En kısa ifadeyle Hz. Peygamber’in (s.a.v) İslam’ı diyebileceğimiz sünnetin en önemli kaynağının hadisler olduğu şeklinde genel kanaatin aksine, en önemli kaynağın Kur’an-ı Kerim olduğunu, onun ardından ikinci derecede önemli kaynak olan Mütevatir, Mütevaris veya Yaşayan Sünnetler, ya da ameli tevatür denilen ve müslümanların kitlesel rivayet yoluyla nesilden nesile aktardıkları uygulama ve bilgilerin geldiğini, bugün kütüphanelerimizi dolduran kaynaklardaki hadislerin ise önem ve güvenilirlik bakımından ancak üçüncü sırada yer alabileceğini çeşitli vesilelerle yazılarımızda ifade etmiştik.
Sünnet konusunda bize bilgi veren kaynaklar olarak Kur’an-ı Kerim ile mütevatir sünnetlerin sübûtu konusunda bugüne kadar ciddi bir problem söz konusu olamamıştır. Ancak hadislerin sübûtu konusunda ise aynı şeyleri söylemek mümkün değildir. Zira bugün kaynaklarımızda yazıya geçirilmiş bulunan binlerce rivayet, ne Kur’an-ı Kerim gibi, ne de mütevatir sünnetler gibi bize tevatüren, yani nesilden nesile kitlesel rivayet yoluyla nakledilmiş değildir. Tam aksine, herkesin bildiği gibi bu hadislerin muhafazası ve daha sonraki nesillere intikal ettirilmesi ferdî çabalarla olmuştur. Bu yüzdendir ki, bu hadislere, hadis ilminin terminolojisiyle “âhâd” adı verilmiş ve bu sûretle bunların tek tek ravilerin naklettikleri birer rivayet olduğuna dikkat çekilmiştir.
Durum bu olduğu halde, on dört asırlık geçmişimiz boyunca genellikle sünnet konusunda ağırlık “âhâd” olan hadislere verilmiş, mütevatir sünnetlere, hele hele Kur’an-ı Kerim’e bu amaçla başvurmak nadiren düşünülmüştür. Bu durumun tabii bir sonucu olarak da, hemen tamamı âhâd olan bu hadisler,(1) sünnet konusunda, hatta daha genel bir ifadeyle İslam anlayışımızın belirlenmesinde en az Kur’an-ı Kerim kadar, zaman zaman ve belli konularda ondan da fazla etkili olmuştur. (2)
Ancak İslam Düşüncesinde son derece etkili olan hadislerin hangilerinin gerçekten Hz. Peygamber’e ait olduğu konusunda tam bir ittifak hiçbir zaman gerçekleşmemiştir. (3) Zira ahad olan bu hadisler mahiyeti gereği tek tek fertlerin rivayetlerinden ibarettir. Başlangıçta –yani sahabe nesli süresince- toplumda hadis konusunda pek fazla tereddüde mahal bırakmıyordu. Ancak çok geçmeden –hadis uydurma faaliyetlerinin giderek artış ve yayılış gösterdiği malumdur. Bu sebeple bu tarihten itibaren, hadisleri rivayet edenlerin güvenilir olup olmadıklarını araştırma uygulaması, giderek sistematik bir şekilde yürürlüğe kondu. Bu suretle de hadis ilminin omurgasını oluşturan isnad sisteminin temelleri atılmış oldu. İlerleyen asırlarda isnad etrafında birçok disiplinler oluştu. Bu gelişmeler olurken isnadlarla rivayet edilen metinler konusunda –metin tenkidi konusunda değil!- bazı esaslar da belirlendi. Bu suretle, hadisler etrafında yüzlerce inceleme konusu teşekkül etti. Gerek toplanan hadisler, gerek bu hadisler etrafında oluşan alt disiplinler ve bu konularla ilgili çalışmalar sonucunda öyle muazzam bir literatür oluştu ki, bu literatürün İslami ilimler geleneği içerisinde en zengin alanı oluşturduğu rahatlıkla söylenebilir. Bugün bir kısmı matbû, bir kısmı ise hâlâ elyazması halinde kütüphanelerimizi dolduran bu literatürün, geçmişte bu alanda ortaya konulanların tamamını temsil etmediğini de burada hatırlatmak yerinde olur. Çünkü bugün elimizde matbû ya da elyazması olarak mevcut olanlar dışında, küçümsenemeyecek sayıda eserin kaybolup, tarihin derinliklerine gömüldüğü de bilinmektedir. Velhasıl hiçbir dinin mensupları, peygamberi hakkındaki bilgileri gelecek nesillere aktarabilmek için böylesine muazzam bir çaba göstermiştir. Yine hiçbir dinin peygamberi etrafında böylesi muazzam bir literatür oluşmamıştır.
İşte bu noktada sorulması gereken soru şudur: İslam ümmetinin on dört asır boyunca göstermiş olduğu bütün bu muazzam çabalara rağmen, Hz. Peygamber hakkında bize bilgi veren bir kaynak daha genişletecek olursak, bugün itibariyle, bize ulaşan her türlü rivayet –hadis- eser-haber- v.b konusunda bütün problemlerin bertaraf edildiği ileri sürülebilir mi? Özetle aradan geçen on dört asırdan sonra bugün gelinen noktada, elimizdeki rivayetlerin gerçeğinin sahtesinden, sağlamının çürüğünden tamamen ayrıldığı matematik bir kesinlikle ifade edilebilir mi? İşte bu kitabın cevap arayacağı temel sorulardan biri budur.
Her şeyin ortaya konulup, her konuda olduğu gibi bu konuda da son sözün söylendiğine –üstelik bunun bir defada ve bütün zamanlar için söylendiğine- inanan, geçmişi kutsallık hâlesiyle kuşatan, yani özetle hakikatin selefimizin bize sunduğu “verili” bir bilgiden ibaret olduğuna inananların bu soruya vereceği cevabın olumlu olacağı kuşkusuzdur. Bunun tam aksine hakikatin verili olmayıp “keşfedilmesi gereken” bir şey olduğuna inananların, tetkik ve tahkik süzgecinden geçirmeden hiçbir fikrin kabul edilmeyeceği ilkesini benimseyenlerin, bu soruya vereceği cevabın olumsuz olacağı da –aynı şekilde- kuşkusuzdur.
On dört asırlık bir geçmişe rağmen bugün çeşitli kaynaklarda yer alan binlerce rivayetin sıhhat ve sübût açısından tetkikinin tamamlanıp, tam bir sonuca ulaşılıp ulaşılmadığına, sadece karşılıklı iddialarla bir cevap bulmak mümkün değildir. Zira delilsiz, mesnetsiz, karşılıklı iddialarla, genellemelerle bir yere varıldığı hiçbir vakit görülmemiştir. Bu konuda sağlıklı bir kanaat sahibi olabilmenin yegâne yolu, mücerret iddiaları ve genellemeleri bırakıp müşahhas delilere ve ilmi araştırma sonuçlarına göre hareket etmektir. Dolayısıyla bugün elimizdeki rivayetlerle ilgili hiçbir problemimiz yoktur veya birçok problemimiz vardır, şeklindeki mücerret iddiaları bir tarafa bırakıp, mevcut durumu esas alarak bir sonuca gitmek gerektiği ortadadır. Bir başka ifadeyle, İslam dünyasının hâl-i hazırda hadislerle ilgili herhangi bir problemin bulunup bulunmadığına –yani iddialara değil yaşanan gerçekliğe- bakılarak bu sorunun cevabını aramak gerekir.
Mesele bu açıdan ele alındığında, içinde yaşadığımız son iki yüzyılda İslam düşüncesindeki temel tartışma konuları içerisinde hadislerden kaynaklanan birçok problemin bulunduğu kolaylıkla görülebilir.
XIX. yy’da gerek Ortadoğu’da (Mısır-Suriye) gerek Hind alt kıtasındaki entelektüel tartışmaların en önemlilerinden birisinin hadisler etrafında cereyan ettiği malumdur. (4) XX. yy’ın başlarında Osmanlı aydın ve âlimlerinin önemli tartışma konuları içerisinde hadislerin ne ölçüde yer aldığını tam olarak bilmiyoruz. Kesin olan ise bu dönemin düşünce dinamizmine mukabil, Cumhuriyet döneminde İslam düşüncesinin bir duraklama dönemine girdiği ve bunun 60’lı yıllara kadar devam ettiğidir. 1960-70’li yıllarda yoğun olarak İslam dünyasının çeşitli bölgelerinden yapılan tercümelerin akınına uğrayan Türkiye, bu çeviriler aracılığıyla İslam dünyasının çeşitli bölgelerindeki hadis-sünnet ile ilgili tartışmalardan haberdar oldu.
XIX.-XX. yy’da hadislerden kaynaklanan problemlere dikkat çeken başlıca isimler arasında Seyyid Ahmed Han, Muhammed Abduh, Reşit Rıza, Mehmed Akif, Musa Carullah Bigiyef, Mustafa es-Sibâi, Ahmed Emin, M. Zahit el-Kevser î, el-Mevdûdi, Gulam Ahmed Perviz, Dr. Tevfik Sıdki, Şeyh Saffet Efendi, İzmirli İsmail Hakkı, Aksekili Ahmed Hamdi, Mahmud Ebu Rayye, eş-Seyyid Salih Ebubekr, Muhammed el-Gazali, Yusuf el-Kardavi ve Fazlur Rahman ilk akla gelenlerdir. (5) İslam dünyasının farklı coğrafyalarında yaşamış bu ilim, düşünce ve eylem adamlarının kimisi bu şüphelere karşı hadisleri müdafaaya girişmişlerdir. Bu şahsiyetlerin hadisler karşısında takındıkları tavır elbette aynı değildir. Bilakis onların tavırlarının bir spektrum oluşturduğunu ifade etmek daha doğru olur. Aralarındaki ton farkları ne olursa olsun, kesin olan şudur ki, İslam dünyasının bu düşünce önderleri hadis konusunda hiçbir zaman tam bir ittifak içerisinde olmamışlardır. XIX ve XX. yy’da hadis etrafında cereyan eden yoğun tartışmalar karşısında, ortada bir problemin bulunmadığını iddia etmek için ise fazlaca iyimser olmak icap eder.
Diğer yandan bu sayılanlar dışında, ya hadislerle ilgili olarak geçmişte yapılanları eleştirmek ya da hadislere yöneltilen bu eleştirilere cevap vermek amacıyla eser yazmış olan, ilmi düzeyleri farklı pek çok yazarın eserleri İslam dünyasındaki kitabevlerinin vitrin ve raflarını doldurmaktadır. Bunlar o kadar çoktur ki, bunları burada tek tek saymak dahi mümkün değildir. Yine bu konuda yazılmış olan makâlelerin de burada tek tek zikredilemeyecek kadar çok olduğunu ilave etmek gerekir.
İslam dünyasının hadis konusunda günümüzde hâlâ bazı problemlerle karşı karşıya bulunduğunun bir başka delili de, sünnet-hadis üzerine yapılmış ve yapılmakta olan sayısız ilmî toplantılardır. Bu toplantılar kuşkusuz ortada mevcut bir problemin varlığından kaynaklanmaktadır. Bu toplantıların zabıtları ve tebliğleri incelenecek olursa, İslam ümmetinin hadis konusundaki sıkıntılarının ipuçlarını yakalamak hiç de zor olmayacaktır. (6)
Meseleye bir başka açıdan bakılacak olursa, İslam dünyasının inanç ve pratik alanlarında mevcut problemlerin yattığı görülecektir. Bu cümleden olmak üzere, bugün genel halk kitlelerinin İslam olarak algılandığı, ama aslında İslam’la ilgisi bulunmayan veya doğruluğu tartışmalı olan pek çok hususun ya uydurma ya da sıhhati son derece tartışmalı rivayetlerden kaynaklandığına burada dikkat çekilebilir. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de hâlâ tartışılan, kader, şefaat, sırât inancı, Hz. Peygamber’e izafe edilen yüzlerce mucize, Hz. Peygamber hakkındaki beşer üstü anlatımlar, Kur’an’ın faziletleriyle ilgili mübalağalı ifadeler, kabir ve türbelerle ilgili aşırılıklar, Hz. Peygamber’in mensubu bulunduğu Arap ırkının ve Arapçanın –ülkemizde ise Türk ırkının- kutsallaştırılması, kadının erkeğe nazaran ikinci sınıf statüde algılanması, kutsal gecelere (kandillere) olan inanç ve bu gecelere mahsus özel ibadetler, tasavvufun pek çok öğretisi ve özellikle gayb ricaline olan inanç, evliyâ kültü ve bunun etrafında oluşan mitolojik anlayışlar, yaratılış konusundaki yanlış inanç ve düşünceler, ümmetin çeşitli fırkalara ayrılmasının meşrulaştırılması, kıyamet alâmetleri, âhir zaman fitneleri, deccal-mehdi inancı, İslam’ı terk eden birinin hukuken öldürülmesi gerektiğine dair görüş, siyasi ve idari otoritelere olduğu gibi, siyasi ve dini cemaat liderlerine, evliyâ ve üstadlara mutlak itaatin dini bir vecibe olduğuna dair inanç, ruhbanlığı, aşırı zühd ve ibadeti idealize eden din anlayışı, uğursuzluk inancı, tembelliği meşrulaştırmaya varan bir tevekkül anlayışı gibi, ilk anda akla gelebilecek problemler – Kur’an-ı Kerim’in anlaşılması önündeki en büyük engellerden birisinin, tefsirlerde yer alan ve özelde İsrailiyyât adı verilen rivayetlerle, genel olarak sıhhati tartışmalı, kaynağı belirsiz ve çelişkili rivayetlerden oluştuğu da ehline malum bir husustur. (7)
Hadisler konusunda bugün hâlâ problem oluşturan farklı bir alandan da burada söz etmek gerekir. Özellikle ülkemiz açısından bakıldığında, İslam’ı ve Müslümanları eleştirmek için yazılan bazı eserlerde de, tartışmaların merkezinde pek çok hadisin yer aldığı görülür. İlhan Arsel’in Şeriat ve Kadın; Arap Milliyetçiliği ve Türkler gibi eserleri yanında, Turan Dursun’un İslam’a saldırmak için yazdığı kitaplarında da bol miktarda hadis rivayeti, tenkid daha doğrusu saldırı amacıyla kullanılmıştır. Bu ise hadisler meselesinin İslam’ın sadece bir iç mesele olmakla kalmayıp, kendini ona mensup hissetmeyenlerin İslam’a karşı takındıkları menfi tutumların oluşmasında da belli ölçüde etkili olduğunu göstermektedir.
Son olarak bunlara Oryantalizm dünyasında yapılan ve bazısı doğrudan, bir kısmı da dolaylı olarak hadislerle ilgili olan çeşitli yayınları da ilave etmek yerinde olur. Burada bunları da tek tek saymak elbette mümkün değildir. (8)
Aslında bunlara ilim çevrelerindeki problemlerle de bağlantılı olarak, genel halk kitleleri nezdindeki birtakım olumsuzlukları da eklemek icabeder. Bu cümleden olmak üzere, gerek İslam dünyasında, gerek ülkemizde, yayımlanan bazı dinî neşriyatın durumu örnek olarak zikredilebilir. Özellikle hadisler konusunda iyi bir eğitim görmemiş, hattâ hiç eğitim almamış bazı heveskâr kimselerin dini konularda yazdıkları eserlerin büyük çoğunluğunun, kullanılan hadisler açısından tam bir felaket olduğu acı bir gerçektir. Birçok eser, ehil olmayan mütercimler tarafından tercüme edilmekte, eserin içerdiği hadislerle ilgili hiçbir inceleme yapılmamakta, bazen –Râmûzu’l-Ebadis’in bir gazete tarafından iki cilt olarak basılan tercümesinde (Milsan Basım Sanayi Tesisleri, İst. 1982) ve İmamı-ı Gazâlî’nin İhyau Ulûmi’d-Dîn adlı eserinin Türkçe tercümelerinde olduğu gibi – müelliflerin hadislerle ilgili olarak yaptıkları uyarı ve açıklamalar ya tercümeden tamamen çıkarılmakta, ya da hadisin zayıf veya uydurma olduğunu ifade eden kısmı atılmakta, bu sûretle okuyucular da aldatılmış olmaktadır. (9) Hatta –mesela İhyau Ulûmi’d-Dîn’de- uydurma veya kaynağı meçhul rivayetlerin sayısı neredeyse 1000’e varırken, (10) bu eserin tercümesini neşreden bir yayınevi sahibi, hiç sıkılmadan İhyâ’da mevzû, kaynağı belirsiz, aslı olmayan hadislerin mevcut olmadığını önsözde yazabilmektedir. Yine bazı eserlerde durum çok daha vahim boyutlara da ulaşabilmektedir. Örnek olarak bazı eserlerde yüzlerce hadisin, ne isnadı, ne kaynağı, ne de metni verilmeksizin okuyuculara sunulmuş olması, (11) bir yandan hadis konusunda karşı karşıya bulunduğumuz durumun vahametini, öte yandan bazı Müslümanların genelde din, özelde ise hadis konusundaki ciddiyetsizlik ve lâkaydiliklerini gözler önüne seren acı örneklerdir.
Aslında İslam dünyasındaki pratik ve teorik pek çok problemin temelinde hadislerin yattığını göstermek için başlı birçok araştırma yapmak mümkündür. Bu sebeple biz şahsen kendi çapımızda da olsa uygulamalı araştırmaları teşvik etmekteyiz. Bu amaçla yapılmış birkaç Yüksek Lisans tezi de mevcuttur. Bu araştırmaların sonuçlarına göre bazı vâizlerimizin (Ankara Merkez Vâizleri ortalama %16) vaazlarda halâ mevzû hadis kullandıkları, din görevlilerimizden bazılarının ise ayet ile hadisi, sahih ile uydurmayı karıştırmakta oldukları ortaya çıkmıştır. (12)
Bu konudaki problemlere dair daha iyi bir fikir edinebilmek için, İslamî Araştırmalar Dergisi’nin Hadis-Sünnet Özel sayısındaki (1997) yazıların dikkatlice tetkik edilmesinin bile yeterli olabileceğini burada ifade etmek isteriz.
Bütün bunlara eklenmesi gereken bir başka husus ise, bilhassa ülkemizde verilen dini eğitim ile ilgilidir. Gerek Kur’an kursları, gerek İmam-Hatip Liseleri ve gerekse İlahiyat Fakülteleri, ülkemiz insanını dinî konularda aydınlatacak insanlar yetiştirmektedirler. Ancak bu dinî kurumlarda verilen hadis eğitiminin de bir takım problemleri bulunduğunu, şahsi gözlem ve incelemelerimize, öğrencilerle olan şahsi tecrübelerimize dayanarak rahatlıkla ifade edebiliriz. Mamafih ortaöğretim kurumlarında Din-Ahlak öğretmenleri ile meslek öğretmenlerinin sünnet-hadis anlayışlarını konu alan bir araştırma da şu anda sürdürülmekte olup, sonuçlar alındığında, bu kesimin durumu hakkında daha net bir fikir edinmemiz mümkün olabilecektir.
Buraya kadar anlatılanlar bile-kapsamlı ve yorucu bir çalışmanın ürünü olmayıp, kabaca çizilen bir tablo olsa da- şu anda İslam dünyasının hadislerinden kaynaklanan pek çok problemle karşı karşıya bulunduğunu açıkça gözler önüne serebilecek niteliktedir.
Ancak bu problemli durumun sadece hadis disiplininin kendi iç problemi olduğu zannedilmemelidir. Bilakis genel olarak İslam düşüncesinin bugün karşı karşıya bulunduğu birçok problemin de temelinde hadislerle ilgili hususlar yatmaktadır. Dolayısıyla İslam düşüncesinin geleceği de belli oranda hadislerle ilgili problemlerin çözümüne bağlıdır. İslam dünyasının bu problemleri çözmeden kendi ayakları üzerinde durup dikilmesi mümkün değildir. Bunun anlamı ise, hadisler meselesinin sadece hadis ilminin bilimsel bir araştırma konusu olmaktan öte, sonuç itibariyle İslam dünyasının geleceğini ilgilendiren bir öneme de sahip olgudur.
Çizilen bu tablodan çıkan mantıki sonuç şudur: Aradan geçen on dört asırlık süre içerisinde yapılan çalışmalara, gayretlere rağmen; hadisler konusunun tamamen çözüme kavuşturulduğunu, bugün elimizdeki hadislerle ilgili olarak hiçbir problemin kalmadığını iddia etmek mümkün değildir.
Bu noktada önemli gördüğümüz bir hususu bilhassa belirtmekte yarar görüyoruz:
Bilebildiğimiz kadarıyla gerek İslam dünyasında, gerek ülkemizde, genel halk kitlelerinden tutun da birtakım cemaatlere, İslami hareketlere ve siyasi oluşumlara varıncaya kadar hâkim olan zihniyet –çok nadir istisnaları olsa da – şudur:
“İslam’da her şeyin çözümü vardır, o her şeyi halletmiştir. Kur’an ve sünnette her şeyin çözümü vardır.” Şeklindeki naif söylemin ne kadar yaygın olduğunu hepimiz yakinen biliyoruz. Biraz daha insaflı bazı kesimler nispeten mütevazi davranarak, her şeyin çözümünün Kur’an ve sünnette bulunduğunu iddia edecek kadar ileri gitmezler, sadece Kur’an ve sünnetten hareketle her meselenin çözülebileceğini iddia etmekle yetinirler. Ancak her iki taraf da özellikle hadislerden kaynaklanan ve kaynaklanması muhtemel problemleri görmezlikten gelmekte, ya da daha iyimser bir ifadeyle görememektedirler. Bazıları bu problemin bir nebze farkına varsa da, onlar da bugüne kadar uygulanan klasik yöntemlerle çözüm üretebileceklerini zannetmektedirler. Bu sebeple çalışmalarını tamamen klasik ûsullere göre yürütmektedirler. Özellikle selefi eğilimli kesimlerde yapılan, hadislerle ilgili çalışmalar bu tür çabalardan oluşmaktadır. Bu çalışmaların bazı faydaları olsa da, istenen neticeyi vermesi mümkün görünmemektedir. Bu şekilde, problemleri gizleyerek veya parçacı, yöntemsiz, plansız ve programsız gayretlerle bir yere varılamayacağı ortadadır. Zira geçmişteki bütün çabalara rağmen, hadislerle ilgili problemleri istenen çözüme kavuşturmaktan uzak olan bir yöntemi, bugün tekrar uygulamanın bir anlamı yoktur. Çünkü yöntem aynı olduğu sürece, geçmişte yapılan çalışmaların zaaflarının tekrar ortaya çıkması kaçınılmaz olacaktır.
Bu konudaki vurdumduymazlık, klasik hadis usulünün (kaynak ve isnad gibi) en basit kurallarını dahi hiçe sayacak raddeye gelmiş bulunmaktadır. Durumun vahametini bizzat görmek için burada bir-iki misal de vermeden geçmeyelim:
“Onun için biz kesinlikle diyoruz ki Cevşen, manası itibariyle Efendimiz’e ilham veya vahiy yoluyla gelmiştir, Daha sonra da ehlullahtan birisi bu Cevşen keşif yoluyla Efendimiz’den almış ve Cevşen bize kadar öyle ulaşmıştır.(…) İmam Gazali gibi bir allame, Gümüşhanevî gibi bir büyük veli ve Bediüzzaman gibi bir sahipkıran cevşeni kabullenip onu vird edinmişlerdir. Hatta İmam Gazali ona bir şerh yazmıştır. Cevşenin mehazindeki kuvvet ve kutsiyete ait başka hiçbir delil ve bürhan olmasa, sadece isimlerini verdiğimiz büyüklerin bu kabullenişleri ve yüzbinlerce insanın Cevşene gönülden bağlanıp atfetmeleri, Cevşen hakkında en azından ihtiyatlı konuşmaya yetecek güç ve kuvvette delillerdir. Sadece senedine ait bir boşluktan dolayı Cevşene dil uzatmak en ılımlı ifadeyle haksızlıktır.” (13)
Bu ifadeler karşısında, ilimden biraz nasipdar olan birisinin ürpermemesi, tüylerinin diken diken olmaması mümkün değildir. Zira bazı çevrelerce yaygınlaşması için çaba sarf edilen; deri, gümüş v.b. kılıflarda muska haline getirilen, bazı gazeteler tarafından promosyon olarak dağıtılan, bu keramet ve kutsiyeti kendinden menkul Cevşen; hiçbir klasik kaynakta yer almayan, sadece adı geçen âlimlerin eserlerine aldıkları, isnadı olmayan, metnine bakıldığında suni ve düzmece olduğu aşikar olan uydurma bir hadisten başka bir şey değildir. İlim ehli olanlar da bilirler ki, Hz. Peygamber’in dualarının hiçbirisi uzun değildir, en iyimser ifadeyle on satırı bile bulmaz. Böylesi sayfalar tutan bir duanın uydurma olduğunda en küçük bir şüphe dahi yoktur.
Bazı âlimlerin bunu eserlerinde zikretmelerinin, onun sübutu için yeterli addedilmesi ise, akıl alacak gibi değildir. Bunu söyleyen hadis ilminden hiç haberi olmayan biri değilse, ortada çok daha ciddi bir problem var demektir.
Yine bir radyo programında aynı çevrelere mensup bir zatın “Dünyanın öküzün boynuzunda olduğuna” dair hadisle ilgili bir soruya, bunun uydurma olduğunu açıkça ifade edeceği yerde “Dünyanın altında öküz var mı bilmem ama, üstünde pek çok var!” dediği nakledilip açıkça mugalata yapılmış, yani bu uydurma hadis savunulmuştur. ¹(14)
İşin doğrusu burada yapılanın ilimle de ilgisi yoktur. Bu uydurma rivayetlerin savunulmasının tek sebebi Bediüzzaman’ın bunları eserlerinde zikretmiş olmasıdır. Ama ne yazık ki Bediüzzaman’ı savunduğunu zannedenler, hem ona hem de hadislere, dolayısıyla Hz. Peygamber’in mirasına ne büyük kötülük ettiklerinin farkında bile değillerdir.
Daha çoğaltılabilecek bu ve benzeri örnekler bugün Müslümanların hadisler konusunda ne kadar ise karşı karşıya bulunduğumuz problemin ne kadar ciddi olduğunu gösterir.
O halde bugün gelinen noktada yapılması gereken, klasik yöntemi sürdürmeye çalışmadan önce, bu yöntemin genel bir değerlendirmesini yapmaktır. Maalesef bugün hadis usûlü diye bilinen klasik yöntemin teşekkülünden bugüne kadar, hemen hiçbir değerlendirme ya da özeleştiri yapılmadığı gibi, mevcut usûlü daha da geliştirmek için ciddi bir çaba gösterilmemiştir.
Bunun sebebi ise, İslam düşüncesinin ve İslami ilimler geleneğinin hemen her alanında da görülen donuklaşma ve katılaşmadır. Diğer bir ifadeyle hadis usûlü disiplininde görülen dinamizm yokluğudur. Hadis usûlü gelişimini tamamlayıp, bugün de halâ aynen sürdürülen klasikleşmiş yapısına kavuştuktan sonra, düşünce alanındaki tembellik ve durgunluk sebebiyle âdeta bir dogma statüsüne yükseltilmiş; yanılmazlık ve kusursuzluk vasfıyla tebcil edilerek, daha iyisinin olabileceği tahayyül dahi edilememiştir.
Ne var ki bugün gelinen nokta, hadisler konusunda Müslümanlar arasında görülen sert, demagojik ve tabii ki sonuçsuz tartışmalardır. Bu çıkmazdan kurtulmanın yolu -kanaatimizce- her şeyden önce klasik hadis usûlünün gelişim tarihinin incelenmesi, sonra bugünkü şeklini almış olan bu usûlün köklü bir biçimde tenkit süzgecinden geçirilmesi, ardından da daha etkin ve daha az kusurlu bir usûl geliştirmesidir.
- Fiilî tatbikat olarak değil de, birer rivayet olarak elimizdeki “hadisler” içerisinde gerçek anlamda bir mütevâtirin bulunup bulunmadığı konusu ileride ele alınacaktır.
2. Sünnetin Kur’an-ı Kerim’i neshedebileceği iddiası (Bkz: Medet Coşkun, Sünnet’in Kur’an-ı Neshi Meselesi (Yayınlanmamış Y. Lisans Tezi), A.Ü.İ.F. Ank. 1995) ve Kur’an-ı Kerim’de olmayan itikadi ve fıkhi konularda, hadislere dayanan pek çok inanç, düşünce ve uygulama’nın mevcudiyeti -ki sayılamayacak kadar çoktur- burada örnek olarak zikredilebilir. Bu durum Şia dünyası için daha da geçerlidir. Zira “ğaib imam”, “on iki imam”, “imamların masumiyeti”, “imamların nass ile tayini” gibi konularda doğrudan Kur’an’da bir dayanak bulmak mümkün değildir. Bu konudaki dayanakların çoğunu rivayetler, daha doğrusu “gelenek” oluşturmaktadır.
3.Hemen her bir ekolün ve pek çok İslam aliminin sahih hadiste aradığı şartların şu veya bu ölçüde farklı olduğu ehline malumdur. Mamafih bu hususu dile getiren son bir esere burada işaret etmeden geçmeyelim: İsmail Mansur, Tabsîru’l-Umme bi-Hakîkati’s-Sunne, I (Minhâc) (Mısır, 1995), s.363.
4.Bu konuyla ilgili olarak bkz: Halid Zaferullah Dâvudî, Pakistan ve Hindistan’da Şah Veliyyullah ed-Dehlevî’de n Günümüze Kadar Hadis Çalışmaları (İst.1995); G.H.A. Juynboll, The Authenticity of the Tradition Literature-Discussions in Modern Egypt, Leiden, 1969; Mazharuddin Sıddıkî, İslam Dünyasında Modernist Düşünce (İst., 1990)., s.85-92 vd., Bu konuda bir de doktora tezi yapılmıştır: İbrahim Hatiboğlu, İslam’da Yenilenme Düşüncesi Açısından Modernistlerin Sünnet Anlayışı (M.Ü.İ.F., İst; 1996,). Konuyla ilgili zengin bir malzeme ihtivâ etmesine rağmen, işlenişi açısından tezin baştan ele alınması gerekmektedir. Zira tez baştan ön yargı olarak işlenmiş, nadir de olsa kaynaklardaki bilgilerin tahrif edilip saptırıldığı dahi olmuştur. Meslektaşımız İbrahim Hatiboğlu’na tezin yeniden yazılması için eleştirilerimizi ve düşüncelerimizi iletmiş bulunuyoruz. Sanırız bize düşen de budur. Ancak insan ister istemez jüri üyelerinin bu tezi nasıl kabul edebildiklerini, üstelik TDV. İslam Araştırmaları ödülünün de bu teze nasıl lâyık görüldüğünü kendi kendine sormadan edememektedir. Bize göre bunun sebebi “tenkit ve araştırma” zihniyetinin ilmi müesseselerde bile kurumuş olmasından başka bir şey değildir.
5. Bu müelliflerin konuyla ilgili makale ve kitapları ile fikirlerinin ele alındığı pek çok çalışma bulunmakla beraber, biz burada bunlardan sadece bir önceki dipnotta zikredilen eserlere tekrar atıfta bulunmakla yetiniyoruz. Bunların dışında genelde Hadis literatürü, özelde Sahih-i Buhari ile ilgili problemlere işaret eden, Fuad Sezgin’in Buhari’nin Kaynakları Hakkında Araştırmalar (Kitabiyat Yay., Ank. 2001) adlı eseri gibi, tam anlamıyla akademik çalışmalar da yapılmıştır. Ne var ki, bu çalışmadan oryantalistlerin nisbeten haberdar olduğu söylenebilirse de, İslam dünyasının, hele bu çalışmanın yapıldığı ülkemizin ilahiyatçılarının bu eserden ya haberi yoktur, ya da bu çalışmanın değeri gereği gibi takdir edilememiştir.
6. 1976 (İstanbul), 1979 (Katar), 1982 (Libya), 1982 (Cezayir), 1985 (Mısır), 1989 (Ürdün), 1995 (İstanbul) yıllarında Sünnet-Siret üzerine bir dizi uluslar arası toplantı düzenlemiş ve tebliğleri basılmıştır. Bu toplantılar, raporları ve değerlendirmeleri için bkz: es-Sunnetu’n Nebevviyye ve Menbucabâ fi Binâi’l-Ma’rifeti ve’l-Hadâra (Muessesetu Âli’l-Beyt, Ammân, 1991, I.cilt (Raporlar); Bir sempozyumun Anatomisi (18-20 Kasım Tarihlerinde İstanbul’da Düzenlenen “Sünnet’in Dindeki Yeri” Konulu Uluslar arası Sempozyum) İslamî Araştırmalar-Hadis-Sünnet Özel Sayısı (Ank., 1997/1-3), s. 183-184.
7. Bu konuda Abdullah Aydemir’in oldukça aydınlatıcı olan iki çalışmasına işaret etmek yeterli olacaktır: Tefsirde İsrailiyat (D.İ.B. Yay., Ank., 1979) ve İslamî Kaynaklara Göre Peygamberler, (T.D.V yay. , Ank., 1992).
8. Zira sadece Almanca’da yazılmış olan İslam’a dair makalelerin indeksi dahi pek çok cilt tutmaktadır. Bkz: Bibliographie der Deutschspachigen Arabistik und Islamkunde, ( I-XIX), Hrsg. Von Fuat Sezgin, Frankurt am Main:. Institut für Geshichte Arabischen-Islamischen Wissenschaften, 1990-1993.Yine İslam’a dair İngilizce makalelerin ne kadar yoğun olarak neşredildiği kolayca anlaşılır.
9. Sözünü ettiğimiz eserler Arapça metinleriyle karşılaştırıldığında yüzlerce örnekle karşılaşılacağında şüphe yoktur. Nitekim ileride bu konuda bazı örnekler de verilecektir. Ancak bu tür tasarrufların hangi İslamî (!) hassasiyetle yapıldığı ise, bizce cevapsız bir sorudur.
10. Bu konuda geniş bilgi için bkz. Es-Subkî, Tabakâtu’ş-Şâfiiyye (Mısır, 1968), VI.287-389.
11. Bu konuda verilebilecek örnekler o kadar çoktur ki, bunları burada tek tek zikretmek mümkün değildir. Ancak bir örnek vermiş olmak için Ahmed Hulusi’nin bir dizi eserini – özellikle de Akıl ve İslam’ı- zikredebiliriz.
12. Bkz. Recep Yılmaz, Din Görevlilerinin Hadis Birikim Seviyeleri Üzerine Tecrübî Bir Araştırma, (Yayınlanmamış Y.L.Tezi, A.Ü.İ.F. ,Ank., 1994).
13.Fethullah Gülen, Prizma, I., 150-151.
14.Radyo Moral FM’de 23.7.1996, saat 15:40’da Osman Değirmenci ile yapılan sohbetten.
Prof. Dr. M. Hayri Kırbaşoğlu, İslam Düşüncesinde Hadis Metodolojisi. Ankara Okulu yayınları, Ankara 2006
http://ilsam.org.tr/klasik-hadis-usulunun-problemleri-prof-dr-hayri-kirbasoglu/