Bulutun yağmuru taşıması gibi,
Kapitalizm de savaşı taşır. (Jean Jaures)
İslami öğretinin değer ve normlarını hayatın bütün alanlarında geçerli hale gelmesi amacıyla Müslümanlar tarafından gerçekleştirilen faaliyetlerin toplamını ifade etmek için kullanılan “İslami Hareketler”, genel olarak sivil toplumcu ve politik olmak üzere iki guruba ayırmak mümkündür. Politik olanlar genellikle demokratik sistemler içerisinde, seçimler ve parti politikalarıyla siyasi iktidarı amaçlayan ve siyasi iktidar aracılığıyla İslami toplum tasavvurlarını hayata geçirmeyi strateji olarak benimsemiş olan dini-siyasi hareketlerdir. Pakistan’da Cemaat-ı İslami, Tunus’ta en-Nahda, Türkiye’de Milli Görüş ve AKP, Lübnan’da Hizbullah, Sudan’da İhvan-ı Müslimîn, el-Mağrib/Fas’ta Adalet ve Kalkınma Partisi, Libya’da Adalet ve Kalkınma Partisi , Malezya İslam Partisi, Tacikistan İslamî Rönesans Partisi gibi partiler bunlardan bazılarıdır.
Sivil toplumcu İslami hareketler kategorisine en güzel örnek ise, İhvan-ı Müslimîn hareketidir. Bazı İslam ülkelerinde siyasi parti örgütlenmesine giden İhvancı hareketler de söz konusu olmakla beraber, genel olarak İhvan hareketinin ağırlıklı olarak bu ikinci kategoride değerlendirilmesi daha isabetlidir. Ülkemizde toplumu İslamlaştırma hedefine yönelmiş bütün gurup, cemaat ve tarikatları da bu kategoride değerlendirmek mümkündür.
Çağdaş İslami hareketleri kabaca son kırk-elli yıllık zaman dilimi içerisinde ele almak, eleştirel bir değerlendirme için uygun ve yeterli sayılır. Yine bu amaçla literatür taramasından ziyade bu dönemde yaşananlara dair gözlem ve tecrübelerden yararlanma cihetine gidilecektir. Bu tercihin altında, hem İslam dünyasındaki çeşitli İslami hareketlere dair doğrudan temas ve gözlemlerde bulunan, hem de ülkemizdeki siyasi İslami hareketlerin bilfiil içerisinde yer alan biri olarak, literatürden elde edilmesi mümkün olmayan bilgi ve değerlendirmelerin, literatürde yer alanlardan daha gerçekçi ve sağlıklı olduğuna dair kişisel kanaatimizin yatmakta olduğunu belirtmek isteriz.
Çağdaş İslami hareketlerin son kırk elli yıllık döneminin eleştirel bir değerlendirmesini hakkıyla yapabilmek için bir seri uzun soluklu analitik araştırmaya ihtiyaç olduğu açıktır. Bu sebeplerdir ki burada biz, böyle bir araştırmaya ışık tutabilecek kırılma noktalarının en önemlilerini belirlemekle yetineceğiz.
İslami hareketlerde niçin işler yolunda gitmedi? sorusunun kendisinin meşruiyetini sorgulayarak konuya giriş yapabiliriz. Bu sorunun meşruiyetini yaşanan gerçeklikten aldığını hemen belirtelim. Zira son kırk elli yılda bir kısmı iktidara gelen, bir kısmı ise sivil hareket olmakla birlikte, yine de toplumda önemli bir sosyo-politik aktör olarak faaliyet gösteren İslami hareketlerin bugün gelinen nokta itibariyle başarılı olduğundan söz etmek çok zordur. Bu tespitin nesnel göstergelerle de haklılığını ortaya koymak mümkündür. Nitekim siyasi, ekonomik ve sosyal alanlarda sergilenen performans düşüklüğü, yoruma dahi gerek bırakmayacak kadar açık ve nettir. Örnek olarak en başarılı kabul edilen İslami hareketleri dahi ele alacak olsak, ortada gerçek anlamda bir başarıdan söz etmenin mümkün olup olmadığı konusu fevkalade tartışmalı hale gelecektir. En başarılı İslami hareketlere örnek olarak İran, Pakistan, Sudan, Malezya, Mısır,Tunus ve Türkiye gibi ülkeler gösterilebilir. Bunların bir kısmı halk devrimi, bir kısmı siyasi parti iktidarı, bir kısmı ise toplumsal hareket olarak ülkelerinin geleceğinde şu veya bu oranda söz konusu olabilen İslami hareketlerin faaliyet gösterdiği İslam ülkeleridir. Bu İslami hareketlerin referansları olan İslam açısından ne ölçüde başarılı olduğu sorusuna geçmeden önce, dünyada genel-geçer kabul edilen birtakım evrensel ölçekler açısından ne ölçüde başarılı olduğu sorusunu sormak daha uygun olacaktır. Böyle bir soruyu siyasi, ekonomik ve sosyal üç alanda soracak olursak, karşımıza şöyle bir tablo çıkacaktır.
Siyasi açıdan bu ülkelerin demokrasi ya da halkın yönetime doğrudan katılımı anlamında seküler Batı ülkeleriyle mukayese dahi edilemeyecek durumda oldukları görülür. Gerek siyasi partiler gerekse sivil toplumsal hareketler şeklindeki İslami hareketlerin lider karizmasına, tek adam kültürüne, parti oligarşisine boyun eğmiş olduğunu, parti içi demokrasiden ve iç
muhalefetten söz etmenin neredeyse imkansız olduğunu, kendileri dışındaki partiler ve ideolojilerle uyum ve rekabet ilişkisinden ziyade husumet, çatışma ve düşmanlık ilişkisi içerisinde olduklarını da söylemek mümkündür. Bir başka ifadeyle “ben ve öteki” yaklaşımı aşarak, “ben sen yok biz varız” diyerek toplumun bütün kesimlerini kuşatma başarısını gösteremediklerini söylemek yanlış olmayacaktır. Bu konuda Malezya ve Tunus örneklerinin nispi olarak başarılı sayılabileceğini, ama Türkiye dahil diğer ülkelerin bu çatışmacı yaklaşımı aşamadıklarını söylemek mümkündür. Bunlar içerisinde İran, Türkiye ve Mısır gibi ülkelerde iktidardaki İslami hareketlerin diğer siyasi partileri ve akımları ötekileştirme ve hatta “şeytanlaştırma(demonizasyon)” politikası izlediklerini söylemek bir abartı olmayacaktır. Âdil, şeffaf ve hesap verebilir bir yönetim anlayışı esas alındığında bu hareketlerin durumu daha da vahim hale gelmektedir. Nitekim uluslararası şeffaflık ajanslarının yolsuzluk endekslerine bakıldığında, bu “başarılı” denilen ülkelerin bile yolsuzluk karnesinin hiç te iyi olmadığı rahatlıkla görülebilecektir. Mamafih sadece bu başarılı hareketlerin değil, İslam ülkelerinin tamamının yolsuzluk endeksinde listenin son sıralarında yer aldıklarını bu vesileyle ifade etmekte yarar vardır. Özetle bu İslami hareketlerin dünyada şeffaf ve temiz, tam ve doğrudan katılımı esas alan, muhalefete olumlu değer atfeden, özgürlükçü ve çoğulcu bir demokrasi anlayışını savundukları ve hayata geçirdiklerini söylemek neredeyse imkansızdır.
Ekonomik olarak bu hareketlerin uygulamalarına gelince, bu ülkelerin hem ekonomik kalkınma, hem de âdil gelir dağılımı bakımından durumlarının hiç te iç açıcı olmadığını itiraf etmek durumundayız. Gerek kişi başına düşen milli gelir, gerekse toplam küresel üretime katkıları bakımından bu ülkelerin en başarısız Batılı ülkelerin bile gerisinde kaldıkları açıktır. Bu ülkelerde işsizlik, fakirlik oranları ile zengin-fakir arasındaki dengesizlikler, yine en başarısız batı toplumlarından bile kötü durumdadır. Bu İslami hareketlerin iktidarda şu veya bu biçimde söz konusu olduğu toplumlar, sanayi ve teknoloji alanında da ihracatçı değil ithalatçı ülkeler konumundadırlar. Sonuç olarak bu ülkelerin ekonomileri dünyada en sağlıklı ve adil ekonomik düzenler nitelemesinden fersah fersah uzak bir konumda bulunmaktadırlar.
Sosyal açıdan da durum siyasi ve ekonomik durumdan pek farklı değildir. Bu da beklenmeyen bir şey değildir, zira siyasi ve ekonomik açıdan sağlıklı olmayan bir toplumun sosyal açıdan sağlıklı olmasını beklemek makul değildir. İşsizlik, fakirlik, âdil olmayan ücretler, âdil olmayan vergi salımı ve dağıtımı, düşük eğitim seviyesi, düşük bilimsel bilgi ve teknoloji üretimi, siyasi iktidarda görülen yozlaşma ve yolsuzluk, nepotizm ve hukuksuzluk beraberinde toplumsal huzursuzlukları da getirmektedir. Ayrıca bu İslami hareketlerin kendi dışındakileri – İslami kesime mensup dindar insanlar olsalar da – ötekileştirmeleri, sık sık tekfir ve sapıklık ithamına varan dışlayıcılıkları, toplumda kutuplaşmalara da yol açmakta, bu da toplumsal dokuyu ciddi olarak zayıflatmaktadır. Küreselleşme olgusunun olumsuz etkilerine karşı gerekli tedbirler almada da başarılı olamadıkları için, değerler dejenerasyonu, magazin kültürü, okuma oranındaki düşüklük, sanat ve kültür alanındaki gerileme ve yozlaşma, sanat ve kültürün metalaştırılması, tüketim kültürünün yaygınlaşması, kontrolsüz cinsellik, boşanmalarda artış, evlilik kurumunun zayıflaması, aile ve akrabalık bağlarının zayıflaması, aile içi şiddet, toplumsal şiddet, toplum içi çatışmalar, suçlarda artış gibi pek çok gösterge bakımından da bu hareketler şiddetle eleştirdikleri Batı toplumlarının gerisinde kalmış durumdadırlar.
Kısaca İslami hareketlerin belirleyici ve iktidarda olduğu bu İslam toplumlarında, siyasi, ekonomik ve sosyal alanda Batı toplumlarıyla mukayese edilebilecek bir başarıdan söz etmek mevcut veriler ışığında mümkün görünmemektedir. Bunun anlamı ise, toplumda belirleyici olmanın veya siyasi iktidarda olmanın başarı anlamına geldiği yönündeki yaygın algının ortadaki açık başarısızlık gerçeğiyle yüzleşmek durumunda olduğudur.
Bu üç temel alandaki başarısızlıkların temel sebepleri üzerinde söyleneceklerin listesinin fevkalade uzun bir liste olacağını tahmin etmek zor olmasa gerektir. Şimdi bu sebeplerin bize göre en önemli ve göze çarpanları sizlere sunmak istiyoruz:
- Bu İslami hareketlerin en önemli zaafı, en iddialı ve en güçlü olduklarını her vesileyle ifade ettikleri bir alanda, yani bizatihi İslam tasavvurları alanında ortaya çıkmaktadır. Zira bu hareketlerin İslam tasavvurları, çağdaş İslami araştırmalar ve İslam düşüncesi alanındaki gelişmelere dair bilimsel bilgi, araştırma ve incelemeler sonucu kendi inşa ettikleri çağdaş bir tasavvur olmayıp, geçmişte üretilenlere ve popüler İslam tasavvurlarına dayanan tasavvurlardır. Daha özlü bir ifadeyle entelektüel İslam’dan ziyade popüler İslam’a yaslanan hareketlerdir. Bunu da sebebi toplumsal destek kazanmak için geniş halk kitlelerinin telakkisi olan atalar kültü ve halk İslamı’na yaslanmaları, bu yüzden de bu tür tasavvurlara eleştirel yaklaşan çağdaş İslam düşüncesine ve içtihat/tecdit yanlısı yenilikçi eğilimlere soğuk bakmalarıdır.
- İslami hareketlerin bugün gelinen nokta itibariyle İslami öğretinin “Ümmet” birliği anlayışından tamamen uzaklaştıklarını ve küresel sistemin ulus devlet modeline ve buna bağlı olarak ulusal çıkar anlayışına boyun eğdiklerini ve dolayısıyla adalet ve eşitliğe değil ulusal çıkar kavramına dayanan ve bu sebeple de çatışmacı olmak durumunda bulunan bir küresel düzenin parçası olduklarını ya da bu sisteme eklemlendiklerini belirtmek gerekir.
- İslami hareketlerin ümmet anlayışları da sağlıklı olmaktan uzaktır. Zira İslam ümmeti teolojik olarak sadece Müslümanları kapsar görünse de, tarihi ve sosyolojik olarak İslam dünyasında yaşayan Yahudi, Hristiyan (Süryani, Kıpti, Maruni v.d), Zerdüşt, Mecusi, Sosyalist, Marksist, liberal, milliyetçi , laik, ateist, gnostik v.b. bütün kimlikleri de kuşatan bir kavramdır.
- İslami hareketler içerisinde “mezhep” faktörüne boyun eğmekten kendini kurtarabilen neredeyse hiç yok denecek kadar azdır. Nitekim İran, Pakistan, Sudan, Malezya, Mısır, Tunus ve Türkiye’de Şii-Sünni gerilimleri yanında bizatihi Sünnilik içerisindeki farklılıklara karşı – mesela Sudan ve Mısır’da olduğu gibi- ötekileştirici yaklaşımlar hala oldukça güçlüdür.
- Benzer şekilde neredeyse bütün İslami hareketler İslam’ın ırkçılığı reddettiğini her vesileyle ilan etmelerine rağmen, uygulamada buna riayet edebilenler yok denecek kadar azdır. Mesela ülkemizde siyasal İslam’ın hem Milli Görüş partilerinde, hem de AKP örneğinde, Kürtçü bir söyleme neredeyse hiç rastlanmazken, Türkçü söylemlerin egemenliği gözden kaçmamaktadır. Bu sebeple ülkemizdeki siyasal İslam’ın nihai tahlilde, resmi ideolojinin de bir parçası olan “Türkçülük” ya da “Türk Milliyetçiliği” söylemine boyun eğdiklerini söylemek mümkündür. Benzer şekilde mesela Malezya’da da ülkedeki Çinli nüfusa tepki olarak Malezya milliyetçiliğinin İslami kesimlerde ve Malezya siyasal İslamı’ında egemen olduğu ifade edilmektedir.
Öte yandan iktidara gelen siyasal İslam’ın uygulamalarında da ırkçılık yanında bölgesel etnik tarafgirlik anlamında, bölgecilik ve hemşericilik yapıldığı bilinmektedir. Mesela mevcut iktidarın kurduğu kabinelerin bir zamanlar “Gürcü kabinesi” şeklinde ithamlara maruz kaldığı, keza Karadenizli, Laz, Gürcü kayırmacılığının olup olmadığı, bürokrasideki tayinlere bakılarak bile tespit edilebilecek kadar aşikardır. Yine mevcut iktidarın bir yandan Kürtlere mavi boncuk dağıtırken, öte yandan iktidarın adeta stepnesi haline gelmiş olan MHP tabanıyla bilhassa bürokraside içli dışlı olması da, siyasal İslam’ın ırkçılık karşıtı söylemlerinin inandırıcılığını yitirmesine yol açmış durumdadır.
Benzer bir durum mesela ülkemizde mevcut iktidarın yönetim ve bürokraside uyguladığı rant dağıtımı/ikta’ sisteminde de su üstüne çıkmaktadır. Zira bilindiği gibi bakanlıklar ve bakanlıklara bağlı kurumlar, keza mahalli idarelere ait çeşitli rant imkanları iktidarla işbirliği içinde olan çeşitli cemaat, tarikat ve guruplar arasında paylaştırılmış bulunmaktadır ki, bu tür uygulamaların İslam’ın mutlak eşitlik ve tarafsızlık ilkesine taban tabana zıt uygulamalar olduğu açıktır. - İslami hareketlerin ulusal, bölgesel ve küresel ölçekte birleştirici değil kutuplaştırıcı ve ayrıştırıcı bir fonksiyon icra etmesinin altında, onların kendilerini mutlak hakikatin temsilcisi olarak gören teolojik takıntıları da yatmaktadır. İslam’ın son din, Kur’an’ın son kitap Hz. Peygamberin son peygamber olması inancından hareketle, kendilerinin bütün yaptıklarını yüceltme, hatta kutsama patolojisi sebebiyle, kendileri dışında yeryüzündeki bütün gelişmelere küçümseyici bir bakış açısıyla bakılmasına, bu gelişmelerin hakkıyla değerlendirilmemesine ve onlarla işbirliği imkanlarının araştırılmamasına yol açmıştır. Kısaca bu teolojik üstün duygusu, onların teolojik olanla reel, politik ve stratejik olanı karıştırmalarına yol açmıştır.
- Birinci maddedeki zaafın tabii bir sonucu olarak, bu İslami hareketler kendi dünya görüşlerine dayanan ve dünyadaki diğer modellerle rekabet edebilecek siyasi, ekonomik ve sosyal modeller geliştirmede de başarılı olamamışlardır. Bu ülkelerdeki İslami hareketlerin uyguladıkları siyasi, ekonomik ve sosyal politikalar büyük ölçüde Batı’lı modellerdir. Batılı ulus devlet eksenli demokratik modellerden farklı modeller geliştirme çabasında olanların da bu çabaları, Batı’dakinden daha özgürlükçü ve eşitlikçi olmaktan ziyade, daha totaliter ve yasakçı modellerle sonuçlanmıştır. Nitekim bugün mevcut iktidarın en çok despotik eğilimleriyle tartışılır olması da bu tespiti doğrulamaktadır.
- İslami hareketlerin bu dönemde teorik ve pratik olarak, ekonomi alanında kendilerine özgü ve dünyadaki diğer modellerle rekabet edebilir ciddi bir ekonomik modelleri olmamıştır. Bu hareketlerin ekonomi adına en fazla üzerinde durdukları, ama o alanda da göz doldurucu bir başarı elde edemedikleri başlıca konular, faizsiz banka ve zekat meseleleridir. Ama mesela bir çalışma dünyası, emek, asgari ücret, âdil ücret, çalışma güvenliği, sendikacılık, sermaye-emek ilişkisi, çocuk ve kadın işçiler gibi konular İslami hareketlerin ilgilendiği konuların ya en son sıralarında yer almış ya da hiç gündemlerine girmemiştir. ( O yüzden mesela ülkemizdeki İslami kesimin sendikacılığı şu anda iktidara eklemlenen sarı sendikacılık haline gelmiş, sendika yetkilileri de sendikaları milletvekilliğine ya da bürokraside makam kapmaya yönelik bir sıçrama tahtası olarak kullanmaktadırlar).
Bu alanlarda İslami hareketlerin politikaları tamamen kapitalist serbest piyasa ekonomisi doğrultusunda olmuş, özellikle dar gelirlileri ve işçi sınıfını yapısal ve kanuni düzenlemelerle himaye etmek yerine, sadece sermayenin “insaf”ına bırakan bir söylemden yana olmakla ya da kömür, makarna v.s. dağıtarak bu yardımları seçimlerde kullanmaya elverişli olan “sadaka kültürü” ile yetinmişlerdir. - Sosyal politikalarda da benzer bir durum söz konusudur. Son yüzyıllarda dünyada egemen olan ulus devlet modellerinin dışında – mesela AB benzeri – bir yapılanma modelini hayata geçirme konusunda da başarılı olamamışlardır. Ulus devletler tek millet, tek dil, tek ülke, tek bayrak v.b. unsurlara dayalı tekçi bir model olduğundan, klasik İslam medeniyetinin çoğulcu yapısının gerisine düşen modelleri benimsemekten öte bir şey yapamamışlardır. Bu sebeple bu İslami hareketlerin söz konusu olduğu ülkelerde yaşanan etnik, dini, mezhebi ve kültürel farklılıklar sık sık bir krize dönüşmüş, bu İslami hareketler bu farklılıkların tamamını kuşatıcı ve kucaklayıcı politikalar geliştiremediklerinden toplumda kutuplaşmayı önlemek yerine kendileri bu kutuplaşmaları derinleştirmekten kurtulamamışlardır.
- İslami hareketlerin söylemleriyle uygulama ve icraatları arasındaki aşılmaz uçurumların sebeplerinden birisi de, gerek parti içinde gerekse ülke yönetiminde son derece önemli olan, şeffaflık, hesap verilebilirlik, yönetim değil yönetişim, temiz toplum ve sistem ahlakı gibi ilke ve değerlerin onların gündemlerinde neredeyse hiç yer almamış olmalarıdır.
- Temizlik ve şeffaflık prensiplerinin İslami hareketlerin ilkelerinin arasında yer almaması veya son sıralarda yer alması yüzünden bu hareketlerin iktidara gelebilmek ve iktidarlarını sürdürebilmek için İslam’a aykırı yöntemlere başvurarak zaman içerisinde bunları içselleştirdikleri de gözlemlenmektedir. Yetmişli yıllarda “Daru’l-Harb” söyleminin arkasına sığınarak siyasi, ekonomik ve sosyal alanlarda gayr-ı İslami ve tabii gayr-ı ahlaki uygulamalara bulaşan İslami hareketler, mesela ülkemizdeki mevcut siyasi iktidar döneminde bu söyleme bir yenisini eklemiş ve “harp hiledir” anlayışının arkasına sığınarak pek çok ahlak ve dolayısıyla İslam dışı uygulamaya göz yummuştur. Aslında tamamen fiili savaş esnasındaki uygulanacak taktiklerle ilgili olan ve hadis olarak ta rivayet edilen bu söz, bağlamından çıkarılarak İslam’a, ahlaka ve kanuna aykırı pek çok uygulama bizatihi dindarlık iddiasında olanlar eliyle gerçekleştirilmiştir, hala da bu süreçler devam etmektedir. Bu noktada İslami hareketlerin yapmaya çalıştığı şeyin “hela süpürgesiyle cami temizlemek” anlamına geldiğini unutmamak gerekir. Sözüm ona İslami hedeflere İslam’a aykırı yol ve yöntemlerle hizmet edilebileceğini düşünen İslami hareketler, zaman içerisinde bu uygulamaları içselleştirerek, yozlaşma ve dejenerasyonu savunacak kadar acınacak bir pozisyona savrulmuşlardır. Son günlerin yaygın bir deyişiyle devleti/toplumu İslamlaştırmak isteyen İslami hareketler devletleşmişler ve daha önce yerin dibine geçirdikleri statükonun adeta yılmaz savunucuları olmuşlardır.
- Sivil ya da politik olsun İslami hareketlerin istisnasız hemen hepsinin birer kapalı cemaat yapısında olduklarını, bu sebeple parti, cemaat, tarikat veya dini gurup içerisinde hem karar alma mekanizmalarının hem de finans hareketlerinin kontrol dışı olduğunu söylemek gerekir. Bilhassa siyasi partilere ve diğer sivil dini yapılara yapılan finans destekleri, daha sonra bu yapıların sermayenin güdümüne girmesine, ya da daha iyimser bir ifadeyle sermayeyle uyumlu politikalar izlemek zorunda kalmalarına yol açmaktadır. Karar alma mekanizmalarının piramidal hiyerarşik bir yapı içerisinde olduğu ve bu süreçte tabanın karar almada herhangi bir rolünün olmadığına da işaret etmek gerekir.
- Siyasal İslam’ın kadına ve gençlere bakışında da ciddi sıkıntılar söz konusudur. Zira onlara göre kadın ve gençlik politikaları eşitlikçi olmaktan hayli uzaktır, tam aksine bu kesimleri potansiyel oy deposu ve siyasal İslam’ın amaçlarına hizmet eden alt tabaka olarak gören pragmatik bir bakış açısı egemendir. Nitekim ülkemiz dahil anılan İslami hareketlerde – ister siyasal İslam isterse diğer sivil İslami hareketler olsun- bir İslami kadın lidere rastlanmaması, keza cemaat ve tarikatlar dahil kadınların liderliğinden söz etmenin mümkün olmaması, aslında İslami hareketlerin “ataerkil/erkek egemen” karakterini de gözler önüne sermektedir.
- İslami hareketlerin önemli zaaflarından birisinin de İslami hareketleri sadece İslam adına ve yine sadece Müslümanlar için olan hareketler olarak tasavvur etmeleridir. Bu noktada İslam medeniyetinin Medine’deki ilk site devletinin kuruluşundan itibaren Müslüman olmayan unsurlarla birlikte inşa edildiğini, on beş asırlık İslam medeniyeti tarihi boyunca Müslümanların Müslüman olmayanlarla ortak yaşama tecrübesini büyük ölçüde başarıyla sergilediklerini İslami hareketlerin göz ardı ettiklerini ifade edebiliriz. Dolayısıyla İslami hareketler içerisinde Müslüman olmayan unsurlara rastlanmaması bir sürpriz değildir. Bu durumun belki de tek istisnası, bünyesinde hıristiyanlar gibi Müslüman olmayan unsurları ya da çeşitli sol ideoloji mensuplarını da barındıran Lübnan Hizbullah hareketidir.
İslami hareketlerin çoğuna egemen olan bu dar bakış açısından dolayı İslami hareketler ve bilhassa siyasal İslam, dış ilişkiler ve işbirlikleri alanında da, sadece kendilerine en yakın İslami guruplar ile temasa geçmiş, bırakın Müslüman olmayan ya da farklı ideolojilere mensup kesimleri, kendilerinden farklı mezhep, meşrep ve yaklaşım içerisinde olan kesimleri bile dışlayarak, bu kesimleri göz ardı etmiştir. Bu da aslında– mesela anti-emperyalizm ve anti-kapitalizm gibi- İslami hedeflere aykırı olmayan İslam dışı çabaların gözden kaçırılmasına, bu alanda Müslüman olmayanlarla işbirliği imkanlarının heba edilmesine yol açmıştır. Bu sebeple mesela ülkemizde Milli Görüş partilerinin ve AKP’nin İslam dünyasında özellikle İhvan-ı Müslimîn çizgisindeki kesimlerle irtibat halinde olmaları, bırakın sol, sosyalist, Marksist ya da liberal kesimleri, Şii, Zeydi veya İbadi toplumlarındaki Müslüman kardeşleriyle bile temastan uzak durmaları son derece düşündürücüdür. - İslami hareketlerin kapsamlı bir İslami dünya görüşünü formüle edebildiklerini söylemek te zordur. Yukarıda işaret edilen, siyaset, ekonomi ve sosyal alanlardaki eksiklerle malul olan ve bu alanda orijinal İslami bir yaklaşım sergilemek yerine küreselleşmeye eklemlenen ve küreselleşme süreçlerinin peşinden sürüklenen İslami hareketlerin gerçekte ne kadar İslami olduğunu sorgulamak ta mümkündür. Hatta daha da ileri giderek diyebiliriz ki bu İslami hareketlerin zaafları bunlarla da sınırlı değildir. Tam aksine mesela küreselleşme, tüketim kültürü, emperyalizm, sömürü, silahlanma, nükleer tehdit, küresel ısınma, çevre kirliliği, tabii kaynakların sorumsuzca tüketimi ve israfı, modern kölelik, seks ticareti, çocuk işçi çalıştırma, şehirleşme, mimari, sanat, kültür, düşünce, uzlaşma kültürü gibi bütün insanlığı ve gezegeni ilgilendiren konulara ya hiç ilgi duymaması ya da son derece cılız bir ilgi göstermesi son derece gariptir. Bu çerçevede belki de hepsinden önemlisi İslam adına yola çıktığını iddia eden bu gibi İslami hareketlerin yirminci yüzyılda yaşanabilir ve sürdürülebilir bir İslam tasavvurunun ortaya koymak için şart olan “İslami Dini Düşüncenin Yeniden İnşası” hedefine tamamen bigane kalması, hatta bu hedefe aykırı bir çizgide yoluna devam etmesidir.
- Sonuç olarak denebilir ki, Roger Garaudy’nin tabiriyle gezegeni ve insanlığı yok oluşa götüren emperyalizm, kapitalizm/piyasa ekonomisi, tüketim kültürü eksenli Batı tipi büyüme modeline bir tepki ve alternatif olma iddiasıyla ortaya çıkmış olan İslami hareketlerin, son kırk-elli yıllık tecrübe sonunda geldikleri nokta, eleştirdikleri bu küresel sisteme eklemlenmek ve onların dümen suyunda gitmek olmuştur. İslami hareketlerin Batı karşıtı söylemleri ve kıldıkların namazlar, olsa olsa onların nihai tahlilde “Abdestli kapitalizm” denebilecek bir ucube yaratmakta başarılı olduklarını gösterir.
Yaşanan bunca başarısız tecrübeye rağmen, yine de İslami hareketlerin gezegeni ve insanlığı yok oluşa götüren büyüme modellerine alternatif bir dünya görüşü ve modeller geliştirme yönünde adımlar atma imkanı potansiyel olarak mevcuttur. Ancak bu defa sadece İslam adına ve Müslümanlar için değil, Müslümanların Müslüman olmayanlarla da küresel ölçekte bir işbirliği ve dayanışmasını öngören yeni bir perspektiften yola çıkmaları bir zorunluluktur. Bu perspektifi yine İslami kavramlardan olan “Hılfu’l-Fudûl(Erdemliler Birliği)” anlayışına dayandırmak pekala mümkündür. Daha açık konuşmak gerekirse insanın ihtiraslarını ve egoizmini temsil eden Batı egemenliği ve kontrolündeki bir küreselleşmeye karşı evrensel ahlaki ve insani – ve aynı zamanda İslami olan – değerler ekseninde bir başka küreselleşme idealine yönelmek, çağdaş İslami hareketlerin temel hedefi olmak zorundadır. Bu aynı zamanda evrensel hedefleri olan İslami öğretiye de tamamen uygun, hatta onu gereği olarak zorunlu olan bir yönelimdir. Buna göre İslami hareketler ahlak ekseninde küresel bir ayrışmaya dayanarak, insanlarla dinli-dinsiz, Müslüman gayr-ı Müslim oldukları için değil, ahlaklı olup olmadıklarına bakarak bir ayrıma gitmeli ve evrensel ahlaki hedeflere taraftar bütün kesimlerle, kimliğine bakmaksızın işbirliği ve dayanışma cihetine gitmelidirler. Bu bakımdan dünyayı Müslüman olan ve olmayan şeklinde değil, ahlaklı olan ve olmayan şeklinde ikiye ayırarak, politikalarını bu eksende geliştirmelidirler. Bunu gerçekleştirebilmek için elbette ahlaki açıdan problemli olan kesimlerle, Müslüman dahi olsalar yollarını ayırabilecek bir bilinç düzeyine ulaşmak gerektiği açıktır.