BEGIN TYPING YOUR SEARCH ABOVE AND PRESS RETURN TO SEARCH. PRESS ESC TO CANCEL

Umran Dergisi Röportaj: Sünnet’i Çağa Taşımak

Röportaj: Asım Öz Umran Nisan 2016

Eskimez Yeni,bugün hadisleri nasıl yorumlayabileceğimize dair birtakım örnekler sunmak amacını güt
mektedir. Yapılan yorumlarda pratik amaçlar da öncelikle göz önüne alınmış-
tır. Eserde hem genel okuyucunun rahatlıkla okuyabileceği bir dil ve üslup be
nimsenmiş hem de her bir bölümün çeşitli pratik amaçlarla kullanmaya elverişli bir hacimde tutulmasına özen gösterilmiştir. Seçilen hadis rivayetlerinin, İslâm dünyasının günümüz gerçekleriyle, özellikle de üzerinde durulması gereken acı gerçekleriyle ilgili olmasına dikkat edilmiştir.
Bu eserin amacı, şerh literatürü alanında geçmişte ve günümüzde yazılmış olan ve çoğu birbirinin tekrarı olan yüzlerce esere bir yenisini eklemek değildir. Yorumlar ise sadece masa başında akla gelenlerin kâğıda dökülmesinden ibaret değildir. Tam aksine, bu eserde yer alan rivayetlerin yorumlanması esnasında, büyük çoğunluğu çağdaş pek çok ilim ve fikir adamının eserlerinden süzülmüş bir hülasa da sizlere dolaylı olarak sunulmuştur. Bu çerçevede Hayri Kırbaşoğlu ile kitabını konuştuk.

“Eskimez Yeni” adını taşıyan ve Hz. Peygamber (s.)’in sünnetinin anlaşılmasına odaklanan çalışmanız nasıl oluştu?

Aslında bendenizin Sünnet-Hadis alanındaki çalışmaları, Sünnet’in tanımı, konumu, bağlayıcılığı, mahiyeti, kaynakları (malzeme), metot (sübudelalet), sistemleştirme ve eğitim gibi ana başlıklardan oluşan kapsamlı bir proje dahilinde, adım adım ilerleyen bir süreç içerisinde devam etmektedir. Şu ana kadar yayımladığımız üç cilt eser (İslâm Düşüncesinde Sünnet, İslâm Düşüncesinde Hadis Metodolojisi ve Alternatif Hadis Metodolojisi) ile projenin yarısına gelmiş sayılırız. Dördüncü kitabın konusunun “Sünnet ve Hadis’i Anlama ve Yorumlamada Metot/Yöntem” olması ve çoktan yayımlanmış olması gerekirdi. Ancak hayatta herşey planlandığı gibi gitmiyor.

Bir yandan bir baba olarak, her gün büyümekte olan çocuklarıma ve onların şahsında, geleceği kendilerine emanet edeceğimiz yeni nesillere – nasıl bir İslâmı miras bırakacağım meselesi kafamı daha doğrusu vicdanımı rahatsız ettiği için acilen bu konuda birşeyler yapmam gerekiyordu. Tam da bu esnada -dünyanın gözleri önünde cereyan eden, ama aynı şekilde bütün İslâm Dünyasının acz ve zilletini gözler önüne seren- Irak’ın ABD tarafından işgali, artık atalarımızdan miras aldığımız müslümanlık anlayışıyla bu ümmetin daha fazla yola devam edemeyeceğine dair zaten varolan kanaatimi tamamen pekiştirdi ve bu manada bir yazıyı İslâmiyat dergisinin bültenlerinden birinde kaleme almakla işe başladım. Ardından da ihtiyaç duyulan yeni bir müslümanlık tasavvurunun ana hatlarıyla da olsa yeni nesillere sunulmasının zaruretine olan inancım, beni Ahir Zaman İlmihali adlı eseri yazmaya adeta zorladı. Yedi-sekiz yılımı alan bu eser, ister istemez Sünnet-hadis ile ilgili projenin dördüncü kitabının gecikmesine de yol açtı. Ama okuyucularımızın bu konudaki beklen tilerinin ve sabrının da bir sınırı olduğunu düşünerek, başlangıç niteliğinde ve kapsamlı olmasa da, uygulamalı olarak bir örnek eser sunulması gereği kendisini adeta dayatıyordu. Bu sebepten dolayıdır ki toplumun çeşitli kesimlerinin gündelik pratik ihtiyaçlarını karşılamak üzere ve aynı zamanda “Sünnet-Hadis’i Anlama ve Yorumlama” konusunda günümüzde nasıl bir yol takip edilmesi gerektiğine dair bir fikir vermek üzere, mütevazi de olsa bir başlangıç yapmak artık bir görev halini almış görünüyordu. Hem bu amacı gerçekleştirmek amacıyla hem de İlahiyat fakültelerinde okuyan öğrencilerimizin mesleki uygulamalarında başvurmaları, İmam-hatiplerimizin de hutbelerinde, vaaz ve irşad faaliyetlerinde kullanmaları, gerektiğinde herkesin birtakım seminer, konuşma ve sohbetlerde yararlanmaları için bir el kitabı niteliğinde “Çağdaş Hadis Şerhleri” örnekleri sunmak üzere yola çıktık. Hem konuların seçimi, sıralanışı ve öncelikler açısından hem de rivayetlerin ele alınışı bakımından klasik hadis şerhlerinden farklı, tamamen bugünün insanına ve çağın ruhuna uygun düşecek bir şerhçilik örneği sunmak üzere elli iki hadislik bir el kitabı oluşturmak istedik. Geleneksel “Kırk Hadis” yerine “Elli İki Hadis” seçmemizin sebebi ise, hem kırk hadis anlayışının zannedildiği gibi dini bir anlam ve değeri olmadığını göstermek hem de işlevsel olması amacıyla -mesela her Cuma hutbesine, her haftalık vaaza ve ders faaliyetine, her haftalık sohbete cevap vermesi için- her haftaya bir hadis düşmesini sağlamak idi. Esere önce “Sünnet’ten Çağa Elli İki Mesaj”adı verilerek bir-iki baskısı yapıldı ise de, eserin isminin okuyucunun çok ta beğenisine mazhar olma-dığına kanaat getirerek, yeni bir baskısını Eskimez Yeni adı ile yeniden okuyucularımızın istifadesine sunmuş bulunuyoruz.

“İslâm Düşüncesinde Sünnet” adıyla yayımlanan kitabınızla “Eskimez Yeni” kitabınız arasında ne gibi benzerlikler ya da farklılıklar var?

İki kitap arasında benzerlik sadece “zihniyet” ve “bakış açısı” bakımından söz konusu.
İslâm Düşüncesinde Sünnet gibi Eskimez Yenide Hz. Peygamber (s.)’in insanlığa sunduğu öğretiyi, bu öğretinin dayandığı temel ilkeleri ve değerleri XXI. yy’da yeniden “yorumlayarak” bugüne aktarmak, yani kısaca “Sünnet’i Çağa Taşımak” amacıyla kaleme alınmıştır. Ancak ilk zikredilen kitap Sünnet kavramını nasıl anlamamız gerektiği, Sünnet’i nasıl tanımlamamızın uygun olacağı, Sünnet’in dindeki yeri konusunda tavrımızın ne olması gerektiği, Sünnet’in mahiyetiyle ilgili olarak, onun vahiy ürünü mü yoksa Hz. Peygamber’in vahyin rehberliğinde kendi içtihadıyla ortaya koyduğu hususlardan mı ibaret olduğu, Hz. Peygamber’in bir beşer mi yoksa beşer üstü bir varlık mı olduğu konularına cevaplar ve çözümler sunmaya çalışırken; ikinci zikredilen kitap Eskimez Yeni, Hz. Peygamber’e ait olma ihtimali yüksek olan bazı hadis rivayetlerinin günümüzde nasıl yorumlanması gerektiğine dair bir fikir vermek, bir başka ifadeyle çağdaş bir hadis şerhçiliğinin nasıl olabileceğini ya da olması gerektiğini uygulamalı olarak göstermek amacıyla kaleme alınmıştır.
Tabiatıyla bu kitabın yazılmasında pratik ihtiyaçların da belirleyici olduğunu tekrar vurgulamak isteriz. Gerek İlahiyat fakültelerinde okuyan öğrencilerimizin mesleki uygulamalarında yararlanabilecekleri birtakım hadis yorumu örneklerine olan ihtiyaçları, gerekse imam-hatiplerimizin hutbelerde kullanabilecekleri, hutbe olarak ta
okunabilecek metinlere -hadis şerhlerine-olan ihtiyaç, gerekse müslümanların çeşitli sohbet ortamlarında ve bilgilenme-bilinçlenme faaliyetlerinde başvurabilecekleri kısa öz hadis yorumlarına olan talep ve bu konuda yıllardır çeşitli vesilelerle bizlere iletilen ısrarlı başvurular da bu kitabın yazılmasında büyük ölçüde etkili olmuştur.

Sünnet konusunda ilk başvurulması gereken kaynağın Kur’ân olduğunu bu konuda yapılan yeni çalışmalarla daha iyi kavradık. Halbuki klasik anlayışta Sünnet denilince hadis kitapları akla geliyor. Niçin?

En temel sebep, En temel sebep, bizim Sünnet-hadis kültürümüzün araştırmaya, bilimsel bilgiye, kitaba değil de genellikle kulaktan duyma bilgilere ya da ehil olmayan kimselerce yazılıp, ilmi değeri düşük olan eserlere, hatta takvim yapraklarındaki, gazete ve dergilerdeki bilgilere, son zamanlarda ise sözlü kültürün başka bir şekli olan “temaşa kültürü”ne, yani TV programlarındaki magazinleşmiş dini programlara dayanmasıdır. Bu kanallardan elde edilen malumatın büyük bir kısmının asılsız, temelsiz, yanlış ve çarpıtılmış bir bilgi yığını olduğu, bunun da korkunç bir bilgi kirlenmesine yol açtığı düşünülecek olursa, sorunun cevabı kolaylaşacaktır. Çünkü bütün bu bilgi kirliliğinin yaşandığı bir ortamda, insanların doğrudan İslâm’ın her konuda ilk ve temel başvuru kitabı olan Kur’ân’ı okuyarak, Hz. Peygamber ve onun yolu, öğretisi ve bizlere sunduğu model, yani Sünnet konusunda sağlıklı bilgiler edinmesi çok zordur.
Elbette bu konuda ulemamızın da hiç kusuru yok değildir. Zira Sünnet’e dair bilgi veren çeşitli eserler arasında, Sünnet’in ilk ve temel kaynaklarının ne hadis kitapları, ne siyer ve mağazi kitapları değil de bizzat Kur’ân-ı Kerim olduğunu vurgulayanı neredeyse yok denecek kadar azdır! Halbuki bize Sünnet hakkında bilgi veren ilk ve en önemli kaynağın Kur’ân olduğunu hatırlatan bir geleneğimiz de vardır ama, nedense bu geleneği kimse hatırlamamakta, hatırlayanlar da adeta bilmezlikten gelmektedir. Hz. Aişe (r.a.) tarafından Hz. Peygamber hakkında söylenen “Siz Kur’ân’ı okumuyor musunuz? O’nun ahlakı Kur’ân idi” sözünde ifadesini bulan ve daha sonra sahabe ve tabiin’in “fukaha”sı tarafından sürdürülen ve onların ardından da Re’y Ehli de denilen (Hanefiler, Mu’tezile, Zeydiyye ve bir ölçüde Malikiler ve İbadiler, keza Usûl-i Fıkıh ve Kelam uleması tarafından temsil edilen) geleneğin benimsediği yaklaşım aşağı yukarı Kur’ân’ı merkeze alan bir ortak paydada buluşmuş ise de, zaman içerisinde bu damar gerile(til)miş, onun yerine hadis rivayetlerini ve hadis kitaplarını adeta İslâm’ın ilk ve en temel kaynağı haline getiren “Ehl-i hadis” yaklaşımı egemen olmuştur. Benzer bir süreç Şia içinde de yaşanmış ve Sünnilikteki Ehl-i Re’y’e tekabül eden “Usûlî” geleneğin zayıfla(tıl)masıyla, Sünnilikteki Ehl-i hadis’e tekabül eden “Ahbârî” geleneği egemen olmuştur. Gerek Ehl-i Hadis’in gerekse Ahbârîler’in, Kur’ân ve eleştirel akıl merkezli bir yaklaşım yerine, rivayet merkezli bir yaklaşımı benimseyip savunmalarının tabii sonucu olarak ta Sünnet dendiğinde otomatik olarak hadis kitaplarının gündeme gelmesine şaşmamak gerekir. Bu vesileyle ülkemizde İHL, İlahiyat, Diyanet, cemaat ve tarikat çevrelerinde egemen olan geleneğin işte bu “Ehl-i Hadis geleneği” olduğunu da dikkatlere sunmak istiyoruz.

Hadis alanının, “Müslümanların yumuşak karnı” olduğunu sık sık söylüyorsunuz. Niçin
böyledir hadislerin Müslümanlar tarafından algılanışı?

Bu ifade müslümanlardan ziyade, onların dışındaki çevreler açısından geçerli bir tespittir. Zira
gerek tarihte gerekse günümüzde, İslâm dışı veya İslâm’a muhalif ya da düşman olan çevrelerin en sık tartışma konusu yaptıkları malzeme, genellikle Kur’ân’dan ziyade hadis rivayetleri olmuştur. Bunda da kuşkusuz rivayet malzemesi içerisinde Hz. Peygamber’e (a.s.) ait olması mümkün olmayan, uydurma, asılsız, çürük, hurafe, mitoloji kabilinden olanların azımsanmayacak miktarda olması ve hemen her hadis kaynağında bu gibi rivayetlerle karşılaşmanın mümkün olmasıdır.

Mamafih Re’y Ehli çizgisindeki İslâm ulemasının ve Çağdaş İslâm düşünürlerinin de özeleştiri adına İslâm geleneğini tenkitçi bir bakış açısıyla incelerken, rivayet malzemesi ile daha fazla uğraşmak durumunda kalmaları ve bu sebeple hadis kaynaklarına daha ihtiyatlı yaklaşmak istemeleri, hatta bu sebeple mesela çağdaş tefsirlerde rivayet malzemesini asgari seviyede kullanmayı tercih etmeleri yukarıdaki tespitin haklılığını gösteren birtakım göstergelerdir.
Elbette hadis rivayetlerinin bizim yumuşak karnımız olmasında, bizatihi biz Müslümanların, özellikle de ulemamızın zihni ve bedeni tembelliğinin de rolü söz konusudur. Zira hadis rivayetlerinin gerek isnat gerek metin açısından sürekli incelenerek bir ayıklamaya tabi tutulması süreci zaman içerisinde duraklama dönemine girmiş, hatta durma noktasına varmış ya da sadece isnad tenkidiyle yetinildiği için yeterince tatminkâr sonuçlara ulaşılamamıştır. Öte yandan giderek daha saf bir rivayet malzemesini ortaya koyabilmek için kesintisiz sürdürülmesi gereken hadis tenkitçiliğinde esas alınacak sağlıklı bir metot geliştirilememesi ve eğitime yansıtılamaması da bu “yumuşak karın”ın sürekli gündemi işgal etmesiyle sonuçlanmıştır.

Peki sünneti yeniden anlamaya odaklı çalışmalara yoğunlaşmış olmanızdan dolayı eleştiriler alıyor musunuz? Bu eleştirilerin nedeni sizce nedir?

Çok sık olmasa da bazı tenkitler elbette söz konusu oluyor, aslında bilimsel olmak kaydıyla bu tip tenkitlerin olması gerekir. Bu tenkitlerin temel sebebi, tabii ki “yargısız infaz” ya da “söyletmen vurun” şeklindeki yeniçeri mantığı! Bu mantığı besleyen ise kulaktan duyma bilgiler, dedikodular, iftiralar, asılsız ithamlar. Zira hem bizzat bendeniz hem de bazı arkadaşlarım ve dostlarım şu ifadeleri sık sık duyagelmişizdir: “Biz Hayri hocanın kitaplarını okumadık ama, onun için “Sünnet düşmanı”, ”hadis inkarcısı”, “sapık” vs. diyorlar!” Burada problemin tamamen ahlaki olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı?

İşin ahlaki yanı bir yana, asıl mesele bana göre “zihniyet ve metot” ile ilgilidir. Zira dini düşünce alanında tenkit zihniyetinin adını dahi duymamış, eleştirellikten nasibini almamış olan, “malumu i’lam” ve “hasılı tahsil” ile yetinen konformist zihinlerin, sahip olduğu bilgilerin mahza hakikatin ta kendisi olduğunu sanan kafaların, geçmişi yüceltip kutsamakla bütün meseleleri örtbas edebileceğini zanneden safdillerin, adeta ortada sadece ismi kalmış olan “Sünnet”in, XXI. yy’da yeniden ihyası, inşası ve hayata aktarılması için ortaya konan çalışmalara, Kur’ân merkezli ve eleştirel akla dayalı Çağdaş bir Sünnet anlayışı geliştirme yönündeki yenilikçi çabalara sıcak bakmaması, hatta karşı çıkması son derece tabiidir.

Yenilikçi İslâm düşüncesinin İslâm dünyasında etkin ve yaygın hale getirilmesi gerektiğini ifade ediyorsunuz. Yenilikçi İslâm düşüncesinin baskın nitelikleri nelerdir?

En önemli özelliği, adından da anlaşılacağı gibi “bugünü, bu çağı” esas alması, bu çağda yaşanabilir ve sürdürülebilir bir İslâmi yorumu amaçlamasıdır. Bunun anlamı ise İslâm’ı ve müslümanları tarihin pasif bir nesnesi olmaktan çıkararak, onun tarihe müdahil olmasını sağlamaya çalışmasıdır. Tabiatıyla bu, geleneksel İslâm’ın bugünün ihtiyaçlarına ne ölçüde cevap verdiği, ne kadarının günümüzde de sürdürülmesi gerektiği, hangi yönlerinin bugün için işlevini yitirdiği, doğrularının, yanlışlarının, eksiklerinin neler olduğu şeklinde bir sorgulamayı da beraberinde getir mektedir. Bu sorgulama tabiatı icabı eleştirel aklı da gerekli kılmaktadır. Öte yandan tarih boyunca İslâm’ın üzerini örtmüş olan tortuları temizlemeyi, İslâm’a sonradan eklemlenmiş ve ona taban tabana zıt unsurları ayıklamayı da öncelikler arasında görmektedir. Bunun gerçekleşebilmesinin ise, zorunlu olarak kurucu metin olan Kur’ân ile kurucu tecrübe olan- Sünnet’i merkeze almayı gerekli kıldığı da ortadadır. Öte yandan İslâm’ı yaşanabilir ve sürdürülebilir bir medeniyet projesi olarak takdim edebilmenin yolunun da zorunlu olarak “içtihad” ve “tecdid” kavramlarına dayalı bir yenilikçilikten geçtiği aşikardır.

Geleneği eleştiren yenilikçi İslâm düşüncesinin Batı’ya yaklaşımı nasıldır?

Aslında Yenilikçi İslâm Düşüncesi, gelenekçi lerin göstermek istediği gibi Batı eğilimli olmayıp,
tam tersine “ Batı karşıtı, anti-emperyalist, hatta anti-kapitalist” vurgusu olan bir yaklaşımdır. El-bette “batı yanlısı olmak” hem gelenekselci kesimlerde hem de modernist kesimlerde görülebilecek bir olgu ise de, bunlar Yenilikçi İslâm’ın Batı yanlısı olduğunu iddia etmeyi mümkün kılacak düzeyde değildir. Bu konuda sadece Münir Şefik’in Çağdaş İslâm Düşüncesi üzerine kaleme aldığı eserine bakmak bile yeterince ikna edicidir.

Peki gelenekçi eleştiriden hareketle bu düşünürlerin “modernist” denilerek itibarsızlaştırılmasını nasıl yorumluyorsunuz?

Sizin ifadelerinizden de anlaşıldığı gibi, hem tümünü bu şekilde nitelemek sağlıklı olmayan bir
genellemedir hem de hemen fark edileceği gibi, bunun arkasında yatan amaç “itibarsızlaştırma”dır, dolayısıyla ikisi de doğru değildir. Aslına bakılırsa modernizmi esas alarak İslâm’ı yorumlama konusunda ısrar edenler, Batılılaşmış azınlık bir gruptur. Gelenek(sel)cilerin modernist yaftasıyla yafta lamaya çalıştıkları entelektüellerin temel ve ortak özelliklerinin “Geleneğe eleştirel yaklaşım” ve “Yenilikçilik” olduğu göz önüne alındığında, bu kesimin “İçtihad ve Tecdid” kavramlarını merkeze alan ve tarihteki Ehl-i Re’y çizgisinin günümüzdeki uzantısı olan bir damar olarak nitelendirilmesi daha sağlıklı, gerçekçi ve dürüst bir yaklaşım olarak görülebilir. Kaldı ki çağdaş dönemdeki gelenekçiler ile modernist olarak yaftalanmak istenen “Yenilikçiler” in yazdıklarına bakıldığında, zannedilenin aksine ilk grubun referanslarının daha ziyade Batılı düşünürler, akımlar ve kavramlar olduğu, ikinci grubun referanslarının ise ağırlıklı olarak gelenek olduğu görülür. Ancak gelenekselcilerin hoşuna gitmeyen ise, kendi dar ve sığ gelenek anlayışlarının ötesine geçilerek, bütün İslâm geleneğinin bir bütün olarak referans gösterilmesi, bu meyanda Kur’ân ve eleştirel akıl merkezli bir din anlayışını savunanların yaklaşımlarının gündeme gelmesinden rahatsız olmalarıdır. Bu sebepledir ki Re’y Ehli yelpazesi içerisinde yer alabilecek olan Hanefiler, Malikiler, Mu’tezile, Zeydiyye, İbadiyye, Usûlî Şiiler, Usûl-i Fıkıhçılar ve Kelamcılar’dan oluşan cephe ile bu damarın devamı olan şii-sünni, zeydi, ibadi veya bağımsız çağdaş İslâm düşünürlerinin gündeme gelmesinden tedirgin olmaları, bunların hadis rivayetlerine teslimiyetçi bir gözle değil de, bilhassa Kur’ân ve eleştirel akıl merkezli olarak, tenkitçi bir gözle bakmalarından paniğe kapılmaları anlaşılır bir şeydir. Zira geleneği hiçbir tenkide tabi tutmadan papağan gibi tekrarlamak kolaycı ve tembelce bir yaklaşım iken, meselelere bilimselliğin ve bilimsel araştırmanın olmazsa olmazı olan “ sorgulamacı ve eleştirel yaklaşım” çerçevesinde bakmak, bitmez tükenmez bir çabayı, didinmeyi, yorulmayı ve ter dökmeyi gerektireceği için gelenekselci kesim her tür yenilikçi talebi “modernistlik” olarak damgalayarak, etkisizleştirmeye, itibarsızlaştırmaya, dolayısıyla kendi konumunu
meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Burada asıl meselenin, mevcut statükonun değişmesinden, otoritelerinin sarsılmasından, daha doğrusu ortada bir otoritenin bulunmadığının açığa çıkmasından ve bu suretle ortadaki rant ve reytingin ellerinden gidivermesinden korkanların derin endişe ve kaygılarıyla ilgili olduğunu da bilhassa vurgulamakta yarar görüyoruz.

Kitabınızda seçtiğiniz hadislerin ve bunlara dair yorumların özellikleri nedir?

Önceliklerimizi belirlemeyi, eksikliklerimizi gidermeyi ve yanlışlarımızı düzeltmeyi hedefleyen bir bakış açısıyla seçilen rivayetlerin, mevcut şartlarda bizlere nasıl rehberlik edebileceği sorusundan hareketle girişilen mütevazi bir “çağdaş şerhçilik denemesi”nin, benzeri eserlerden farklı olacağı açıktır. Bu sebepledir ki eserde, öncelikle İslâm, Tevhid, Din, Rab, Kur’ân, Peygamber gibi temel kavramlarla ilgili rivayetlere yer verilmiş, daha sonra İslâm Ümmeti’nin acil ve hayati önem arz eden meseleleriyle ilgili olarak, siyaset, yönetim, ekonomi, toplumsal konular, kadın, eğitim, bilim, sanat ve kültür alanlarını ilgilendiren rivayetler seçilmiş, bireysel dindarlık alanına giren, namaz, oruç, hac, kurban gibi konular ise en sona bırakılmıştır. Bu sebepledir ki eserin tertibi klasik hadis kaynaklarından farklılaşmış, yapılan yorumlar da aynı şekilde çağın müslümanlarının “bilgi-bilinç-eylem” merkezli bir müslümanlık tasavvuruna ulaşmasına hizmet edecek şekilde geliştirilmiştir.
Eserin genel okuyucuya yönelik ve bu çağa ve meselelerine hitap eden bir eser olması arzulandığından, klasik hadis şerhlerindeki gibi, uzmanlarına yönelik teknik bilgilerle (hadisin çeşitli kaynaklardaki farklı rivayetleri, sahabi ravileri hakkında bilgiler, isnatlarda yer alan diğer ravilerin cerh ve ta’dil açısından durumu, rivayet metinlerinde geçen bazı kelime ve kavramlara dair gramer ve lugat açıklamaları vb. konulardaki malumat yığınına) boğarak rivayetlerin mesajlarının gölgelenmesine fırsat verilmemiş; bireysel, toplumsal ve küresel ölçekteki meseleler karşısında müslümanın nasıl bir tavır takınması gerektiği konusunda bir perspektif sunulmaya çalışılmıştır. Dolayısıyla eserin, pratik amaçları ön planda tutan bir şerhçilik denemesi olduğunu söylemek yanlış bir niteleme olmayacaktır.

Müslümanların geri kalmışlığı meselesini yorumladığınız bölümde meseleyi sadece içsel bazı göstergeler üzerinden çözümlemeye çalışmanız kitabın genel söylemi ile çelişiyor gibi. Ne dersiniz?

Bu tenkit tamamen haksız sayılmaz. Zira bu meselede dahili unsurlar kadar harici unsurların da rol oynadığı bilinen bir husustur. Ne var ki müslümanlar sık sık kolaycılığa kaçarak, suçu tamamen dış güçlerin oyunlarına, emperyalizme ve küresel sömürü düzenine yıkma yoluna gidebilmektedirler. Bu ise bizatihi İslâm Dünyasının kendisinden kaynaklanan ihmal, kusur ve basiretsizliklerin göz ardı edilmesine yol açmaktadır. Kanaatimce bizzat İslâm Dünyasının bir öz eleştiri yapması ve kendi kendisine çeki düzen vermesi için özellikle dahili sebepler üzerinden bir değerlendirme yapılması çok ta yanlış olmasa gerektir. Mamafih bir eksiklik olduğu intibaının doğmasına sebebiyet vermemek için dış unsurlara da vurgu yapılması yönüne gitmek te pekala mümkündür. Bu sebeple ileriki baskılarda bu noktayı göz önüne alabileceğimizi de ifade etmek isteriz.

Kültürün neredeyse tüketim kültürü ve popüler kültürle eş anlamlı hale geldiği, adeta kültürün dinselleştirildiği zamanımızda Müslümanların yabancı olsun, yerli olsun kültürle ilişkileri konusunda ne söylersiniz?
Maalesef ülkemizdeki İslâmî kesimin gündeminde ve lugatında en az yer alan kavramların başında “kültür” gelmektedir. Nitekim gerek genel olarak dünyadaki İslâmi hareketlerin, gerek ülkemizdeki İslâmi çevrelerin, grupların, cemaatlerin, tarikatların ve siyasi oluşumların gündemlerinde, programlarında ya da faaliyet alanları içerisinde “kültür ve sanat” ile ilgili konuların ve faaliyetlerin yok denecek kadar cılız oluşu bu tespitin açık bir göstergesidir.

Durum bu olunca, maalesef yerli ya da yabancı kültürler karşısında Müslüman olarak nasıl bir tavır takınılması gerektiği konusunda bir ilgisizliğin, belirsizliğin ve vurdumduymazlığın İslâmi kesimlerde yaygın bir şekilde görülmesine şaşmamak gerekir. Hele son zamanlardaki gelişmelerin tesiriyle, İslâmi kesimin de siyaset, ekonomi, uluslar arası ilişkiler gibi alanlarda “küreselleşmeye eklemlenme” sevdasına kapılmasının sonucu olarak “diyalog ve hoşgörü” ya da “medeniyetler ittifakı” gibi proje ve girişimler içerisinde yer almak suretiyle, daha önce İslâm dışı kültürler karşısında sergiledikleri -cılız da olsa- mesafeli duruşu terk etme konusunda oldukça hevesli oldukları gözlemlenmektedir. İçeride ise, sadece İslâmi kültür açısından değil seküler kültür açısından da ülkemizde yaşanan kültürel yozlaşma İslâmi kesimi rahatsız bile etmemektedir. Aslına bakılırsa İslâmi kesim sinema, tiyatro, edebiyat, plastik sanatlar, mimari vb. alanlara yoğun bir ilgi duyduğu zaten pek görülmüş değildir. Kültür ve sanat konusunda en bilinçli olan İslâmi kesimlerin bile ilgi alanları, hat, tezhip, ebru ile dini musikinin dışına nadiren çıkabilmektedir. Diğer alanlarda İslâmi kesimin ciddi Re’y Ehli çizgisindeki İslâm ulemasının ve Çağdaş İslâm düşünürlerinin de özeleştiri adına İslâm geleneğini tenkitçi bir bakış açısıyla incelerken, rivayet malzemesi ile daha fazla uğraşmak durumunda kalmaları ve bu sebeple hadis kaynaklarına daha ihtiyatlı yaklaşmak istemeleri, hatta bu sebeple mesela çağdaş tefsirlerde rivayet malzemesini asgari seviyede kullanmayı tercih etmeleri yukarıdaki tespitin haklılığını gösteren birtakım göstergelerdir.bir varlık gösterebildiği, en azından bizce malum değildir. Bu vesileyle ifade edelim ki, İslâmi kesimin yoğun bir biçimde kültür ve sanat alanlarına ilgi duyduğunu duyarsanız, biliniz ki bu kesimde ciddi bir değişim söz konusu demektir. Aksi takdirde bu kesimin müslümanlık tasavvuru “sığ” bir tasavvur olmaktan öteye geçemeyecektir.
Müslümanların ekonomi, mülkiyet, sosyal adalet ve paylaşım konularında usuli konularda sergiledikleri fikri gayreti sergileyemedikleri konusunda hem Müslüman düşünürlerden hem de farklı kesimlerden değişik eleştiriler getiriliyor. Bu eleştirilere bakışınız nedir? Eğer bir sıkıntı varsa bu sıkıntılar nasıl aşılabilir?
Bu tenkit bence de yerinde ve önemli bir tespite işaret etmektedir. Sık sık tekrarlamak durumunda kaldığımız üzere, ülkemizdeki müslümanların İslâm tasavvurları genelde “sığ”, ”yüzeysel” , ”kuru” ve “daraltılmış” bir tasavvurdur. Hatta İslâm’a aykırı ve taban tabana zıt pek çok unsuru da bünyesinde barındıran patolojik bir dindarlıktan bile rahatlıkla söz edebiliriz. Büyük ölçüde sözlü kültürden ve “ilmihal” türü eserlerden beslenen bu tasavvurların, özünde “İslâm’ın şartı beştir” gibi tamamen hatalı ve sağlıksız bir din anlayışına dayandığını söylemek te gerekir. Tabiatıyla özden ziyade şekle, ruhtan ziyade formaliteye ağırlık veren, vurgu yapan bu geleneğin toplumsal ve küresel/global meselelere yönelmesi, hele hele bu konularda dünyaya söyleyecek bir söz ortaya koyması adeta imkansız gibidir.

Bu durumun aşılması için öncelikle Muhammed İkbal’in bir eserinin de adı olan“İslâm’da dini düşüncenin yeniden inşası” nın zorunluluğuna inanmak ve bu inançtan yola çıkarak XXI. yy’da yaşanabilir ve sürdürülebilir, çağdaş bir İslâmî yorumu ortaya koymak için kolları sıvamak gerekir. Aslında Cemaleddin Afgani’den bu yana bu hedefe ulaşmak için çaba sarf eden çağdaş İslâm düşünürlerinin entelektüel çabaları bizlere yol gösterecek nitelikte olduğu halde, ulemanın bu gelişmelere ilgisiz kalması, hatta sırt çevirmesi yüzünden bu çabalar kitlelere mal olamamıştır. Bu engeli aşmak için belki de girişilen ilk denemelerden sayılabilecek Ahir Zaman İlmihali’ne olan ilgi ve teveccüh, bireysel dindarlığın sınırlarını aşarak, ulusal, bölgesel ve küresel meselelere yönelen yeni nesil bir müslümanlık tasavvurunun yeşermesi için toprağa serpilmiş tohumlar olarak ta değerlendirilebilir.

Müslümanların tarihlerinin belli bir döneminde ihsan ve takva kavramlarının sadece tasavvufa özgüleştirilmesinin sosyal ve siyasi bağlamı nedir?

Şahsi kananatim odur ki, bu konuda yapılan en temel hata, “takva”, ”ihsan” vb. birtakımtemel Kur’ânî kavramların zaman içeri-sinde tasavvuf disiplininin tekeline terk edilmesi ve bunların her Müslüman’ın hayatında son derece önemli rol oynaması gereken Kur’ânî kavramlar olduğunun unutulmasıdır. Mamafih bu konuda Kur’ân’ın
öğretisini sistematik olarak sunan eserlerin yazılmamış olmasına da işaret etmek gerekir. Sadece klasik dönemde değil, çağdaş dönemde bile hâlâ bu konuda tatminkâr sayılabilecek eserlere rastlanmayışı bu konudaki ihmalin açık bir ispatıdır. Keza genel olarak kitlelere İslâm’ı öğretmek için yazılan eserlerde de bu gibi kavramların Kur’ânî kavramlar olarak ve derin analizler eşliğinde sunulamamış olması bu olumsuzlukta hatırı sayılır bir paya sahiptir.

Formaliteye Hapsolmak Kutlu doğum haftası etkinliklerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bilindiği gibi birçok İslâm ülkesinde kutlanmakta olan “kandiller” in İslâm’da dini bir değeri olmadığı, daha doğrusu İslâm’ın kurucu metni Kur’ân’da ve kurucu tecrübesi olan Sünnet’te bunlara yer olmadığı klasik çağdaş pekçok İslâm uleması tarafından açıkça ifade edilmiştir (Mesela Ebû Şâme el-Makdisî’nin el-Bâ’is ‘alâ İnkâri’l – Bida’i ve’l-Havadis adlı eseri bu meselede klasik dönemden verilebilecek örneklerin en güzellerinden sayılır). Bu tespitten hareketle, bu kandillerin ve bunlardan birisi olan Mevlid kandili’nin geleneksel kutlama şekillerinin, birer kültür programı haline getirilmesi daha isabetli görünmektedir. Mesela Kadir gecesinin -Malezya ve Endonezya’da olduğu gibi- Kur’ân gecesi(Leyletu’l-Kur’ân)” şeklinde, Mevlid kandili’nin ise “Kutlu Doğum Haftası” ve
benzeri şekilerde kutlanması, bu kutlamalar çerçevesinde Kur’ân ve Hz. Peygamber ile Sünnet’i konusunda toplumun bilgi ve bilinç düzeyinin yükseltilmesi için faaliyet gösterilmesi yanlış bir yaklaşım değildir. Ancak ilke olarak isabetli olan bu tür uygulamalar, daha başta resmi ideolojinin dar sınırlarına hapsedildiği, daha sonra da rutin birer formaliteye dönüştüğü için, Diyanet kontrolündeki kutlamalar giderek anlam ve değerini yitirir hale gelmiştir.
Bu durumun üstesinden gelmek için, resmi değil sivil kesimlerin, özellikle de cemiyet, vakıf ve sendikaların alternatif programlar düzenleyerek, toplumdaki Kur’ân ve Sünnet bilgi/bilincini derinleşirmek için alana inmeleri gayet isabetli ve hayırlı bir adım olacaktır.

Bu etkinliklerde Peygamberimiz’in yanlış anlaşılmışlığını ve anlatılmışlığı azaltmak ve ortadan kaldırmak için neler yapılabilir?

Gerek Kur’ân gerekse Sünnet, parçalanmaz birer bütün, yekpare bir modeldir. Kutlu Doğum
Haftalarında ise bu bütünlüğe riayet edilmeksizin, özellikle de Kur’ân ve Sünnet’in değişmez
ve genel nitelikteki amaçları, hedefleri ve ilkeleri göz ardı edilerek, daha ziyade “iyi vatandaş” yetiştirme amacına hizmet edecek şekilde faaliyetler düzenlenegelmektedir. Bu olumsuzluğu aşmak için yapılması gereken, Hz. Peygamber’in öğretisinin/Sünnet’in, Kur’ân merkezli olarak ve öncelikler göz önünde bulundurularak, bireysel boyutu yanında bilhassa toplumsal ve küresel boyutlarını vurgulamak suretiyle topluma sunulması için çalışmaktır. Bu faaliyet esnasında bilimsellikten asla vazgeçmemek, çağdaş bilimsel araştırmaları gözardı etmemek, sunumun estetik boyutunu ihmal etmemek, kısacası kuru ve yavan retoriklerle kitleleri uyutmamak, tam aksine “bilgi-bilinç-eylem” unsurlarını bir arada hayata geçirecek bir “eğitim” faaliyetini hedeflemek gerekir.

Türkiye’deki Hadis ve Sünnet Konulu Çalışmalar Uzun zamandır hadis ilmi ile meşgul oldunuz. Sizin bu konuyla uğraştığınız yıllardan bu güne Türkiye özelinde başta hadis olmak üzere sünnet üzerine sürdürülen çalışmalar hakkındaki değerlendirmeleriniz nasıldır?

Hadis/Sünnet alanında ülkemizdeki akademik çalışmaların rahmetli Muhammed Tayyip Okiç
ve talebeleri tarafından sergilenen çabalarla ivme kazandığı bir gerçektir. Bu alanda öncülük rolünün de Mehmed Said Hatiboğlu hocamıza nasip olduğu bilinen bir şeydir. Hatiboğlu hocamızı takip eden nesilden sonra dördüncü nesil olarak şu anda bu çizgiyi sürdürme yükü bizlerin omuzlarına yüklenmiş görünmektedir. Bizden sonraki nesiller için fazla ümitvar olduğumu söylemek için kendimi iyimserlik konusunda zorlamam gerekir. Zira gelecekte kendilerinden önemli hizmetler beklediğimiz bazı talebelerimizi maalesef makam mevki tutkusundan ve bu tutkudan dolayı bürokrasi mabedinde kurban olmaktan kurtarmayı başaramadık! Nitekim fakültemizin Hadis Ana Bilim Dalı’ndaki toplam yedi profesörün beşinin Diyanet İşleri Başkanlığı bürokrasisinde heder edilmiş olması ilim adına ciddi bir kayıptır. Benim dışımdaki diğer arkadaşımız ise, bu Diyanet bürokrasisindekilerden politik görüş itibariyle farklı olduğu için olsa gerek dışta kalmış görünmektedir.

Bu manzaranın bir tek anlamı vardır : “Yalnızlık!”. Mamafih kendileriyle beraber çalışmak ve
kendilerine akademik kariyerlerinde danışmanlık yapmak nimetiyle Allah’ın beni onurlandırdığı 8-10 akademisyen arkadaşım, kardeşim ve meslektaşım şu anda çeşitli İlahiyat fakültelerimizde faaliyet göstermektedir ki, bu ilim aşığı meslektaşlarımın gelecekte hadis/sünnet alanında önemli hizmetler ve katkılar sunacağına olan inancım ve güvenim tamdır. Ayrıca kendileriyle danışmanlık ilişkim olmadığı halde, bu gruba dahil edebileceğim az sayıdaki bazı akademisyenlerin varlığına da burada işaret etmek isterim. Bir yandan böyle bir
grubun-ekibin varlığı gelecek konusunda bizleri ümitvar olmaya sevketse de, öte yandan bu arkadaşlarımızın da bahsi geçenler gibi, ilim alanının dışında bir başka alanda heba olup gitmemeleri için Allah’a dua etmekten kendimi alamadığımı da itiraf etmeliyim. Bu noktada şu hususu bilhassa dikkatlere sunmak isterim: Hadis/Sünnet alanında kazandığım otuz yıllık tecrübenin sonucunda ulaştığım sonuç, proje esaslı olarak çalışmanın akademik verimlilik için zorunlu olduğu hususudur. Hatta, projesi olmayan akademisyenleri gerçek anlamda akademisyen saymama eğiliminin bende giderek güçlendiğini itiraf etmek isterim. Bununla da kalmayıp, bir adım ileriye giderek, Hadis/Sünnet alanının problemlerinin çözümüne yönelik bir makro proje altında pekçok mikro projelerin yer alması, her bir ilahiyat fakültesinin bu projeler ışığında ekolleşmeye doğru gitmesi, her akademisyenin de kendisine bu projelerde yer bulması gerektiği düşüncesi bende günden güne daha güçlenen bir kanaat halini almaktadır. Bu sebeple önümüzdeki dönemde şayet “bir projesi olmayanı gerçek bir akademisyen saymama” anlayışı ülkemizde yerleşir ve güçlenirse, bu takdirde hadis/sünnet alanında ümitvar olmak için bazı sebepler de var olmaya başlıyor demektir.

“Ölü Gözler”le Bakılan Bir Sünnet Fredric Jameson, son makalelerinden birinde, insanlığın “kapitalizmin sonu”nu tasavvur edemediğini, oysa “insanlığın sonu”nu pekâlâ tahayyül edebildiğini yazıyordu. İnsanlığın önünü kapatan bu “büyük ufuksuzluğu” aşmanın yollarını bulma noktasında Sünnet bize neler sunabilir?

O kadar çok şey sunabilir ki, bunları anlatmak için ciltlerce eser yazmak gerekir. Ancak bunları görebilmek ve duyabilmek için “gören göz, işiten kulak ve hisseden kalp” şarttır. Roger Garaudy eserlerinde sık sık Kur’ân’ı “ölü gözlerle okumak”tan bahseder. Aynı şey kesinlikle Sünnet için de geçerlidir. Zira “ölü gözler”le bakılan bir Sünnet’in insan(lığ)a büyük ufuksuzlıktan kurtuluş yollarını göstermesi mümkün değildir. Bu sebeple öncelikle gözlerimize inmiş olan perdeleri kaldırmak gerektiğini idrak etmeliyiz. Bunun için de, çağın şahidi olmak, çağa tanıklık etmek, çağın krizlerini analiz etmek, hastalıklarını yakından teşhis etmek, olguları tanımak, sonuçlarla değil sebeplerle uğraşmak, retorikten vazgeçip model üretimine geçmek, üretilen modellerin uygulanabilirliğini göstermek, bütün bunları bu “büyük ufuksuzluk”u aşmak için ibadet aşkıyla yapmak gerekir. Artık Sünnet’in “tarih” olmaktan kurtarılarak “hayatın elle tutulur gözle görülür gerçeği” haline getirilmesi, Roger Garaudy’nin ifadesiyle “gezegenin ve insanlığın kurtuluşu” için hayati önemi haiz bir görev halini almış durumdadır. Bu görev İslâmi olduğu kadar insani bir görevdir de. Zira pekçok Batılı aydının dahi itiraf ettiği üzere, insanlığı karşı karşıya bulunduğu derin krizden, insanlığın sonunu getirmeye aday tehditlerden, kısacası bu sözü edilen “büyük ufuksuzluk”tan kurtarabilecek yegane kurtuluş imkanı İslâm ve İslâm Peygamberi’dir. Ancak unutmamak gerekir ki, ortada söz konusu olan bir “imkan” dır, bu potansiyeli gerçek haline dönüştürmek ise, hasılı tahsil, malumu i’lam ile yetinen taklitçi tembel zihinlerle ya da “geviş getiren akıllar” ile olacak bir iş değildir. Tam aksine Kur’ân-Sünnet merkezli, eleştirel aklın refakatinde, bilimsel araştırma ruhunun eşliğinde, nassların analizi kadar olguların da analizini başarıyla yerine getiren, yaratıcı zekanın çözüm üretiminde devreye sokulduğu, seküler dünyanın meydan okumalarıyla yüzleşmekten çekinmeyen “cesur yürek”ler ve “özgür akıl” lar ile mümkün olabilir. İşte Eskimez Yeni böyle bir niyetin, böylesi bir bakış açısının ürünüdür. Ancak bu eserin mütevazi bir başlangıç olduğunu, yoksa “Sünnet’i Çağ’a Taşımak” gibi muazzam bir davanın hakkını vermek için asla yeterli olmadığını, bilakis bu hedefe ulaşabilmek için katedilmesi gereken uzun ve yorucu bir yolun önümüzde uzandığını unutmamak gerekir.
* Bu söyleşi 2010’un son aylarına doğru haftalık çıkmakta olan bir gazete için yapılmış fakat gazetede yayımlanmamıştı

http://www.umrandergisi.com/u/umran/pdf/260-1459497529.pdf