BEGIN TYPING YOUR SEARCH ABOVE AND PRESS RETURN TO SEARCH. PRESS ESC TO CANCEL

Medeniyet Mektebi Prof. Dr. Hayri KIRBAŞOĞLU ile Söyleşi

Röportaj Ayşe YÜKSEL, Ayşe KELEŞ, Sevgi SAYGI ve Zühre ÖVEÇ

Hocam, hadis ve sünnete getirdiğiniz yeni yaklaşımlarla tanınıyorsunuz. Sizce sünnet nedir?

Hz. Peygamber’in peygamber olarak ve Müslümanların kendisini takip etmesi amacıyla çizdiği yoldur sünnet. Bunun temel unsurları şunlardır: Hz. Peygamber’in peygamber sıfatıyla yapmış olması ve bu yaptıklarında kendisine uymamızı istemesi. Bu istek de çeşitli şekillerde olur: Yaptıklarına “kesinlikle uymamızı” isterse farz, “kesinlikle kaçınmamızı” isterse haram, “isteğe bağlı olarak” kaçının-kaçınsanız iyi olur derse kerahat, “yaparsanız iyi olur” derse müstehap-mendup, “yapın yapmayın fark etmez” derse mübahtır. Ama esas olan, Hz. Peygamber’in attığı adımlara ruh veren, onun arkasında yatan dünya görüşü, zihniyettir. Bir anlamda sünneti biz, tomurcuk halindeki Kur’an’ın gonca haline gelmiş, gül gibi açmış şekli olarak kabul edebiliriz. Hz. Aişe’nin şu sözünü hatırlamakta yarar var: “Sünnet, Kur’an’ın hayata yansıması, taşınmasıdır.” Bu konuda özellikle Şatıbi’nin El-Muvafakat’ının birinci cildinde Kur’an’ın getirdiği hükümlerle, sünnetin getirdiği hükümleri mukayese ederken yaptığı yaklaşım, en iyi yaklaşımdır.

Hadis âlimleri, sahih hadisleri uydurma hadislerden ayırmak için bugüne kadar, “isnat tenkidi”ni geliştirdiler. Peki, sizin “metin” ve “isnat tenkidi” hakkındaki görüşleriniz nedir?

İsnatla uğraşan hadisçiler Ehli-Hadis dediğimiz kesimdir. Metne ağırlık verenler Ehli Rey, dört mezhep, Usul-ü Fıkıhçılar, Zeydiye, Mutezile gibi kesimlerdir. Hadis tenkitleri önce metin tenkitleriyle başlamıştır. Hz. Ali, Hz. Aişe ve Hz. Ömer’in tenkitleri öyledir. Çünkü o zaman isnat yoktu. İsnat, hicri II. yüzyılda başlamış, III. yüzyıl içerisinde gelişmiş, IV. yüzyılda tam zirveye ulaşmıştır. Hadisçiler metin tenkidi yapmışsa da; metin tenkidine isnat tenkidi kadar önem vermemişlerdir. Ayrıca kitaplarına aldıkları bazı hadisleri, metin tenkidi bakımından yeterince iyi inceleyemedikleri ve başarılı olamadıkları anlaşılmaktadır. Doğru olan, ikisini beraber götürmektir. Bu da Usul-ü Fıkıhçıların yaklaşımıdır. Usul-ü Fıkıhçılar (dört mezhep dâhil), hadis ve metni bir arada değerlendirdikleri için. Bunların daha detaylı değerlendirilmesi için ben, kendi görüşlerimi Alternatif Hadis Metodolojisi’nde ifade ettim. Geniş bilgi isteyen oraya bakabilir. Özetle, yapmaya çalıştığım şey, Rey ehlinin çizgisinin modern, güncellenmiş bir versiyonunu oluşturmaktan ibarettir. Hadisçilerinkini dışlamıyorum, onu da söyleyeyim.

Kutlu Doğum Haftası’nı geride bıraktık. Bizim ülkemizde Kutlu Doğu Haftası’ndaki programlarda Hz. Peygamber’in iletmek istediği mesajı vurgulamak yerine, daha çok mistik bir peygamber öne çıkarılıyor. Siz, Kutlu Doğum Haftası’nın ülkemizdeki kutlanma şekilleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Sadece Mevlid Kandili’nde, Mevlid okutmak şeklindeki geleneksel uygulamanın yanında, böyle kültürel bir faaliyete dönüşmesi olumlu; ama son zamanlarda o da biraz sulanmışa benziyor. Ümmetin ve Kur’an’ın geleceğine yönelik acilen ele alınması gereken konular olduğu halde, Şeriati’nin “Karşı Din” dediği veya “Ilımlı İslam” denilen, “Sulandırılmış Din” denilebilecek bir dini çağrıştıran ve daha ziyade hümanizma içeren masonik çevrelerde yaygın olan bazı sloganları gündeme taşıyan, amacından sapma eylemi gösteren bir şeye dönüşüyor. Biz, sivil olarak sendikalarda, derneklerde alternatif programlar yapabiliriz. Bu haftayı Hz. Peygamber’in mesajını insanlığa ulaştırmak için bir vesile olarak rahatlıkla kullanabiliriz. Bu vesilenin daha yararlı, daha işlevsel hale gelmesinin formüllerini bulmalıyız. Ama bu haftanın sadece “gül satanlara”, “Bol bol gül satıldı” gibi bir haftaya dönüşmemesi gerek. Kutlu Doğum Haftası’nda, Hz. Peygamber’in bir yönünü vurgulayıp hayatımıza nasıl yansıtacağımızı düşünerek, yıl boyunca bunun kontrolünü yapmalıyız.

Kur’an’ın peygamber tasavvuru ve günümüz insanın peygamber tasavvuru arasındaki fark nedir?

Günümüz insanının peygamber tasavvuru “levlake”de ifadesini bulan bütün evrenin kendisinden yaratıldığı kozmik maya olan bir peygamberdir. Biz bu gelişimi inceliyoruz. “Hz. Peygamber’in Beşeri Yönü” diye bir doktora tezi de yapıldı. Dicle Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi’ndeki Hacı Musa BAĞCI, bu çalışmayı (Kitabiyat Yayınları) yayınlama aşamasındadır. Kur’an’ın peygamber tasavvuru ile günümüz insanının peygamber tasavvurunun birebir örtüştüğünü söylemek mümkün değil. Kur’an-ı Kerim’i sadece dini, normatif kurallar sunan bir kitap olarak değil; Hz. Peygamber bize bilgi veren en önemli kaynak olarak değerlendirmemiz lazım. Tıpkı Heykel ve İzzet Derveze’nin, Hz. Peygamber’in hayatını yazarken Kur’an’dan yararlandığı gibi. Dolayısıyla Hz. Peygamber’i ve Müslümanlığı öğrenmek isteyen Kur’an’a baksın. Her şeyin temel kaynağı Kur’an-ı Kerim’dir. Bizim yaptığımız peygamber tasavvurunun Kur’an’a muhtaç olduğu muhakkak. Bir sürü çalışma var. Özellikle bizim fakültede, benim danışmanlığımda yapılıyor; ama daha pek çok çalışma yapılması lazım. Bu konuda halkımızın peygamber anlayışını ortaya koyacak sosyal bilimcilere ihtiyaç var. Ben Diyanet Reisi olsam her ildeki müftüye, o ilin Müslümanlarının peygamber tasavvuru ile ilgili çalışmalar yaptırırdım. Sonra, bu tasavvurda hata varsa tedavisini yapar ona göre davranırdım.

Ülkemizde yapılan Kur’an mealleri hakkında ne düşünüyorsunuz? Bir problem var mı sizce?

Tabii ki var hem, hem de ciddi bir problem var. Ama en son Mustafa ÖZTÜRK’ün meali çıktı, iyi diyorlar. Ona bakmanızı tavsiye ederim. Meal konusunda kendimizi, bir başkasının ayete vereceği manaya endeksleyemeyiz. Arapçayı öğrenerek kendi yolumuzu çizebiliriz. Ben, yazdığım bütün eserlerde meallerden yararlandım; ama aldığım meal, onu aldığım anda benim sorumluluğumda demektir. Bir yanlış varsa onun hesabı bana sorulur. Onun için ben her yaptığım mealin hesabını verebileceğimi; vermek zorunda olduğumu bilerek yaklaşmaya çalışıyorum. Meal işi gerçekten ciddi bir problem. Bu problemi çözmenin yolu çapraz kontroller yapmak, tefsirlerden mutlaka yardım almaktır. Tefsirlere bakmadan, sadece Arapça metinden hareketle, “Ben Arapça biliyorum.” deyip yapılan mealler başarısız oluyor. Ama Mustafa ÖZTÜRK’ün mealini diğer meallerle karşılaştırıp incelemenizi tavsiye ederim; çünkü o çok dikkatli bir arkadaş.

Sizin de bildiğiniz gibi çok eşliliği sünnete dayandırıp birden çok evlilik yapanlar var. Kur’an tek evliliği öne çıkarıyor. Buna rağmen “Bu konuda sünnet var” düşüncesi ne kadar doğrudur?

Sünneti yanlış anlıyorlar. Sünnetin ana kaynağı nedir? Kur’an. “Kur’an tek evliliği öne çıkarır.” diyorsun, bu doğrudur. Sünnete uyacaksan Kur’an’dan başlayacaksın. Aksi takdirde sünnete uyulmuş olunmaz. Sünnete uymak isteyenin ilk işi Kur’an’a uymaktır. Kur’an’a uyunca zaten sünnete uymuş oluyorsun. Dolayısıyla hata burada. Biz sünneti, Kur’an’dan ayrı bir şey gibi algılıyoruz, bu doğru değil. Bu insanlar sadece nefislerini tatmin ediyorlar, nefislerine İslami kılıf geçiriyorlar. Şu anda İslam dünyasının derdi bu değil. Tamam, iki cinsin (kadın-erkek) bir arada olmasını Allah takdir etmiş, zaten biz de kimseye “bekâr kal” demiyoruz; ama bu, günümüzde hedonizme varan bir şeye dönüşmüş. Tuzu kuru, “Beyaz Müslüman” ve “abdestli kapitalistler”in içine girdiği süreç iğrenç bir şey. Bunları biz ilk defa yaşamadık; toplum daha öncekilerden hesap sormadıkları için bu haldeyiz. Burada özellikle hanımlara iş düşüyor; bu gibi durumlarda hanımlar hesap soracak, gerekirse hukuki yollara başvuracak. Özellikle dini nikâh konusundaki istismarın önüne geçmek lazım. Ben öğrencilerime açıkça söylüyorum: “Resmi nikâh kıymadan kesinlikle dini nikâh yapmayın.” Dini nikâh araç olarak kullanılıyor çünkü. Niyetin ciddiyse resmi nikâh yaptır. Niye dini nikâha gerek duyuyoruz biz? Çünkü biz her şeye Allah’ın adıyla başlarız. Bence nikâh memurlarımız ağzı dualı adamlar olsa imam nikâhına da gerek yok. Osmanlı döneminde imamlar nikâhı kıyıp, kayıt tuttukları için imam nikâhı diyorlardı. Mihir meselesini de kadın-erkek arasında bir sisteme oturtmak lazım. Benim yüksek lisans öğrencim var: Emine ERAVCI. Onun çözümü şu: “Her erkek mihir olarak hanımına hayat sigortası versin.” Bu da makul bir şey. Çünkü mihrin amacı; hanımın geçimini temin etmesi, ortada kalmamasıdır. Müslümanlar tartışırlar, istişare ederler; hatta mevcut hükümet de bir düzenleme yapabilir. Dini değerlere önem veren bir insan nikâhtan önce böyle bir şey yapabilir. Nasıl ki sağlık raporu isteniyor, kan uyuşmazlığı var mı yok mu bakılıyor, böyle de yapılabilir. Mesela, hanım boşanma hakkı da isteyebilir. Netice itibariyle bu gibi konularda her zaman hanımlar mağdur oluyor. Bu da bir güven olur. O zaman kocası şiddet uyguladığı zaman onun kahrını çekmek zorunda kalmaz. Ağır şiddete maruz kalan kadınlar, çocukları olduğu için bir ömür çile çekiyorlar. Böyle bir güvencesi olsa, medeni bir biçimde der ki: “Kusura bakmayın beyefendi. Biz seninle evlendik ama bu yürümüyor, güzelce sona erdirelim.” Arapların bir gelenekleri var: kolay evlenip kolay boşanıyorlar. Biz de aynı şekilde kolay evlenip kolay boşanabilmeliyiz. Boşanmak derken teşvik anlamında değil; kırıp dökmeden, düşmanlıklar meydana getirmeden boşanmalıyız. Nasıl ki evlenmek Allah’ın emriyse, boşanmak da Allah’ın en sevmediği helaldir. Evlilik gitmiyorsa, bilhassa kadına hayatı cehenneme çevirmenin bir anlamı yok. Bunun için bu gibi çözümler üretilir. Bakın bir bayan arkadaşımızın yüksek lisans tezi yapmasının ne kadar önemli olduğunun farkına varıyoruz. Bunu bir erkek yapsaydı; böyle düşünemez, empati kuramazdı. Bunun için bayan ilahiyatçıların, bayan akademisyenlerin yetişmesi çok önemli. Kendi meselelerini kendilerinin çözmesi gerekir. Bu konuda Başkent Kadın Platformu’ndaki ablalarınızla irtibat halinde olabilirsiniz. Onlar, kadın sorunlarıyla ilgili akademik çalışmalar yapıyorlar. Mesela çalışma yapan iki arkadaşımız var: Fatma AKDOKUR ve Hatice ÜNVER. Bunların sayısı arttıkça İslami ilimler sahasında da bir takım şeyler değişecektir. Bu konuda hanımlara çok iş düşüyor.

Bazı kaynaklarda, Hz. Aişe’nin dokuz yaşında evlendiği bilgisi var. Bu bilgiye dayanılarak, küçük yaşlardaki bayanlarla evlenmek de çok yaygın. Bu konudaki düşünceleriniz nelerdir?

Bu konudaki eksiklik, sünnet ve Kur’an konusundaki parçacı yaklaşımlardan kaynaklanıyor. Evet, dokuz yaşında evlendiğine dair rivayet var; ama on ki, on üç, on beş olduğuna dair rivayetler de var. Yapılacak şey belli: Birincisi Hz. Aişe’nin Hz. Peygamber ile evlendiğinde kaç yaşında olduğuna dair bir araştırma. İkincisi, Hz. Peygamber’in yirmi beş yaşındayken, ilk evliliğini kırk yaşında bir dul hanımla yaptığını da unutmamak gerekir. Hz. Peygamber’in Hz. Aişe ile evlenmesi cinsellikten kaynaklanan bir şey değil. Eğer böyle olsaydı hayatının en genç döneminde kendisinden on beş yaş büyük biriyle evlenmezdi. Bu, onun şehvet düşkünü olarak nitelendirilmesinin ne kadar yanlış olduğunu gösterir. Hz. Aişe ile evlenen Peygamber, Ümmü Seleme ve pek çok yaşlı bayan ile evlendi. Bunun; siyasi, toplumsal sebepleri olduğun, birçok kabilenin Müslüman olmasına vesile olduğunu biliyoruz. Ama Hz. Aişe ile evlenmesinin fevkalade isabet olduğu kanaatindeyim. İnanılmaz zeki, inanılmaz akıllı bir hanım. Mesela, “Peygamberimizin ahlakı Kur’an’dı.” derken Hz. Aişe’ye dayanıyoruz. Özellikle hanımların özel durumları ve pek çok konudaki bilgide Hz. Aişe’ye muhtacız. Belki Hz. Peygamber onun zekâsını ve dehasını görerek Hz. Aişe ile evlendi. Bunun dışında diğer hanımlarından bir ayrıcalığı yoktu. Çünkü Hz. Peygamber’in aynı anda birçok eşi var ve her birine belli günler tahsis ediyordu.

Son birkaç yıldır medyada İslami tartışmalar yapılıyor. Sizce din magazinleştirilmiyor mu?

Tabii, bu çok büyük bir tehlike. “İlahiyatçılar reyting peşinde” diye aleyhlerine beyanat verdim, bana çok kızdılar. Her yerde söylüyorum, veryansın ediyorum onlara. Onları; maillerimizle, fakslarımızla, telefonlarımızla kınamalı ve gördüğümüzde yüzlerine karşı “Utanmıyor musun?” deyip bunlara boyun eğmememiz lazım. Telefonla bağlanın, tam konuştuğu sırada “Hoca sen ne diyorsun, yakışıyor mu sana?” deyin, bakın bir-iki program sonra belki programı bile kaldırırlar. Din, çocuk oyuncağı değil. Adam gibi program yapılsın. Biz din tartışılmasın demiyoruz. En olabildiğine tartışılsın; ama seviyeli olarak. Bunlara karşı biz harekete geçmeli ve geçilmesin sağlamalıyız.

İslam Dünyası ve Müslümanların bugünkü durumu hakkında ne düşünüyorsunuz?

İslam Dünyası, muhalefet düşüncesi ve kavramının egemen olduğu bir dünya olsaydı; bugün İslam Dünyası, Batı’nın çıkarlarını savunmaktan başka bir işe yaramayan yönetimlerin iktidarda kalmasına müsaade etmezdi. Türkiye’de de bu böyle. Yani Türkiye’de şimdi sözüm ona “İslami İktidar” var diye Müslümanlar, olan bitenleri eleştirel bir gözle okuma cihetine gitmiyorlar. Kırk tane nükleer başlıklı silah var deniyor Türkiye’de, “Bunlar nerededir, gerçekten var mı?” hükümete bunun hesabını soralım diyen bir İslami kesim göremedik. Veya incirlik üssü hep Müslümanları vurmak için kullanılıyor; ama onun dışında yirmiye yakın üssün gayri resmi kullanıldığı söyleniyor. Mesela bunları da Müslümanlardan takip eden yok. Niye? “İslami iktidar ne yaparsa İslam’a uygun yapar.” diyorlar. Böyle bir şey yok. Bizde sürekli devrim gibi sürekli muhalefet, sürekli eleştiri yok. Kendimizi geliştirmemiz lazım. Artık; mücadele Garaudy’nin dediği gibi ekonomik alanda Batı’yla –bilhassa kapitalist Batı’yla – mücadele, o kadar kolay değil. Bunu ancak ekonomik olarak yapabiliriz. Tıpkı İran’ın yaptığı gibi. İran Dolar sisteminden Euro’ya geçiyor. Yakında Euro’yu da kaldırıp petrol üreten ülkeler kendi arasında ayrı bir para birimi ihdas etmeyi düşünüyor. Çünkü Batı’yı çökertmek için yapılacak en iyi işlerden biri bu. Dolar dediğimiz şey karşılığı olmayan bir para birimi. Biz çalışıyoruz; Amerikalılar bizim sırtımızdan geçiniyorlar. Devlet Hazinesi’nde bütün paraların altın olarak karşılığı olması lazım. Paranın anlamı şudur: “Ben bu kâğıdı size veriyorum, bunun karşılığı kadar altın benim hazinemde var, istediğiniz zaman size altın verebilirim.” Ama bugün Amerika’da o sistem terk edildi. Karşılıksız para basıyor. Bu ne demektir? Adamlar dünyanın sırtında asalak gibi yaşıyorlar. Şimdi bunların takibi, bunlara karşı birtakım alternatif bakış açılarının geliştirilmesi; adalet, haksızlık gibi kavramların gündemimizin merkezine oturması lazım. Şimdi bize verilen eğitimin de bu noktada büyük önemi var. Çünkü eğitimimizde Kemal KELLECİ’nin dediği gibi; “Anadan kork, babadan, tavuktan, horozdan, kediden, köpekten kork…” hep korku üzerine. Devletten, jandarmadan, polisten, karakoldan, müdürden, amirden kork ve ona itaat, buna itaat… İşte böyle bir eğitimden geçtik. Bunun etkisi var aldığımız eğitimde. İlmihal kitaplarından İmam Hatip’teki kitaplara; hocaların vaazlarından cemaat ve tarikat yapılarına kadar her yerde itaat kültürü var. Özellikle cemaat ve tarikatlar bu yapıyı körüklüyor. Çünkü bu yapılarda “gassalin elinde meyyit olmak”, yani tam bir kölelik vardır. Çünkü o sistemin sürebilmesi için kölelik şarttır. Cemaat ve tarikatlarda hem nüfuz istismarı hem de maddi sömürü var. Bunların kokuları ileride çıkacak. İtaat kültürü olduğu için bugün Türkiye’deki cemaat kesimi Büyük Ortadoğu Projesi gibi projelere eklemlenmiştir. Ve bugün o cemaatin mensuplarının hiç sesi çıkmamaktadır. Hatta öyle cemaatler vardı ki; cemaatin lideri başörtüsüne “teferruat” dediği zaman hiç kimse sesini çıkarmamıştır. Yarın bir gün hanımlara, “bikini giyebilirsiniz” dense “Hocamız dediğine göre bir hikmeti vardır.” diyebilirler. İslam ülkelerinde genellikle krallıklar, despotluklar var. Bizde devlet sınırları içinde iyi-kötü %30 demokrasi var. %70’ini de anayasal kuruluşları istila etmiş durumda. Bazıları %30 bile çok diyor. Dolayısıyla İslam Dünyası’nda mağripten maşrığa, Orta Asya’dan Yemen’e, Afrika’nın içlerine kadar böyle bir zihniyet var. Bunun değiştirilmesi lazım.