerek kaynak, gerek isnad, gerekse metin açısından arz ettiği fevkalade ciddi problemler, bu rivayetlerin epistemolojik açıdan böyle önemli bir konuda son derece cılız kalışı, rivayetlerde anlatılanların tarihi gerçeklerle çelişmesi, böylesi tartışmaya açık birtakım rivayetlere dayanarak, Müslümanlar arasında ayrılık, husumet ve düşmanlık tohumları ekmekle eş anlamlı adımlar atmanın vahameti, aslında bu konunun gözden geçirilmesi için yeterince ikna edici olsa gerektir.
Kaldı ki her bir fırka ve mezhep kendisini “hak” olarak nitelendirmekten geri kalmamıştır, kalmamaktadır. Her fırka ve mezhep kendisini “hak” kendi dışındakileri “batıl” görecek olduğu takdirde, her mezhep aynı anda hem hak, hem de batıl olacağına göre, bu fasit daireden kurtulmak ta o kadar kolay değil demektir. Bu fasit daireden kurtulmanın tek yolu, sosyolojik ve kültürel olarak hangi mezhep, fırka veya ekole mensup olursak olalım, hemen her konuda başka mezhep, fırka veya ekollerin de hakikate en az bizler kadar hatta daha da yakın olabileceğinin ilke olarak benimsenmesi cihetine gidilmesidir.
Dürüst olmak gerekirse, aslında fırka ve mezheplerin sıradan Müslümanlar(avam)dan ziyade İslamî ilimler alanında mütehassıs olanları(havâs) ilgilendiren bir mesele olduğunu da söylemek gerekir. Çünkü birtakım konuların İslamî açıdan yorumlanmasındaki farklılıklardan kaynaklanan fırka ve mezhepler, bu alanda birikim ve uzmanlık gerektiren ve bu sebeple tamamen ilim ve fikir adamlarını ilgilendiren bir alandır. Sıradan Müslümanlar ise hangi mezhebi seçeceklerine genellikle araştırma yapmaksızın ve yakın çevresinden gelen etkiler sonucu karar veririler ve sadece güvendikleri âlimleri “taklid” etmekle yetinirler. Dolayısıyla mensubu oldukları mezhebi niçin seçtiklerini bile doğru dürüst bilmezler. Hatta “hoca”lara dini konularla ilgili soru sorup fetva isterken bile, mezhep meselesi pek akıllarına gelmez. Bu sebepledir ki “Avamın mezhebi, müftüsünün mezhebidir” sözü, tamamen gerçekleri yansıtan bir tespittir. Böyle olunca da, fırka ve mezhep meselelerini halka indirmek değil, indirmemek daha isabetli görünmektedir. Müslüman için sadece “Müslümanlık” sıfatı yeterli olmalı; bunun dışındaki, Sünni, Şii, İbadi, Mutezili, Zeydi, Eş’ari, Maturidi, Selefi , Hanefi , Maliki, Şafii, Hanbeli, Zahirî vb. fırka, mezhep ve ekoller ilim ve fikir adamlarının inceleme konusu olan “ilmi” yaklaşımlardır. İlim ve fikir adamlarına gelince, onların araştırma ve incelemede bulunmaksızın, peşinen ve taklide dayalı olarak bir fırka veya mezhebe mensubiyeti kabullenmesi, her şeyden önce “ilim adamlığı”na aykırıdır. Zira ilim ve fikir adamı “hakikat”in peşinde koşan, onu keşfetmek için her kapıyı çalan, yani her fırka, mezhep ve ekolü, hakikatin muhtemel adresi olarak gören, doğru’nun kriteri olarak sağlam delil/dayanak ve iç tutarlılık şartından asla taviz vermeyen kimsedir; yoksa kendisinin “hakikati” bir paket olarak verili ve hazır olan kimse değildir. Bu bakımdan geçmişte “âlim, ulemâ” olarak nitelendirilenlerin pek çoğu, aslında gerçek anlamda âlim olmaktan ziyade, “malumat sahibi” kişilerdir. Gerçek âlim ise kendi görüşünü kendisi belirleyebilen, en azından seçebilen, yolunu kendisi çizebilen, yani içtihat yapabilen “müçtehit”lerdir. Durum bu olunca, fırka ve mezheplerin de; ilim ve fikir adamlarının hakikati araştırırken, meselelere çözüm ararken başvuracağı “bilgi bankası” işlevi görmekten öte, mutlak anlamda bir bağlayıcılığı olmadığını söylemek de yanlış olmayacaktır. Bu anlamda bir ilim adamının -bugüne kadar Müslümanların algılaya geldiği şekilde- bir mezhebinin olup olamayacağı dahi tartışmalı hale gelmektedir. Çünkü ilim adamının ilim adamlığı vasfı, onun şu veya bu mezhebe tabi ve müntesip olmasını değil, ele aldığı her meselede, doğru’nun ve hakikatin hangi fırka, mezhepte olabileceğini araştırmasını, delil sağlamlığı ve iç tutarlılık açısından meselelere yaklaşmasını zorunlu kılar. Bu bakış açısı elbette mezheplerin birbirlerini rakip ve hasım değil, hakikat arayışında yoldaşlık, rehberlik, karşılıklı işbirliği ve dayanışma için el ele veren “kardeş ekipler” olarak görmelerini de gerekli kılacaktır. Bu bakış açısı egemen olduğu takdirde fırkalar ve mezhepler birbirlerini boğazlayacak kadar husumetin esiri olmaktan kurtulabilecek, tam aksine doğruya ulaşma konusunda, yani hayırda birbirleriyle yarışan takımlar/ ekipler haline geleceklerdir.
İslam düşüncesindeki farklı okuma biçimlerine yaklaşımlar nasıl olmalı?
İlk yapılması gereken, cahillikte ısrar etmekten vazgeçip, bütün fırka, mezhep, ekol ve akımları tanımaktır. Bu konudaki cahilliğin ne boyutlara ulaştığını anlatan, halk arasında yaygın şu anekdot -biraz meseleyi karikatürize etse de- konumuz açısından yeterince açıklayıcıdır.
-Sen hangi mezheptensin?
– Şafii.
– Ben de seni Müslüman sanmıştım!
Atılması gereken ikinci adım, “mezhep taassubu” ile mücadele etmek, her bir mezhebin her konuda ve bir bütün olarak değil, tek tek her bir meselede –varsayım olarak- hakikate eşit mesafede olduğunu göz ardı etmemek, “müsademe-i efkârdan barîka-i hakikat doğar” ilkesini mezheplere de uygulamak, hangi görüş ve yorum daha sağlam ve sağlıklı ise, kendi mezhep ve meşrebine aykırı da olsa, onu kabullenebilecek bir olgunluk düzeyine ulaşmaya çalışmak olmalıdır. Bazıları bu teklifi, mezheplerin birleştirilmesi veya mezhepsizlik şeklinde vülgarize etmeye çalışabilirlerse de, aslında yapılmak istenen şudur: Fırkaları ve mezhepleri değil, mezhep taassubunu ve mezhepleri din edinmeyi ortadan kaldırmak, mezhepleri İslam’ı anlama ve yorumlama çabaları, yani birer içtihat olarak görmek, bunlar içinde günümüz şart ve ihtiyaçlarına en uygun olanları almakta tereddüt etmemek, bunu yaparken toplumsal farklılıkları göz ardı etmemek.
Mezhepleri birleştirme meselesinin yanlış anlaşılan bir yönüne de bu vesileyle işaret etmek gerekir. Aslında her bir mezhebin, içinde doğduğu şartların ürünü olduğunu ve o şartlar mevcut olduğu sürece geçerliliğini koruyabileceğini söylemenin; hatta belli konularda farklı yorumların bir bütün olarak benimsenmesinin bile yanlış bir yanı yoktur, yeter ki bu yorumlar sağlıklı, içtihatların dayanakları da sağlam olsun. Birtakım pratik örneklerden hareketle konuyu daha da açık ve net bir hale getirebiliriz: Namaz kılarken kıyam(ayak)da dururken ellerin göbek üstüne veya göğüs üzerine bağlanması ya da yanlara salıverilmesi; rükua giderken ve rükudan kalkarken ellerin kulak hizasına kaldırıl(ma)ması, abdest alırken ayakların yıkanması veya ayaklara mesh edilmesi, imam arkasında namaz kılan cemaatin alçak sesle kıraatte bulunma(ma)sı, namazların cem edilip birleştirilerek kılın(ma)ması gibi alternatifli uygulamalar, her bir seçimin geçerli olduğu, bunlardan birinin tercih edilmesinin, diğerini hükümsüz ve geçersiz kılmayacağı şeklinde rahatlıkla yorumlanabilir. Vitir ve bayram namazları ile kurban kesmek, “vâcib” olarak da “nafile, mendub, müstehab” olarak da kabul edilebilir vb… Bir Sünni Mutezile’ye ve Zeydiler’e uyarak “el-Usulu’l-Hamse”yi benimseyebilir, yine Zeydiler’e uyarak içtihat yapabilecek durumda olanların, vefat etmiş olan geçmiş müçtehitleri taklit edemeyeceği ilkesine sahip çıkabilir; Haricilerin Şebibiye fırkası gibi kadının devlet başkanlığı dâhil her türlü yöneticiliği üstlenebileceğini savunabilir, yine Hariciler gibi zina cezası olarak recm uygulamasını değil, yüz değnek/ sopa cezasını tercih edebilir; buna mukabil bir İmami veya Zeydi, devlet başkanının Ehl-i Beyt’ten olmasını zorunlu şart olmaktan çıkartarak, Sünniler gibi her Müslümanın bu göreve getirilebileceğini savunabilir.
Bugün için bu farklılıklar rahmet ve kolaylık unsuru olmalı iken, farklılıkları derinleştirerek kin ve husumete dönüşmesini nasıl okumamız gerekiyor?
Bu konuda sıkı bir şekilde vurgulanması gereken en temel husus şudur: Fırkalar, mezhepler, ekoller, akımlar, cemaatler, tarikatlar, hizipler ve partiler evrensel İslam kardeşliğine, ümmet birliğine hizmet ettikçe “İslamî”, aksi takdirde “gayr-ı İslamî” olarak nitelendirilmek durumundadır. Unutulmaması gereken bir diğer husus ise, bizlerin Mutezili, Şii, İbadi veya Sünni olmadan önce “Müslüman olduğumuzdur. Meseleye bu şekilde bakılmadığı sürece mezhep, fırka, cemaat veya tarikatların farklılıklarının bir zenginlik değil bir tefrika unsuru olarak görülmesi, kin ve husumet kaynağı haline getirilmesi güçlü bir ihtimal haline gelecektir.
Fevkalade önem arz eden, ama bu önemine rağmen nasılsa gözden kaçmış olan diğer bir husus ise, mezhepler arasındaki ortak noktaların, ihtilaf noktalarından daha az olmadığı gerçeğidir: Allah’a, âhiret’e, kitaplara, peygamberlere, meleklere iman, beş vakit namaz, zekât, sadaka, oruç, hac, el-emru bi’lma’rûf ve’n nehyu ani’l-munker, cihad emri; adam öldürme, zina, içki, faiz, kumar, domuz eti, leş, akmış kan, israf, savurganlık, cimrilik, hırsızlık, gasp, talan, rüşvet, iltimas, haksız kazanç, hile ve aldatma yasağı; eşitlik, adalet, doğruluk, dürüstlük, vefâkarlık, misafirperverlik, saygı-sevgi, kardeşlik, diğergâmlık vb. ahlaki esaslar, gündelik hayattaki yardımlaşma, selamlaşma, bayramlaşma, tesettür, temizlik, nezaket gibi İslami davranış kuralları, kısacası Kur’an ve Sünnet ortak paydasından kaynaklanan müşterek zemin, tahmin edilenden çok daha geniş olduğu halde, herkes gözünü, pek çoğu yoruma dayalı olan ihtilaflı meselelere diktiği için, farklılıklar daima önplana çıkagelmiştir.
Bu konuyla ilgili olarak, İslam geleneğindeki fırka ve mezhep olgusunu, “ihtilaflar”ı değil de “müşterek noktalar”ı merkeze alan bir yaklaşımla ele almanın, bu bakış açısının her kademede eğitime yansıtılmasının, kitlelere mal edilmesinin ne kadar önemli sonuçlar doğurabileceğini tahmin etmek hiç de zor olmasa gerektir.
Günümüz İslam düşüncesi geleneksel mirastan ne ölçüde besleniyor?
İşin doğrusu geleneksel miras ile çağdaş birikim arasına kesin bir çizgi çekmek o kadar da kolay değildir. Bu sebeple çağdaş İslam düşüncesinin, büyük ölçüde geleneksel İslam düşünce mirasının devamı olarak görülmesi de pek yanlış sayılmaz. Kuşkusuz geçmiş asırlardan itibaren varlığını sürdürüp, günümüzde de devam eden klasik yaklaşımların mevcudiyetinden söz etmek mümkün olduğu gibi, klasik düşünce mirasından da yararlanmakla beraber, tamamen yeni açılım, yaklaşım, yorum ve çözüm peşinde sergilenen çabalar da mevcuttur.
Çağdaş İslam düşüncesi, tıpkı geleneksel olan gibi, bünyesinde farklı eğilimleri barındıran bir yapı arz eder. Dolayısıyla kendi içindeki farklı yaklaşımlara bağlı olarak, ”gelenek” konusundaki tutumları da farklılaşır. Buna rağmen, geleneksel mirastan tamamen bağımsız tek bir çağdaş yaklaşım örneği bile gösterilemeyeceğini kesin bir dille ifade etmek mümkündür. İşin aslına bakılırsa gelenek denen şey, geçmişin “çağdaş” düşünceleri idi, üzerinden zaman geçtikçe gelenek halini aldı; benzer şekilde “günümüz çağdaş İslam düşüncesi” de, gelecekte gelenek halini alacak bir entelektüel çabadır. Özetle günümüz İslam düşüncesi, geleneksel mirasın yeniden filizlenmesinden, geçmiş mirasın gözden geçirilip yeniden şekillendirilmesinden, onun eleştirel bir gözle okunmasından ve her konuda değil, belli konularda yeni malzemelerin ilave edilmesinden ibarettir. Nitekim çağdaş İslam düşüncesinin ürünleri dikkatlice gözden geçirildiğinde görülecektir ki, geleneğe şu veya bu şekilde atıfta bulunmayan bir eser bulmak adeta imkânsızdır. Başka türlü de olamaz, zira hiçbir düşünce geçmişten kopuk ve bağımsız, fanusta/boşlukta teşekkül edemez; çünkü diğer bütün düşünce sistemleri gibi, çağdaş İslam düşüncesi de birikimseldir. Bu bakımdan mesela en genel anlamda günümüzdeki taklitçi-gelenekçi-muhafazakâr düşünceyi Ehl-i Hadis geleneğinin devamı, içtihat ve yeniliklere açık, geleneğe eleştirel yaklaşılması gerektiğini savunan yenilikçi çabaları da Ehl-i Re’y’in bir devamı olarak değerlendirmek mümkün görünmektedir.
İslam düşüncesi farklı okuma biçimleri ve okullarının ilişkilerine dair nasıl bir tarihi tecrübeye sahibiz?
Bu tecrübe ile ilgili olarak, gurur duyulacak mükemmel örnekler kadar, bizleri utandıracak kötü örneklerin de tarihin sayfalarında yan yana yer aldığını bilmekte yarar vardır. Bilhassa ilk asırlarda, farklı düşüncelerin bir arada yaşama tecrübesine dair fevkalade müspet örneklere bolca rastlamak mümkündür. Hatta çeşitli fırka, mezhep ve akımlar arasında su sızdırmaz kompartımanlardan ziyade, geçişken bir yapının mevcudiyetinden söz etmek daha isabetlidir. Bilhassa Re’y ehli içerisinde Hanefi, Zeydi, Mutezili gelenekler arasında geçişler daha barizdir. Mutezili imamların pek çoğunun -mesela Halku’l-Kur’an meselesinde “Mihne” uygulamalarının mimarı olarak gösterilen İbn Ebî Duâd’ın- aynı zamanda “Hanefi ” olması, bazı Hanefi imamların -mesela el-Cassas gibi- Mutezili olduklarından dem vurulması, Hanefiliğin kelamdaki temsilcisi durumundaki el-Maturidi ile Mutezile arasındaki benzerlikler, fıkıhta bir Hanefi olan et-Tahavi’nin akaid konusunda tipik selefi eğilimler taşıması; bir yandan Zeydilerin Mutezile’nin Usul-i Hamse’sini aynen benimsemiş olmaları; diğer yandan Sünni mezheplerle arasındaki yakınlıktan dolayı, dört mezhebe ilave olarak “beşinci mezhep” olarak ta nitelendirilmeleri; beri yandan Mutezili eğilim taşıyan bazı Hanbeli usulcülerin varlığı, Şafii- Eş’ari olduğu halde, birçok konuda tipik Mutezili tavır sergileyen -Fahruddin er-Razi gibi- âlimlerin mevcudiyeti ilk anda verilebilecek bazı örnekler arasında sayılabilir.
Ama aynı İslam geleneği içerisinde, fırka ve mezheplerin birbirlerini “küfür, dalalet/sapıklık” ile suçladıkları, hatta nadiren de olsa birbirlerine kılıç çektikleri de acı bir gerçektir. Maalesef günümüzde
Nasrallah’a karşı oluşturulan Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün resmi din adamlarından müteşekkil “tekfir” cephesi, bu eski kötü alışkanlıkların kökünün hala kazınamadığını göstermektedir.
Bugün için düşünce krizinden söz edilebilir mi? Var ise aşmanın imkânları nelerdir?
Eğer “kriz” kelimesinin kullanılması çözümsüzlük iması da taşıyorsa, bu anlamda bir krizden söz etmenin isabetli olmadığı kanaatindeyim. Şayet ciddi problemlerin varlığına işaret etmek amacıyla kriz kelimesi kullanılmış ise, elbette bu anlamda ciddi sıkıntıların bulunduğu söylenebilir. Bunları önem sırasına göre nakilcilik ve taklitçilik, -Cabiri’nin ifadesiyle- malumu ilam hâsılı tahsil ile uğraşan “geviş getiren akıl”, eleştirel düşüncenin gelişmesi önüne muhafazakâr gelenekçi kesimlerin çektikleri sed, tecdid-teceddüd merkezli yenilikçi çabaların, yaratıcı düşüncenin bastırılması, kısacası “Zihniyet ve Metod” alanında yaşanan sıkıntılar şeklinde sıralamak mümkündür. Diğer yandan İslam dünyasında ilim ve fikir alanında yapılması gereken çalışmalar konusunda belirsizlik, hedef duygusunun yokluğu, planlı ve koordineli çabaların neredeyse yok denecek seviyede oluşu; İslam üniversiteleri, İslami ilimlere dair fakülteler, dini ağırlıklı orta öğretim kurumları, din ve diyanet işlerinden sorumlu resmi kurumlar vb. resmi kurumların statükoyu pekiştirmek için popülist politikalar izlemesi de bu noktada aşılması gereken önemli bir engeller dizisi teşkil etmektedir.
Modern dönemde İslâm düşüncesinin durumunu nasıl görüyorsunuz? Şu an geçmişte olduğu gibi İslâm düşüncesini ihya edecek bir damar ve potansiyel görüyor musunuz?
Ben bu konuda “Yenilikçi İslam Düşüncesi: Ümit mi, Risk mi? Batılılaşma ve Gelenekçilik Arasında Üçüncü Yol: Yenilikçi İslam!” başlıklı bir yazıyı İslamiyat Dergisi’nde (İslam ve Çağdaş Durum, Ank., 2004, VII.4, s. 47-70) yayımladığım için, bu sorunun detaylı cevabını merak edenlere bu makaleyi okumalarını tavsiye ederim. Ama yine de kısa bir cevap vermek gerekirse, cevabım “evet”tir. Zaten yaklaşık otuz yıldır sergilemekte olduğumuz bütün çabalarımız da bu iyimserliğin ve ümidin ürünüdür.
Son olarak, bugün için İslam düşüncesinin gelişmesinde öncelikler ne olmalıdır?
Bu konuda o kadar çok şey yazıldı ve konuşuldu ki, iyi bir okuyucu bu sorunun cevabını çağdaş İslam düşüncesi içerisinde bulmakta pek de zorlanmayacaktır. Ama tekrarı göze alarak yeniden ifade edelim ki, çağdaş İslam düşüncesi içerisinde, İslam’ın çağdaş ve sürdürülebilir bir yorumu yolunda o kadar önemli adımlar atıldığı halde, geniş kitleler bunların pek çoğundan habersiz bir durumdadır. Bunun da sebebi, taklitçi-nakilci ve gelenekçi statükonun hem muhafazakâr kesimler tarafından, hem de İslam dünyasında “eleştiri ve muhalefet” kavramlarından nefret eden yönetimler tarafından desteklenmesi, savunulması ve sürekli tahkim edilmesi; diğer yandan ise her ikisinin de emperyalist amaçlarla -Yeşil kuşak, BOP/GOP gibi projeler dahilinde- desteklenip kullanılmasıdır. Bu noktada günümüz İslam dünyasında İslamî eğitim veren üniversitelerin, fakültelerin, din işlerinden sorumlu resmi kurumların, mevcut yönetimler karşısında “muhalif ve eleştirel” bir tavır takınıp takın(a)madıklarına bir göz atacak olursak, meselenin politik boyutu konusunda da bir fikir edinmek mümkün olacaktır. İslam’ın ve İslam geleneğinin resmi-sivil her türlü statüko -devletler, resmi kurumlar, dış güçler, cemaatler, tarikatler, sözüm ona sivil toplum örgütleri vb.- tarafından “kullanılmasının”, hatta “istismar edilmesinin” önüne geçilmedikçe, bağımsız ilmi ve fikri çabalar güçlen(diril)medikçe, düşüncede eleştirel ve siyasette muhalif bir yaklaşım egemen olmadıkça, çağdaş İslam düşüncesi’nin “belirleyici” olması fevkalade zor, hatta imkansız hale gelecektir. Bu noktada asıl sorumluluk ilim ve fikir adamlarına düşmektedir. Ama görünen o ki, İslam Ümmeti’nin meselelerine çözüm, dertlerine deva sunmaları beklenen ilim ve fikir ehli, çözümün değil, problemin bir parçası olmaya devam etmektedirler. Fazlurrahman’ın İslam ve Çağdaşlık adlı eserinde de işaret ettiği gibi, bu kısır döngüyü kırmanın yolu, yine de bu ilim ve fikir ehlinin bir fikir değişimi, dönüşümü, hatta devrimi geçirmelerine bağlı görünmektedir. Şayet bu dönüşüm ve değişim gerçekleştirilemezse, birilerinin -daha açıkçası küresel hegemonya peşinde koşanların- gelip bu değişimi kendi çıkarları doğrultusunda bizlere “dayatacağından” kimsenin kuşkusu olmasın. Tercih ilim ve fikir ehlinindir: Ya İslam’ın ve İslam Ümmeti’nin geleceğini garanti altına almak için bir an önce derin gaflet uykusundan uyanarak kolları sıvayıp işe, “eleştirel, muhalif ve direnişçi” bir İslam yorumunun inşasına girişmek; ya da “sopa” zoruyla “küffar”ın istediği şekilde İslam’ı tebdil ve tağyir ederek “teslimiyetçi”, mandacı, işbirlikçi bir “ılımlı İslam” yaratılmasına alet olmak! Artık herkes şunu iyice bilmelidir: “Eski hal muhal, ya yeni hal, ya izmihlal!”
http://bilgeadamlar.net/main.php?p=yazi&id=136